TİCARETİN KALBİNE YOLCULUK
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ وَبِهِ التَّوْفِيقُ وَهُوَ الْمُسْتَعَانُ وَبِهِ الثِّقَةُ وَعَلَيْهِ التَّكَلاَنُ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِ الْعَالَمِينَ وعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمعِينَ
İnsan, mutlak ğanî (gayr-i muhtaç) olan Rabbine fakir (muhtaç) olarak yaratılmış bir ‘abddir; dolayısıyla ğınâ/fakr ayırımı, rubûbiyet/ubûdiyet ilişkisine dayanır. İnsanın cennette Rabbine ihtiyacı manevî bir ihtiyaçtı. Zira cennet, insanın vatanı idi; âyetin ifade ettiği gibi: “Doğrusu senin acıkmaman ve çıplak kalmaman (ancak) cennettedir Orada asla susuzluk çekmez ve güneşte yanmazsın” (Tâ-Hâ, 20/118-119). Bu âyet, aynı zamanda insanın susama, acıkma, örtünme gibi temel ihtiyaçlarla dünyaya geldiğini belirtir. Rabbimiz, kâinatı ikili bir mantığa istinaden yaratmıştır; bu, dinin tüm boyutlarında görülebilir. Din, ‘Alîm ile ‘Âlem arasındaki rubûbiyet/ubûdiyet ilişkisine bağlı ğınâ/fakr ilişkisinden çıkar, fakir (muhtaç) insanın ihtiyacına karşılık olarak ğanî (gayr-i muhtaç) Allah tarafından gönderilir. O halde ekonominin “ihtiyaçları karşılama yolu” olarak tarifine göre din bir büyük ekonomi olarak görülebilir. Din, insanın tüm ihtiyaçlarını karşılamak için gönderilmiş ilahî bir ekonomidir.
Dolayısıyla dinin kuruluş ve işleyiş tarzı, karşılık verdiği beşerî ihtiyacın türlerine göre anlam kazanır. “Canlı her şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmayacaklar mı?” (Enbiyâ, 21/30) âyetinin bildirdiği üzere, sudan yaratıldığı ve vücudunun dörtte üçünden fazlası sudan oluştuğu için su içme, insanın en temel ihtiyacıdır; “Orada asla susuzluk çekmez ve güneşte yanmazsın” (Tâ-Hâ, 20/118-119) âyetinin belirttiği gibi. Bu anlamda Rabbimizin gönderdiği din, bir “ilahî pınar” (‘ayn-ı ilahî) olarak görülebilir. En temel su ihtiyacını karşıladıktan sonra insan, “ihtiyacını giderme kaygısından kurtuluş” anlamına gelen afiyete erer. Afiyet, dünyada susuzluk başta olmak üzere maddî, bedenî ihtiyaçları tatminle erişilen geçici saadet demektir.
Kalıcı saadete ise bu rızkı, nimeti veren Rabbi marifet ve taatle kavuşulur. Marifetullâhın özü zikir, tâatullâhın özü şükürdür. “Artık beni zikr edin, ben de sizi zikr edeyim; bana şükr edin, küfr etmeyin” (Bakara, 2/152) âyetinde buyurulduğu gibi. Rahmân, dünyada mümin ve kâfir bütün insanlara rızık olarak geçici nimet=afiyet veren, Rahîm ise, ahirette müminlere mükâfat olarak kalıcı nimet=saadet ve kâfirlere ceza verendir. İlahî emrin emr-i takdîrî ve emr-i teşrîî denen iki türü, Cenab-ı Hakkın Rahmân ve Rahîm sıfatları uyarınca kullarıyla kurduğu ikili ilişki tarzından çıkar. Kuşun uçması, suyun kaldırması, yağmurun yağması gibi tabiat olayları olarak gördüğümüz şeyler yanında mahlûkata rızık verilmesi, Cenab-ı Hakkın vasf-ı iradesinden gelen emr-i takdîrînin gereğidir. Çünkü “mahlûkat, rızkı kesilince ölür”. Rabbimizi tanıyarak itaat etmemiz (ibadet) ise Cenab-ı Hakkın vasf-ı kelamından gelen emr-i teşrîînin gereğidir (Beyâzî 2007: 128).
