Zekat Ekonomisinin Anlamı
İlkin zekâtın mahiyetine bakmamız gerekiyor. Zekât nedir?
En yalın ifadesiyle zekât, malî bir ibâdettir.
Müslüman zenginlerin ellerinde bulundurdukları belli nisaptaki malî değerlere ve bu değerler üzerinden nitelikleri belirtilmiş olan ihtiyaç sahiplerinin hakkı olduğu belirtilen kısmın ödenmesine zekât denir. Temel ibâdetler arasında sayılır. Edâsının farz oluşu âyetler ve hadîsler ile sabittir.
Zekâtın işlevine tüm rükünleriyle nüfuz edebilmek için zekâtsız iktisadî düzenlerin işleyişine bakmamız gerekiyor. Bunları, en genel tasnifle kapitalizm ve sosyalizm diye ikiye ayırabiliriz. Her ikisi de zekâtı uygulamayan, fakat birbirlerinden de farklı olan iki farklı iktisadî düzendir.
Kapitalizm, temelde fâiz temeline dayanır. Sosyalizmde fâiz yoktur, çünkü kişisel mülkiyet yoktur. Fâiz kapitalist uygulamada mülkiyetin işlevi olarak rol oynar.
Durumu baştan alalım. Üretimin dört temel faktörü mevcuttur: sermaye, emek, rant (İngilizce: rent, yani üretim faktörlerinden biri olan doğanın üretimden aldığı pay) ve teşebbüs.
İmdi, üretimde fâizin etkisi nedir?
Fâiz, üretim maliyetini yükseltir. Üretim maliyetinin yükselmesi, fiyat artışı demektir. Fiyatın yükselmesiyle talep azalır. Talebin azalması, üretimi düşürür. Üretimin düşmesi, bazı işçilerin işine son verilmesini sonuçlar. Bu durum, makro düzeyde, toplum çapında işsizlik demektir.
Öte yandan bu toplumda yaşayan insanların satın alma güçlerinin sunî olarak desteklenmesi gerekir.
Her ne kadar liberalizm, teorik olarak bu tür müdahalelerin karşısında ise de pratik zorunluluklar, teorik mülahazaların her zaman önünde gider ve ona baskın çıkar. Yani sunî şekilde satın alma gücü yükseltilen insanlar, üretim karşılığı olmaksızın ceplerine para konulmuş insanlar haline dönüşür.
Sonuçta, emisyon hacmi, üretim karşılığı olmaksızın artmış olur. Bu durum, malların fiyatını bir kez daha yükseltir. Yani enflasyon sürecine girilmiş olur.
İşsizliğin ve enflasyonun yapısal bir durum olarak ortaya çıkması, kapitalist düzenin kendi problemlerinin çaresini bulamayacağı anlamını taşır.
Kapitalistik uygulamada yaklaşık her on yılda, gene yaklaşık her elli yılda bir tekrarlanan dönemsel iktisadî bunalımların nedeni işbu fâiz uygulaması ile doğrudan ilintilidir.
Sosyalizm (marksizm), fâizi ortadan kaldırabilmek için özel mülkiyeti lağvediyordu.
Oysa İslâm’da hem özel mülkiyete sahip olmanın teşvik ediciliği öngörülüyor, hem fâizin mazarratları ortadan kaldırılıyor. Dahası, kapitali olanlar bunun karşılığı olarak toplumdan her ne ad altında olursa olsun bir bedel talep etmiyor (fâiz). Bilâkis belli bir nisabın üstünde elinde kapital bulunduranlar, topluma bunun bedelini ödemek zorunda bırakılıyor (zekât).
Olayı kapitalistlerin jargonu ile ifade edersek, İslâm’da negatif bir fâizin olduğunu söyleyeceğiz.
Keynes‘in iddiasını hatırlayalım; Keynes, bir toplumun refahının orada uygulanan fâiz ile ters orantılı olduğunu söylüyordu. Yani fâiz oranı ne kadar yüksekse, refah o kadar düşüktür, fâiz oranı ne kadar düşükse refah o kadar yüksektir, diyordu.
Keynes’in kuramını bütün sonuçlarına kadar indirgediğimizde, İslâm açısından ilginç bir tablo ile karşılaşırız: Madem fâiz oranı düştükçe refah artıyor, öyleyse onu sıfır noktada tuttuğumuzu farz edelim.
