Kur’an’da İnsan Eğitimi
Kur’an-ı Kerim, işe kavramları yerli yerine oturtarak başlamıştır. Kur’an’ın hiçbir kelimesi kendi icadı değildir. Kur’an kelimeleri; Arap zihin dünyasına ait kelimelere ek olarak, ehlikitap kavramlarından ibarettir. Kur’an; Allah, melek, cehennem gibi en temel kavramları bile önünde hazır bulmuştur. Ama o, bunlara farklı, sahih anlamlar yükleyerek onları başka bir dünyaya aktarmıştır. Çünkü önemli olan, dolaşımdaki kelimeye ne mana yüklendiğidir. Bu; sadece beşeri birer parola, sembol ya da taşıyıcı olan kelimelerin Kur’an öncesinde yanlış manalarla doldurulduğu anlamına gelir ki, yeni bir soluk olan İslamiyet, iletişimin temel aracı olan bu anlam kalıplarının (elfaz/kelimat) içindeki gerçek dışı, batıl manaları temizlemekle işe başlamış olmaktadır. Bu gerçekleştirilmeden mesaj sağlam bir şekilde aktarılamaz. Bunun ne kadar önemli olduğu Konfüçyüs’ün meşhur vecizesinden de bilinmektedir!
Konfüçyüs’e: “Bir ülkede yönetici olsaydınız, ilk iş olarak ne yapmak isterdiniz?” diye sordular. “Kuşkusuz ilk iş olarak dili düzeltirdim.” diye karşılık verdi. Dinleyiciler şaşırdılar: “Niçin?” dediler. Konfüçyüs’ün karşılığı şöyle oldu: “Çünkü” dedi, “Dilde bozukluk varsa, söylenen şey, söylenmek isteneni anlatmaz; söylenen, istenen anlamı yansıtmazsa, yapılması istenen şey yapılmaz; istenen yapılmazsa, ahlak ve sanat bozulmaya uğrar; eğer ahlak ve sanat bozulursa, adalet doğru yoldan çıkar; adalet doğru yoldan çıkarsa, halk çaresiz bir bunalıma sürüklenir. Sonunda söylenen söz hakkında doğru karar verme fırsatı kalmaz. Böyle bir durumu önlemek her şeyden önemlidir.”
Mesela dindar tanımını değiştiren Kur’an; ‘iyi’liği, cömertliği, cimriliği farklı parametrelerle tanımlamış; sırf Kâbe mütevellisi olmanın insana değer katmayacağını (bkz. Tevbe, 9/19; ayrıca Enfal, 8/34-35 ve Ma’un suresi.); insanın sağa sola dönmekle Allah katında makbul hâle gelemeyeceğini vurgulamıştır. (bkz. Bakara, 2/177; ayrıca Bakara, 2/189 ve Âl-i İmran, 3/92.)
Kur’an eğitiminin temel hedefi, insanı yüce Allah’a kalbiselim ile götürmektir. (bkz. Şu’ara, 26/88-89.) Bunun için de insanı selim fıtratına döndürmeye (Rum, 30/30-31; ayrıca A’raf , 7/172 (kalubela).); fıtratını bozan, kalbini karartan pisliklerden arındırıp ahlak-ı hamide ile donatmaya çalışmaktadır ki, dinin iki temeli sayılan zekât ve salat bu maksada yöneliktir.
Kur’an’da, insanoğluna başıboş olmadığı, dünyada ‘hak’ bir gaye için bulunduğu bilinci kazandırılmak istenmekte; Allah’a karşı güven duygusu aşılanmakta; insanı yaratıp yaşatanın O olduğu ve insanı yalnız bırakmayacağı vurgulanmaktadır. (bkz. Kıyame, 75/36.)
Kur’an’da, emir-yasak ve tavsiyeler etkili, hikemi bir dille sunulduğu gibi, tarihî olaylar nezih bir üslupla anlatılmakta; müşriklerin ağır itham ve iddiaları bile soğukkanlılıkla ele alınmaktadır.