Bu dünyada bir insanın rızkını bularak geçici saadet olarak afiyete kavuşması, Cenab-ı Hakkın Rahmân sıfatı ve emr-i takdîrîsi, ahirette kalıcı saadete kavuşması ise Rahîm sıfatı ve emr-i teşrîîsi uyarıncadır. Arapça din, deyn=borç kelimesinden gelir; Rab tarafından kula verilen borç, emr-i teşrîî denen şeriattır. Deyn, Allah’ın, Cennetten sürüldüğü dünyadan tekrar aslî vatanına dönmesi için insana verdiği bir harçlık, sermaye olarak düşünülebilir. Bu anlamda deyn, bizzat din değil, dinin dünyaya/kula bakan yüzüdür. Mucizevî-ilahî özelliğinden dolayı Arapça’da kelimeler, din kelimesinde olduğu gibi, birbirine bağlı çok-katmanlı anlamlara sahiptir. Din, hem Kula ait borç=deyn, hem de bu borcun Mâlik olan Allah’a ait karşılığı=cezâ, böylece bir alışveriş, ticaret olarak üç temel anlama gelir. “Allah, müminlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır (Tevbe, 9/111)” âyetinin bildirdiği üzere din, Allah ile kul arasındaki ilahî bir ticarettir.
Fâtiha Sûresi’ndeki “Mâliki yevmi’d-dîn” âyetindeki anlam budur: Cezâ gününün sahibi. Bu karşılığın bulunması bir kazâ (yargı) ve hesap gerektireceği için cezâ’dan kazâ (yargı) ve hesap yan-anlamları çıkar. Söz konusu üç anlam, alışveriş ilişkisi ve tarafları olarak dinin üç unsurunda da görülür. Din, deyn (borç/karşılık), Rab,deyyân (çok borç/karşılık veren), Abd, medîn=medyûn (borç/karşılık verilen)dur. Şeyhülislam Ebussuûd Efendi’nin de dikkat çektiği gibi, medyûn=borçlu kelimesinin Arapça doğru yazılması gereken şekli olan medîn, aynı zamanda “dini yaşama yeri” olarak şehir anlamına gelir; bu bakımdan medîn kelimesinde “borç verilen” ile “(dindarlık) borcu ödeme yeri” anlamları birleşir.1
Allah ile kul arasındaki rubûbiyet/ubudiyet ilişkisinin özel adı sayılabilecek bu borç verme/alma, idane/tedeyyün ilişkisi, Rab tarafından kula verilen deyn=borcun şeriat oluşu, ‘arş/şer’ ilişkisinde açığa çıkar. Çeşitli ümmetlere gönderilen tikel şeriatların tümel adı olarak şer’, ‘arş’ın tersi, maklûbu, ‘arş ise rubûbiyet=tedbir-i ümûr makamıdır: “Rabbiniz o Allah’tır ki gökleri ve yeri altı günde olarak yarattı, sonra arş üzerine istivâ buyurdu ki emri tedbir ediyor” (Yûnus, 10/3). Allah, mekândan münezzehtir; burada ‘arşın makam olması, Rab için değil, fakat onun işlevi olarak rubûbiyete işaret içindir.
Din, kaynaklarına ve işlevlerine göre ayrılır. Kaynaklarına göre şeriat, millet ve din kelimelerine “zât haysiyetiyle aynı, itibar haysiyetiyle farklı” denir. Allah’ın emrine, Allah’ın buyurması itibariyle şeriat, peygamberin bildirmesi itibariyle millet ve kulların uyması itibariyle din denir. Borç verme/alma, ticaret ilişkisinin taraflarına göre din, dar anlamda ilim=deyn-şeriat, geniş anlamda amel=tedeyyün, en geniş anlamda bu ikisini kapsayan bir ticaret olarak ilahî nizam demektir. Dinin ilmî boyutu, insanın “temizlik ve susuzluk” şeklindeki iki temel hâcetine göre “millet ve şeriat” olarak ikiye ayrılır. Kur’ân-ı Kerîm’de “Ey iman edenler! Müşrikler pislikten ibarettirler” (Tevbe, 9/28) âyetinde buyurulduğu gibi, şirk pisliktir. Dinin “millet” boyutu, kulun şirkin pisliğine bulaşmadan fıtrî temizliğini korumasını, tevhid sayesinde ontik tahareti öğretir. Dinin “şeriat” boyutu, millet sayesinde temizlenen insanın su içerek (şürb) susuzluğunu gidermesine ve bunun karşılığında şükr etmesine yarar. Millet ve şeriat sayesinde temizlenme ve su içme süreci, bir insanın bir pınardan ellerini yıkadıktan sonra su içmesine benzetilebilir.