Teorik olarak fâiz oranının sıfırda tutulması halinde refah oranının sonsuza yükselmesi gerekir. Ancak fâiz oranının sıfır seviyesinde tutulması bile matematik olarak bir orana tekabül eder; kapitalistik iktisadî ortamda fâizin sıfır düzeyinde tutulması onun yasak olduğu anlamına gelmez, çünkü sıfır da matematikte bir değer ifade eder. Ama diyelim ki, fâiz sıfır oranında tutulabildi; kapitalizmde, fâizin sıfırdan aşağıya çekilmesi maddeten mümkün değildir. Böyle bir imkân ancak İslâmî iktisat uygulamasında mümkündür, zekât sayesinde… Çünkü zekât, belli şartlar altında tedavülden alıkonulan iktisadî değerler üzerinden alınır. Ve insanlar zekât verdikçe onların satın alma gücü yükselir. Satın alma gücünün yükselmesi üretimi teşvik eder. Üretimin teşvik edilmesi emtianın ucuzlaması demektir.
Müslümanların yiyip içmeleri ve fakat isrâftan sakınmaları öngörülmüş olduğundan, bu üretim tarzı, kapitalistik dizgede olduğu gibi isrâfa dönük olarak işlemez. Kapitalistik toplumun halen gelip dayandığı noktanın kaçınılmaz olarak türetilmiş talep (derivative demand) olduğu düşünülürse meramımız daha iyi anlaşılır. Türetilmiş talep demek, insanlara ihtiyaç duymadıkları şeyleri satabilen bir dizgenin var bulunması demektir. Bu da israf olgusunun ta kendisidir. Ne var ki, tüketim toplumu da ancak isrâfla ayakta durabilir, ama her isrâf da kendi buhranını kendi bağrında taşır. Ve dönemsel bunalımlar böylece sürüp gider. Sonuç şudur:
İsrâfa dayalı bir iktisadî dizgede isrâfı önlemenin imkânı olmadığı gibi, anlamı da yoktur.
Fâizin getirdiği toplumsal kötülükleri görmezlikten gelerek olaya salt iktisadî açıdan baktığımızda bile İslâm’ın bir refah toplumu vaat ettiğini ileri sürmemiz mümkün görünmektedir. Ancak, zekâtın değindiğimiz işlevini yerine getirebilmesi için, onun, İslâm’ın öteki rükünleriyle birlikte edâ edilmesi gerektiğini akıldan çıkarmamamız gerekiyor.
Diyelim ki, küfür düzeninde yaşıyorsun ve zekâtını veriyorsun. Zekât orada kendinden beklenen tüm işlevleri yerine getiremez, çünkü zekât aynı zamanda fâizin yürürlükte olmadığı bir hayat ortamında kendi işlevini tüm sonuçlarıyla doğurabilir. Bir yandan zekât veriyorum, bir yandan da ondan beklenen sonuçları (bereketi, rahmeti) göremiyorum diyorsak –ki halen bizim içinde yaşadığımız ülkedeki Müslümanların hali budur- bunun nedeni, İslâm’ın bütün rükünleriyle uygulamada olmamasıdır. Bu nedenle biz, ilkin Müslümanların oluşması (hem çoğalması, hem olgunlaşması bağlamında) gerektiğini ileri sürüyoruz. İçinde bulunduğumuz ülkenin reel şartlarını dikkate aldığımızda, burada henüz insanlar Müslüman olmanın bilincine varamamış ki, onlardan İslâm’ın hükümlerini makro düzeyde kavrama bilinci beklenebilsin…
Müslümanlar, içinde yaşadıkları küfür düzeninde, bir yandan zekâtlarını vermeye çalışırken, bir yandan da kendilerini fâizin şerrinden korumak için bir takım kurumlar icat etmeye çaba gösteriyor. Fâizsiz denilen finans kurumları (katılım ortaklığı payı) örneğinde olduğu gibi… Oysa bu tür kurumlar Türkiye gibi ülkelerde insanların yanılgısını sonuçlamaktadır.
Katılım ortaklığından pay almayı öngören finans kurumu Pakistan’da icat edilmiştir. Fakat unutulmasın ki, Pakistan’ın anayasası bu ülkenin bir İslâm devleti olduğunu öngörüyor. Bu kurum, orada, kendine yüklenen işlevi yerine getirebilir. Oysa Türkiye’de bu kurum, kurulu düzeni sahiplenenlere, işte fâizsiz iş gören finans kurumlarını da hizmetinize sunuyoruz, deme fırsatını veriyor. Böylece kurulu düzenin şirin görünmesini sağlıyor. Oysa son tahlilde, Türkiye uygulamasında bu kurumlar da paradan para kazanma, bu demektir ki, fâizli işlem öngörüyor.