Sevgi ve korku motifleri Kur’an’da gayet dengeli, yerli yerinde kullanılmış; Yüce Allah bir yandan ‘Gafur, Rahim’ bir yandan da ‘azabı sert’ bir Rab olarak tanıtılmıştır (Hicr, 15/49-50.); cennetin anlatıldığı yerde cehenneme, cehennemin anlatıldığı yerde de cennete temas edilmiştir. Kur’an’ın adlarından biri olan mesani, Kur’an temalarının bu ikili yapısına işaret etmektedir. İnsanoğlu; genelde merhametli, sevgi dolu, yumuşak ve nazik bir söylemden anlamakla birlikte, sadece sertlikten anlayan insanların bulunduğu da bir gerçektir. Bütün ideal örnekleri kuşatan cennete yönelik vaatlerin işe yaramadığı kimseler mutlaka çıkmakta, bunlar da korkunç cehennem azabı ile tehdit edilmektedir.
Allah hiç kimsenin zorla iman etmeyeceğini bildiği için (bkz. Maide, 5/48; Hud, 11/118.), “Dinde zorlama olmaz.” (Bakara, 2/256; ayrıca Yunus, 10/99.) ilkesini getirerek, muhataplarını ikna etme yolunu izlemiş; inkârcılara kanıt sunmakla kalmamış, onların inanç ve iddiaları hakkında da kendilerinden kanıt istemiştir. (Bakara, 2/111; Enbiya, 21/24; Neml, 27/64; Kasas, 28/75; Saffat, 37/157.) İzinden gidilen kimselerin dünyada daha önce yaşamış olmaları onlara bir üstünlük ya da haklılık kazandırmaz. Atalar pekâlâ kafalarını çalıştırmadıkları için yanlış yolda gitmiş cahil kişiler olabilirler. (bkz. Bakara, 2/170; Maide, 5/104.) Kimlikler değil, eylemler esastır. (Bakara, 2/62; Maide, 5/69; Lokman, 31/22.)
“Birine güvenip dayanacak olan; (eşe dosta, hısım akrabaya, kavm ü kabileye değil) sadece Allah’a güvenip dayansın.” (Yusuf, 12/67; İbrahim, 14/12.) diyen Kur’an’ın sahibi, müminlerine öz güven aşıladığı gibi, kitabına ve elçisine o kadar güvenmiştir ki, bunların aleyhindeki iddiaları aktarmaktan çekinmemiş; bunları görmezden gelmeyip, teker teker ele alıp cevaplandırmıştır. (Örneği: En’am ve Furkan sureleri.)
“Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme!” (İsra, 17/36.) diyerek şahsi ‘gözlem’in önemini vurgulayan Kur’an-ı Kerim, verili durumun doğruları temsil etmiyor olabileceğini, mevcut durumu esas almaksızın gerçeği bizzat inceleyip aramak gerektiğini hatırlatmaktadır. Çünkü her koyun kendi bacağından asılacak, üzerinde yük bulunan hiç kimse başkasının yükünü çekemeyecektir. İnsanoğlu genelde gerçekleri algılayıp kabul edebilecek bir kapasiteye; temiz bir fıtrat ve akla sahiptir (Rum, 30/30-31; A’raf, 7/172.) bu kapasiteyi yanlışa yönelten canlı cansız etkenlerden sıyrıldıkça hakkı kolayca bulabilir. Kur’an’da gariban kâfirlerden (müstaz’af) ziyade, inkâr önderi niteliğindeki azılı elebaşların hedef alınmış olmasının sebebi budur. Bu azılı tiplerin ortadan kaldırılmasıyla insanların fevç fevç İslam’a girdikleri tarihî bir realitedir.
Bazı olguların muhataplarca daha iyi anlaşılabilmesi için Kur’an’da çeşitli temsiller kullanılmıştır. Söz gelimi Allah’a ortak koşmanın anlamsızlığı anlatılırken şöyle buyrulur: Allah’tan başka yalvardıklarınız; bunların tamamı bir araya gel(ip güç ve becerilerini birleştir)seler bir tek sinek bile yaratamazlar. Hatta sinek onlardan bir şey kapsa, ondan onu bile kurtaramazlar. Demek ki hem isteyen âciz, hem de istenen (yani put da putperest de)!.. (Hac, 22/73-74.) Allah karşısında birilerini veli edinenlerin durumu, örümceğin durumuna benzetilebilir; hani (ağ örerek) yuva edinir ya!.. Oysa en çürük ev örümcek yuvasıdır... Keşke bilselerdi! (Ankebut, 29/41.)
Cennet ve cehennem temsillerle insan idrakine indirildiği gibi, ‘Yüceler Yücesi’ Allah da idrakimize temsili ve antropomorfik ifadelerle indirilmiştir.