Dinleri İşimiz Gibi, İşleri Dinimiz Gibi
Din, Allah ile kul arasındaki ilahî bir ticarettir. Daha önceki peygamberlerin çobanlık, terzilik, marangozluk gibi çeşitli meslekleri olduğu halde son din İslâm’ın peygamberinin mesleğinin tüccarlık olması anlamlıdır. İslâm’ın şeriatını getiren şâri’inin Mekkeli bir tüccar, fıkıh olarak kurumsallaştıran fakihinin ise Bağdatlı bir tüccar olması tesadüf değildir. Kur’ân-ı Kerim’de Allah ile kul arasındaki ilişkinin tamamıyla ticarî bir terminolojiyle dile getirilmesi bunun içindir: “Ey iman edenler! Sizi elem verici bir azâbdan kurtaracak bir ticaret yolunu size göstereyim mi?” (Saff, 61/10). Charles C. Torrey (1892)’in gösterdiği gibi, Kur’ân-ı Kerim’de iştirâ (satış), tevfiye (ödeme), karz (borç), kesb (kazanç), ribh (kar), hüsran (iflas), ecir/ücret, hesap, mizan (terazi) gibi temel kavramlarının ticaret ve muhasebe terimleriyle ifadesi, dinin özünde yatan bu onto-teolojik ticaret mantığını gösterir. İnsana düşen, ahdine ve borcuna vefa göstererek ahirette râbihînden (kazananlardan) olmaya çalışmaktır.
Bu açıdan Kur’ân-ı Kerim’de anıldığı şekilde vasat ümmetin dini olarak İslâm, uçlara düşen önceki dinler, Yahudilik ile Hıristiyanlığın ortasını buldu. Yahudilik ile Hıristiyanlığın nasıl uçlara düştüğüne bakıldığında İslâm’ın itidali daha iyi görülecektir. Yahudiliğin Tanrı’yı insanlaştırmasına karşılık Hıristiyanlık insanı tanrılaştırdı. Yahudiler, seçilmişlik inancını aşırıya götürerek “Allah ile pazarlık yapabilen tek millet biziz, Allah bizi değil, biz Allah’ı seçtik” gibi işi akla ziyan iddialara vardırdılar ve ifrata kaçarak ahiretlerini dünyalarına feda ettiler. Şer ve ilahî adalet probleminin etkisiyle peygamber İsa’yı hâşâ tanrılaştıran Katolik Hıristiyanlar ise tam aksine tefrite kaçarak dünyalarını ahiretlerine feda ettiler. Protestanlar da Katolik Hıristiyanlığın dünyanın aleyhine düştüğü bu tefrite tepkinin sonucunda Yahudilerle dünyanın takdisinde buluştular.
Batı’da Protestanlık, geniş anlamda Katolikliğe muhalif Yahudiler ve Protestanları kapsayan cepheyi ifade eder. Max Weber’in “Protestan Ahlakı” dediği şey, “ekonomi olarak din” anlayışının yerini “din olarak ekonomi=kapitalizm” anlayışının almasıdır. İslâm, iki uca düşen bu dinlerin ortasını buldu. Kur’ân-ı Kerim’de geçen, lâfzen “orta yolu tutma” anlamına gelen iktisad kavramında dinin özünde yatan ahlakî ve iktisadî espri buluşur. İslâm, “İlahî bir ekonomi olarak din” anlayışıyla dünyanın da ahiretin de hakkını vermek için gelmiştir. İki dinden farklı olarak İslâm, bütün yapısıyla denge ve itidal dinidir; dünya ile ahiret, ahlak ile şeriat, madde ile mânâ, araç ile amaç, havf ile recâ arasında denge ve itidal.
Müslümanlar, en net Ahîlik örneğinde görüldüğü gibi dünya ile ahiret arasında dengenin kurulduğu bu iktisat dini anlayışıyla afiyete erdiler. Sonra Batı vebası geldi. Batı’nın bilim, teknik ve ekonomiden oluşan seküler teslise dayalı maddî medeniyeti, Müslümanları can evinden vurdu. Müslümanlar, “Hüküm, gâlibindir” anlamına gelen Arapça “el-Hukmü li’l-gâlibi” sözünün fehvasınca Batı’nın üstünlüğünü, onun koyduğu kuralların geçerliğini çaresiz kabullendi; Batı tarzı kapitalistik kalkınma Müslüman ülkelerce ortak bir hedef olarak benimsendi. Ama sonuçta “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olduk”; Batı-tarzı kapitalistik bir ekonomik düzene geçemediğimiz gibi geleneksel ekonomi anlayışımızı ve düzenimizi şekillendiren diyanetimizi, ahlakımızı da kaybettik.
Bunu en çarpıcı, Mehmed Akif ifade eder. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Avrupa’ya seyahate çıkan Âkif, dönüşte Avrupa’yı nasıl bulduğu sorusuna şu veciz cevabı verir: “Dinleri işimiz gibi, işleri dinimiz gibi.” Bunun tercümesi, “Batılıların dinleri bizim işimiz gibi laçka, buna karşılık onların işleri bizim dinimiz gibi sağlam”dır. Bu durum, Müslümanların modern kent ve ekonomiyle, dolayısıyla dünyevî nimetlerle tanıştığı 1980’li, 1990’lı ve 2000’li yıllarda daha kötü hâle gelmiş, dünyevileşme veya sekülerleşme denen yozlaşma had safhaya ulaşmıştır. Seyyidü’l-‘Âlemîn ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın miraçtan sonra “Cennete baktım, oradakilerin çoğunun fakirler olduğunu gördüm. Cehenneme baktım, oradakilerin çoğunun zenginler olduğunu gördüm” buyurması, Müslüman zengin için imtihanın büyüklüğünü gösterir.