Tekrar zekâta dönersek, zekât, bir ibâdet olarak somut biçimde, insanların değer verdikleri şeyleri başkalarıyla paylaşması eylemidir. Zekâtın toplumsal fonksiyonu, o toplumun üyeleri arasında yoksulların adedini veya yoksulluğu azaltmakta tebellür eder.
Zekât bir yandan insanı dünyaya karşı müstağni kılmanın yolunu açarken, bir yandan da böylece mallarıyla birlikte temizlediği içini de başkalarına sunmaya hazır hale getirir. Dayanışmanın, maddî (iktisâdî) olandan mânevî bir alana taşınabilir olduğunu ifade eder veya tersi…
İslâm dini, sadece bireyin vicdanında kalan, sadece oraya mahsus ve mahkûm bir ibâdetler bütününden ibâret değildir. Ayrıca bir toplum ve hukuk düzenidir.
Yapılması, mubah çerçevesinin dışında kalan, yani yapılması zorunlu olan fiiller kamu düzeniyle ilişkilidir. İbâdetler, başka bir deyişle toplumsal kurumlar (hukukî, iktisadî, siyasî) İslâm’da bu dünyada uygulansın içindir. Bunlar, toplum düzeninin kendisinden ibârettir. Gerek ibâdetlere ait olsun, gerek kişiler arasındaki veya kişiyle devlet arasındaki hukuka ait olsun, bütün emredici hükümler kamu düzenini ilgilendirir. İnsan, kamu düzeniyle ilgili hususlarda: “Zekâtı vermiyorum, bu benim bileceğim iştir” diyemez. Hz. Ebubekir (ra) Halife olduğunda zekât sorunu baş göstermişti.
Zekâtını vermek istemeyen bir kabile var. Hz. Ebubekir onlardan zekâtı zorla tahsil etmek istediğinde, Hz. Ömer: “Kelime-i Şahadet getirene kılıç çekilmez.” diyor. O da: “Bunlar Allah’ın Resûlü’ne nasıl davrandılarsa bana da öyle davranmak zorundadırlar.” cevabını veriyor. Buradan bir ibâdetin salt kişiyi ilgilendiren bir veçhesi olmadığını, durumun kamu düzeniyle ilgili bir sorun olduğunu öğreniyoruz.
Böylece İslâmî hükümlerin yürürlükte olduğu bir toplum düzeninde belli bir eylemin bir yandan ibâdet sayılırken, bir yandan da toplumsal bir işlevi yerine getirdiğini görüyoruz. Oysa bu aynı eylem (zekât olsun, namaz olsun ilh.) İslâmdışı bir toplum düzeninde, kişi yönünden salt bir ibâdet mesabesinde kalır. Yani İslâm sitesine nispetle o eylemde meknuz ve mündemiç sayılan toplumsal hikmetler tümüyle tecelli etmez. Böylece mesele dön dolaş Müslümanların nasıl organik bir bütün halinde yaşayabileceği noktasında toplanıyor.
İslâm toplumunda fâizin yokluğu veya zekât uygulaması kendiliğinden belli bir toplumsal ve iktisadî hayatı temelinden etkilemeye kâdir görünüyor. Bir tek kurban kesme olayı bile, toplumun bütün ahlâkî telakkisini kökünden etkilemeye yetebilecek güçtedir. Zekât, namaz, oruç vb. bu ibâdetlerin (veya olaya hukuk açısından bakıldıkta, kurumların) her biri, nevi şahsına münhasır bir toplumsal düzenlemenin ortaya çıkmasına ve kendine özgü bir hukukî düzenlemeyi sonuçlayabilir.
Böylece İslâm’ı tüm halinde kavramamız ve onu tüm olarak uygulamamız gerektiği hususu bir kere daha önümüze geliyor. Bu yazının başında değindiğimiz zekâtın güçlü bir ekonomi hâsıl edebilmesi ve bu istikamette işlev icra edebilmesi için Müslümana düşen görevin ne olduğu da anlaşılabilir hale gelmektedir. Bir daha söylersek, zekât kendine özgü işlevini ancak fâizi iptal etmiş ve İslâm’ın tüm rükünleriyle uygulandığı bir toplumsal/iktisadî dizgede yerine getirir. Değilse, salt bir bireysel ibâdet düzleminde kalır.