Dilin kendisi, birtakım temsillerden; parola ve simgelerden oluşmakta değil midir? İnsan dili, Allah’ı anlatabilir mi; tavsif edebilirse de tasvir edebilir mi?
O Allah ki, hiçbir şeye benzetilemediği gibi ‘tasavvur’a dahi konu edilemez. Şairin ‘bilinmez meşhur’ dediği bu aşkın (müteal) varlık, insanoğluna tamamen soyut, felsefi, tenzihi bir dille anlatılamayacağı için, –çünkü bu dille anlatılan bir gerçeğin insanlarca benimsenmesi imkânsız denecek kadar zordur– Kur’an’da teşbihi, temsili dengeli bir anlatım üslubu hakimdir.
Malum, sebebin özel oluşu hükmün genel olmasını engellemez. Kur’an’da bir kişiden, zümre ya da milletten bahsediliyorsa, o bağlamda getirilen tenkitler sadece o kişileri değil tüm muhatapları ilgilendirir. Söz gelimi ehlikitapla alakalı tenkitler, yeri geldiğinde Müslümanlara yönelik okunmalı; Yahudi âlimlerinin eleştirildiği ayetlerde günümüz İslam âlimlerinin de eleştirildiği düşünülmelidir. (Örneği: Bakara, 2/40-48; A’raf, 7/176.)
Kur’an’da, aklı eren herkesin eğitilmesi lüzumu üzerinde durulur. (Örneği: Lokman Hekim’in oğluna verdiği öğütler; namazın çoluk çocuğa mutlaka benimsetilmesi ve “Ey insanlar!” hitabı…)
Son olarak; eğitimin başarılı olabilmesi için, terbiyecinin de terbiye edilmiş olması gerekir. İnsanları eğitmekle görevlendirilen elçiler daima sağlam karakterli, anlayışlı, dürüst, güvenilir, onurlu, akıllı/zeki insanlar olmuştur. Bir eğitim gönüllüsü; ahlaklı, şefkatli, sevgi dolu, merhametli, mütevazı, olgun ve ön yargısız olmalı; bencil, çıkarcı, haris ve mutaassıp olmamalıdır. Aile büyüklerinin, din ve bilim adamları ile siyasilerin terbiyesi bu bağlamda önem kazanmaktadır. Tahsil arttıkça cahillik de artıyorsa, koca koca diplomalara karşılık “nitelikli” suçlarda büyük artış yaşanıyorsa, eğitimde sorun var demektir. “Akıl yaşta değil, baştadır.” gerçeği çoğu insan tarafından anlaşılmamakta; kerli ferli insanların yanlış olduğu besbelli birtakım tutum ve davranışları “vardır bir bildiği” çaresizliğiyle sineye çekilmektedir. Hatta bazen bunlarda keramet aranmaktadır.
Oysa peygamberlere genelde yaşını başını almış kendilerinde büyüklük vehmeden (müstekbir) Ebu Cehil gibi tipler karşı çıkmışlardır. Çünkü statükoyu onlar temsil etmektedir… Bu sebeple, işe büyüklerin terbiyesinden başlanmalıdır.
Kur’an’ın ideal insan karakteri şu ayetlerde gösterilmektedir:
* Mütevazı, alnı secdeli, ne müsrif ne de cimri, zina ve adam öldürmekten uzak duran muvahhitler (Furkan, 25/63-68.)
* Allah’a yönelen, kulluk eden, hamdeden, oruç tutan, rükû eden, alnı secdeli, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan, Allah’ın çizdiği sınırlara riayetkâr (Tevbe, 9/112.)
* İmanlı, mal varlığından başkalarına hak tanıyan, salatı ikame edip zekâtı aksatmadan veren, sözüne sadık, dar ve zor anlarda sabredebilen (Bakara, 2/177.)
* Allah’a karşı teslimiyetli, mümin, gönülden itaat eden, dürüst ve samimi, sabırlı, huşu ve tevazu sahibi, kendi malından başkasına hak tanıyan, oruç tutan, namuslu, Allah’ı hatırından çıkarmayan (Ahzab, 33/35.)
* Bollukta da darlıkta da Allah için harcayan, öfkesine hâkim olan, insanları bağışlayan, ağır ve çirkin bir suç işlediğinde ya da bizzat kendisine karşı haksızlık ettiğinde Allah’ı hatırlayarak derhal günahının bağışlanmasını isteyen, işlediği bir kötülük üzerinde bile bile ısrar etmeyen müttakiler. (Âl-i İmran, 3/134, 135.)