Müslümanın Ticaretle İmtihanı
Dinin özünde yatan onto-teolojik ticaret esprisinden dolayı kazanç yolları arasında ticaretin meziyeti vardır. Meselâ Mâverdî, “ziraat, ticaret ve sanat” olarak üç kazanç yolu sayarken İmam-ı Şâfi’î bunlar arasında ticareti üstün görür. Montesquieu ve Hume gibi Batılı bilginlerin de belirttiği üzere, insanın fıtratına uygunluğundan dolayı ticaret, aynı zamanda insanlar arasında hürriyet, ünsiyet, müsamaha ve barışı geliştirme işlevi görür (Howse 2006). İslâm tarihine bakıldığında da ticaretin Müslümanlar tarafından sadece bir kazanç yolu değil, aynı zamanda İslâm’ı tebliğ vasıtası olarak işlediği görülür. Gerçekten İslâm, dünyanın en uç noktalarına kadar Müslüman tüccar vasıtasıyla ulaşmıştır. Örneğin İslâm’ın İspanya üzerinde Avrupa’ya girişinde Müslüman tâcirler önemli rol oynamıştır. Keza İslâm, Afrika, Asya ve Avrupa’nın birçok bölgesine de ticaret yoluyla girmiştir.
Ticaret, Allah/kul ilişkisinde olduğu kadar Kul/Kul ilişkisinde de “iki ucu keskin kılıç” sayılabilecek bir önem ve risk taşır. Klasik sosyolojinin iki büyük devi Marx ile Weber’in kavramlarıyla Müslüman tâcir=zenginin imtihanı temelde sınıf ve statüyle ilgilidir. Sınıf ve statü kavramları, Müslümanın meşru kazanma ve harcama yollarına işaret eder. Bu ikisi birbirinden ayrılamayacak ortak bir İslâmî şuura bağlı olsa da kazanma yolunun meşruiyeti, fıkh-ı zâhir, harcama yolunun meşruiyeti ise fıkh-ı bâtın denen tasavvuf şuuruna, takva derecesine bağlıdır. Zaten helalinden kazanma şuurunu taşıyan biri, haram veya mekruh yoldan harcama yoluna sapamaz; Müslümanca kazanan Protestanca harcayamaz, Müslüman bir sınıfa erişen Protestan bir statüye geçemez.
Müslüman için helal ticaret ideali dillendirildiğinde hemen “sistem bozuk” mazereti öne sürülür. Bununla temelde faizle işleyen ekonomik sistem kasd edilir. Ancak 1980’li yıllara kadarki dönemde de sistem faizle işlediği halde alışverişler çok daha sağlamdı. İster aynı şehirde, ister farklı şehirlerarasında ticarî ilişkiler, çek-senet gibi işlemlere başvurmadan sadece sözlü anlaşma ve güvene dayalı olarak yürürdü. Kamil Yazıcı (2012: 14, 30, 129)’nın dediği gibi “faiz ve senet icat oldu, mertlik kayboldu.” Bu, dinin özündeki borç esprisini yansıtan “el-Va’dü deynün” (Vaat, borçtur) düsturunun bir tecellisiydi. Bugünse çek-senet gibi resmî belgelere rağmen sözün bir anlamı kalmamış, ticarî ilişkiler iyice yozlaşmıştır. Demek ki burada sistemik bozukluğun ötesinde giderek derinleşen bir ahlakî bozulma söz konusudur. Bozuk sistemi doğuran, faizin ötesinde asıl niyetlerin bozukluğudur.
Bir Yahudi, Hıristiyan veya ateist, benimsediği faiz sistemi içinde oyunun kurallarına uygun dürüst davranabilir. Ancak bugün Türkiye’de maalesef şeytanın, faiz sistemini benimsemiş olanların bile aklına gelmeyecek ticarî hileler karşısında müftüler şaşkına dönmüşlerdir; internetteki fetva sitelerine gelen sorularda görüldüğü gibi. Örneğin birileri, kredi kartı ile aldıktan hemen sonra altını satarak paraya çevirmeyi, hatta bazen fiilen altın bile almadan doğrudan kredi kartlarından çekilecek paranın ödenmesini talep etmektedirler!
Ticaretin özü, aynî ürünler, mallar arasında bir alışveriş olmasıdır. “Allah, müminlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır” (Tevbe, 9/111) âyetinde olduğu gibi. Buna göre yukarıdaki örnekten de anlaşılabileceği gibi bugün ticaretin temel âfeti, giderek malın ortadan kalkması, dolaylı olarak faizciliğin yaygınlaşmasına yol açan ticaretin sanalleşmesidir. Faizcilik, çok eski tarihlere giden bir haramdır. Milattan önce iki binli yıllarda ünlü Hammurabi Kanunları’nda tapınaklarda yapılacak borç işlemleri, vadeden önce ya da vadesi gelen borcun tahsil usulleri, alınacak faiz oranları ile rehin, ipotek ve kefalet şekilleri tafsil edilmiştir. Bunlara göre tahıl, hurma ve madenler için geçerli olmak üzere borçlanmada yıllık faiz % 33, % 20 veya % 12 yi geçemezdi. Eski Mısır’da tefeciliği ve bileşik faizi yasaklayan yasalar vardır.
Ancak alışveriş aracı olarak değişim mallarının yerini banknotun alması, 1637’de Venedik Bankası’nın kuruluşuyla çek ve banknot kullanımının başlamasıyla birlikte faizcilik yaygınlaşmıştır. Bugün Müslümanlar arasında malın varlığının şüpheli hale geldiği ticarî işlemlerin yaygınlaşması, dolaylı olarak faizciliğin de yaygınlaşması demektir. Örneğin artık katılım bankası denen faizsiz finans kuruluşlarındaki murabaha işleminden hanımlar arasındaki altın gününü model alan kuralı ev ve araba satışı usûlüne kadar birçok uygulamada malın mevcudiyeti=malumiyeti, dolayısıyla ticaretin meşruiyetiyle ilgili şüphe vardır. Dolayısıyla bugün sanal alışveriş yerine somut mal üzerinden reel alışveriş, sahici ticaret usulüne dönmek zorundayız.
Din Ticaretinden Ticaret Dinine
Bir Yahudi’nin tepkisine karşılık Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin açıkladığı gibi, hadis-i şerifte geçen “Dünyanın mümine zindan, kâfire cennet” olması, ahiretteki konumlarına göre izafîdir. Bugünse Müslümanlar maalesef ne dünyayı ahiretteki muhtemel konumlarına göre zindan, ne de kâfirlerin yaptığı gibi cennet hâline getirebiliyorlar. Bu bakımdan şu yaşadığımız dibine kadar yozlaşmış çağda Müslümanların trajedisi, ne dünyanın, ne ahiretin hakkını veremeden iki arada bir derede kalmaktır. Altın bile almadan doğrudan kredi kartlarından çekilecek paranın ödenmesi talebinin dinen hükmünü soranlar, acaba dini oyuncak hâline getirdiklerinin, “ticaret dinini din ticaretine” çevirdiklerinin farkında mıdırlar? Ancak Kur’ân-ı Kerim’de müteaddit âyetlerde geçtiği gibi, ümitsizlik kâfirlere has olduğu için daima ümitvâr olmalıyız. Bu trajediden çıkış için dünya/ahiret dengesine oturmuş maddî ve manevî ticaretin hakkını vermek, “din ticaretinden ticaret dinine” dönmek zorundayız.
Bu konuda alacağımız rehber, ilmi ve ameliyle ideal ticaretin örneğini veren İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe efendimizdir. Muhammed Ebû Zehrâ (1947: 405-411)’nın da belirttiği gibi akitlere dair verdiği tafsilatta Ebû Hanîfe’nin ticaret hayatının izini görüyoruz. Murabaha, tevliye, vedîa, işrâk ve selem2 yoluyla elbise alışverişinden bahs ederken kumaş tâciri Ebû Hanîfe’yi görüyoruz. Karşımızdaki, elbise hakkındaki halkın örflerine, çağının alışveriş tarzına vâkıf bir fakihtir. Hatta bakıyoruz, elbiselerin çeşitlerini, özelliklerini anlatıyor, onlar hakkındaki teamülü beyan ediyor, mübadele yollarını gösteriyor, vasıflarına, hususiyetlerine işaret ediyor. Bunlardan bahs eden fakihin bu konuda tecrübe ve vukuf sahibi olduğunu anlıyoruz.
Ebû Hanîfe ile arkadaşlarının akitlere dair hükümleri dört esasa bağladıkları görülür: 1- Semen ve bedelin bilinmesi, 2- Ribâdan kaçınma, 3-Örf ve âdete itibar, 4- Ticaret namusu ve ahlâkına itimat.
1- Birinci asıl, bedeli bilmektir ki bu nizânın önlenmesi için şarttır. Tevliye ve işrâkde asıl fiyatın, murabahada kâr miktarı, selemde re’sü’l-mâl ile müslemün fîh’in bilinmesi şarttır.3 Şeriata göre akdin esası, bedelin tam olarak bilinmesidir, bilinmediği takdirde nizâya yol açar. Akitte bir kelimenin bile önemi vardır; tarif, ileride insanlar arasında dostluğu bozan husumetlerin ortaya çıkmasını, işlerin karışmasını, mahkemelerin boş yere meşgul edilmesini önler. Bu tür nizâlara meydan vermemek için akitte her şeyin tam olarak belirlenmesi şarttır.
2- İkinci asıl, ribâdan ve ribâ şüphesinden sakınmaktır. Bu, İslâm’da her tür satışta geçerli genel bir ilkedir. Zira Türkçe’de faiz denen ribâ, her çeşidiyle Kur’ân ve Sünnet’in şiddetle men’ ettiği, fıkıhta akitler arasında en olumsuz işlemdir. Hz. Peygamber’in şöyle dediği rivayet olunur: “Bir dirhem ribâ, kişinin otuz üç defa zina etmesinden daha kötüdür. Eti haramla beslenen ancak ateşe lâyıktır.” Ribâya karşı tavizsiz davranan Ebû Hanîfe, öyle ki dâru’l-harpte bile müslim ile harbî arasında ribâya cevaz vermez. Bu derece haram olduğundan malları bâtıl olarak yemekten korumak için bu akit bozulur. Mâlî akitlerde esas, taraflar ve şeriat nazarında eşitliktir. Hâlbuki şeriat nazarında ribâ, kabul edilemeyecek batıl bir fazlalıktır; yargı, ribâ içeren akitleri geçerli saymaz.
Mezhebimizin imamı Ebû Hanîfe’nin ribâ konusundaki bu hassasiyeti ve “sedd-i zerâi’” denen harama=ribâya giden yolların tıkanması gerektiği ilkesi uyarınca bugün normal bankalardan kredi kartı kullanmanın bile caiz olmadığı hükmü rahatlıkla verilebilir. Ancak zarurî ve faizsiz finans kuruluşlarından olmak şartıyla kredi kartı kullanılabilir.
3- Üçüncü asıl, örftür. Nassın varit olmadığı akitlerde örfe göre hüküm verilir. Örfün kabul ettiği alınır, kabul etmediği bırakılır. Meselâ elbisede boyacının ve terzinin ücreti gibi örfe göre ilâvesi câri olanlar, murabahada ilk fiyata eklenebilir, câri olmayanlar ise eklenemez. Kâsânî bu hususta şöyle der:
“Temizleyici, çırpıcı, boyacı, yıkayıcı, örücü, terzi ve simsar ücretlerinin sermayeye ilâvesinde bir beis yoktur. Örfe göre murabaha ve tevliye olarak hepsi fiyata katılır. Çünkü tüccar arasındaki âdete göre bu gibi masraflar sermayeye eklenir, sermayeden sayılır. Hz. Peygamber, “Müslümanların güzel gördüğü Allah indinde de güzeldir” buyurduğundan Müslümanların örf ve âdetleri mutlak hüccettir. Yalnız satarken “Bunu şu kadara aldım” yerine “Bana şu kadara mâl oldu” demesi uygundur. Çünkü birincisi yalan, ikincisi doğru olur. Çoban ücreti, baytar ücreti ve kendi için harcadıkları sermayeye eklenmez, zira tüccar arasında bu tür masrafların sermayeye ilâvesi teamülü yoktur. Bu yüzden ilk akde göre belirlenen fiyat üzerinden murabaha ve tevliye gerçekleşir.
4- Ticarî muamelelerde dördüncü asıl emanettir, ticarî namustur. Zaten bütün İslâmî akitlerin aslı emanete dayanır, çünkü insanlar arası ilişkilerde faziletin başı emanettir. Murabaha, tevliye gibi akitler, fıkhen bu esasa dayanır. Zira müşteri, namusuna güvenerek bâyinin söylediği fiyata şahitsiz ve yeminsiz inanır. Öyleyse her tür hıyanet ve töhmetten onu korumak gerekir. Kâsânî, bu konuda şöyle der: “Emaneti korumak için ne gerekiyorsa yapmak vaciptir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: Ey iman edenler! Allah’a ve Resulüne hıyanet etmeyin, bile bile emanetinize hıyanet etmiş olursunuz.” Hz. Peygamber Efendimiz de “Bizleri aldatan bizden değildir” buyurmuştur.
Ticarî ilişki ve sözleşmeler hakkında Ebû Hanîfe’den aktarılan ve sınanan ilke ve kurallar bunlardır. Bunlar, onun dindarlık ve takvasıyla birleşmekte, ticaret hayatındaki tecrübelerine olduğu gibi umumî fıkıh usûl ve sistemine uygun düşmektedir.
Fakrdan Fütüvvete
Dinin özünde yatan ticaret esprisi açısından İslâm’ın şeriatını getiren peygamberinin Mekkeli, bu şeriatın fıkhını yapan âliminin de Bağdatlı bir tâcir olması tesadüf değildir. İmam-ı A’zam efendimiz, bu bakımdan ilahî bir ticaret olarak din anlayışının bayraktarıdır; onun bu öneminin bugün bile idrak edilememiş olduğunu söylemek mübalağa olmayacaktır. Onun önemi, ancak ilahî bir ticaret olarak dinin özel adına vukufla anlaşılabilir. Ahîlik’te görüldüğü gibi, dinin özel adı hikmet, onun özel adı tasavvuf, onun özel adı fütüvvet, onun özel adı uhuvvet, onun da özel adı mürüvvettir.
Çobanoğlu Fütüvvetnâmesi’nde olduğu gibi sufîler, Türkçe kaynaklarda “yiğitlik, ahîlik, şeyhlik” denen “fütüvvet, uhuvvet, mürüvvet” kavramlarını dinin üç boyutunu oluşturan “şeriat, tarikat, hakikat”e karşılık alır (Anadol 1991: 71). Şeriat Allah’a, fütüvvet kula aittir. Dolayısıyla burada fütüvvete mütekabil alınan şeriattan kasıt, teşerrü’, yani şeriatın uygulaması, dindarlıktır. Geniş anlamda kullanıldığında din, hem ilim, hem amel, hem din, hem dindarlığı kapsar.
Buna göre peygamber vârisi âlimlerin pîri İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe rahmetullâhi ‘aleyh efendimiz, ilahî bir ticaret olarak dinin özel adı olarak tasavvuf=fütüvvetin timsalidir.
Tasavvuf terimi ortaya çıkmadan önce ‘Asr-ı Saadet’te ilahî bir ticaret olarak din, fakr kavramıyla anlatılıyordu. Fakr/ğınâ kavram çifti, Allah/Kul ile Kul/Kul arasındaki ticarî ilişkinin özünü oluşturur. “Sûfî garibdir, karibdir” sözüyle anlatılan kurbet/gurbet, fakr/ğınâ gibi kavram çiftleri, kulun birbirine bağlı olarak aynı anda Allah’a ve diğer kullara karşı konumunu ifade eder. Yani, fakir veya sûfî, insanlara uzak (garib), Allah’a yakın (karib), insanlardan gayr-i muhtaç (ğanî), Allah’a muhtaç (fakir)tır.
Buradan anlaşabileceği gibi fakr/ğınâ, zenginlik/yoksulluk gibi durumsal olmaktan çok ihtiyaçla ilgili ilişkisel kavramlardır. Fakr, lâfzen muhtaçlık, ontik anlamda sadece Allah’a muhtaçlık demektir. Ancak bu muhtaçlığın muhtevasının, insanın Allah’a nasıl muhtaç olduğunun izahıyla ancak Seyyidü’l-Kevneyn ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın “Fakr, fahrımdır” hadisinde belirttiği fakrın anlamına nüfuz edilebilir. Sûfilerin dilindeki “el-Fakîru lâ yemlikü ve lâ yümlekü=Fakir, ne sahip olur, ne de sahip olunur” sözünde ifade edildiği üzere, Osmanlı sûfilerinde de gördüğümüz fakrın tarifi, “adem-i temlik ve iskât-ı izâfât”tır (Tatçı 2008). Meşhur sûfî Semnûn el-Muhib, bunu şöyle ifade eder: “Tasavvuf, sûfînin bir şeye mâlik olmaması ve Allâhü Teâlâ dışında bir kimsenin de ona mâlik olmamasıdır” (el-Attâr 2009: 501, 729).
Buna göre fakrın zıddı ğınâ kavramının, Türkçe meallerde olduğu gibi Allah için istiğnâ veya zenginlik olarak tercümesi fahiş bir yanlıştır. İstiğnâ, zenginliğe götürebilir ama zenginlik insanı illa ğınâya ve ğınâ da illa fütüvvete götürmez. Bir insan zengin olduğu halde pekâlâ fakir (muhtaç) ve ğanî (gayr-i muhtaç) olduğu halde pekâlâ hasis olabilir. Hedef, fakrdan ğınâya, ğınâdan da fütüvvete geçmektir. Seyyidü’l-Kevneyn ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın “Veren el, alan elden üstündür” hadisinde belirttiği üzere fütüvvete, basit anlamda vericilik denebilir ki Türkçe’deki alp veya alp eren bunun karşılığıdır.
Bu fakr/ğınâ ilişkisi, İmam-ı A’zam’ın şahsında tecessüm eder. Öğrencisi Abdullah b. Mübarek anlatır: “Onun aleyhinde nasıl konuşursunuz ki kendisine dünya mevkileri ile büyük paralar sunulduğu hâlde bunların hepsini reddetmiş, sopa ile dövülerek işkence görmüştür. O, başkalarının ardından koştuğu ve şiddetle arzuladığı yüksek makamları kabul etmemiştir. Başkaları dünyanın nimet ve makamlarını istediği hâlde dünya onlardan kaçar, hâlbuki dünya Ebu Hanife’ye yönelip geldiği halde o bundan kaçmıştır” (Saymerî 1976: 34, Zorlu 2013). Devlette başkadılık gibi görevler almaktan kaçınan Ebû Hanîfe, ticaret ile geçimini sağlama yolunu tutmuştur. Onun dükkânı Daru’l-Amr b. Hâris sokağında olup meşhurdu (Keskioğlu 1975: 66).
O, “sahip olunmadığı” gibi “sahip olmamıştır”. İmam-ı A’zam, ilim yanında kumaş ticaretiyle uğraşan bir zengindi. Fakat bu zenginliğine rağmen bol bol sadaka verir, dünya malına kalbini bağlamazdı. Bu mübarek âlim, bir gün ders verirken bir adam mescidin kapısından seslendi:
“Ya imam, senin malları taşıyan gemi batmış.”
O, şöyle bir durduktan sonra “elhamdülillâh” dedi.
Bir süre sonra aynı adam yeniden gelip haber verdi:
“Ya imam, bir yanlışlık olmuş. Batan, senin mallarının olduğu gemi değilmiş.”
Mübarek imam, bu habere de şöyle bir durduktan sonra “elhamdülillâh” diye karşılık verince haberi getiren kişi hayretle sordu:
“Ya imam! Geminin battığı haberini getirdim, “elhamdülillâh” dedin. Batan geminin seninki olmadığını haber verdim, gene “elhamdülillâh” dedin. Nedir bunun hikmeti?”
İmam-ı A’zam izah etti:
“Mallarımın olduğu geminin battığı haberi gelince kalbimi şöyle bir yokladım. Dünya malının elden çıkmasından dolayı en küçük bir üzüntü yoktu. Bu sebeple Allah’a hamd ettim. Geminin batmadığı haberi gelince yine kalbimi yokladım ve dünya malına kavuşmaktan dolayı kalbimde herhangi bir sevinç duymadığımı gördüm. Dünya malına karşı bu kayıtsızlığı bağışladığı için de Rabbime hamd ettim.”
Ulaştığı bu fakr, onu ğınâya, bu da fütüvvete götürmüştür. Onun için ticaret ve kazanmanın gayesi, mal edinme ve biriktirme değil, kendisinin ve insanların ihtiyaçları için sarf etmekti. Sehl b. Müzâhim şöyle anlatırdı: “Bir defasında Ebû Hanîfe’nin evine gittim. Yerde yaygı olarak sadece hasır seriliydi. Ona “Bunca geniş aileniz varken ne dünyalık, ne makam kabul ediyorsunuz” deyince Zâriyât suresi 22. âyetini okuyarak şu cevabı verdi: “Ailem için Allah bana kâfidir. Bana bir ayda gıda için iki dirhem yetmektedir. Allah’ın hesap soracağı şeyi niye boşuna biriktireyim ki? Kişi toplayıp biriktirdiği maldan –ister taatte ister isyanda sarf etmiş olsun- Allah katında sorguya çekilecektir. Herkesin rızkına Yüce Allah kâfi değil midir?” (el-Heytemî 1324: 44-45).
Ebû Hanife, çok zengin olduğu hâlde Hz. Ali’nin sözüne istinaden hiçbir zaman elinde 4000 dirhemden fazla para tutmamış, bu kadar parayı da kendisi ve çoluk-çocuğunun geçimi için ayırmış, gerisini yakın çevresindeki fukaraya, öğrencilerinden ihtiyaç sahibi olanlarla Mekke ve Medine’de bulunan ilim adamlarının ihtiyaçlarına harcamıştır.
Rivayet edildiğine göre Ebû Hanîfe, ailesi için her erzak alacağında önce yakın çevresindeki ilim adamlarının evine gönderir, sonra kendisi için alırdı. Onun ikram anlayışı Kur’ân’ın ilkelerine tam anlamıyla uygundu. Birilerine sadaka veya hediye kabilinden ikram edeceğinde mümkün olduğunca malın en iyisini, kendisi için aldığında idare edenini alırdı (el-Heytemî 1324: 42-46, Saymerî 1976: 2-3, 48).
Şakîk’ın rivayetine göre, bir gün yolda giderken Ebû Hanîfe’yi gören bir kişi yolunu değiştirerek kaçmıştı. O, ona seslenerek neden yolunu değiştirdiğini sormuş, adam da “Sana 100 dirhem borcum vardır, müddet epey uzadı, utandığım için yolumu değiştirdim” cevabını verince Ebû Hanîfe şöyle karşılık vermişti: “Sübhanellah! Borç seni bu hâle getirdiyse ben sana o paranın tamamını bağışladım; artık gizlenme, benden dolayı kalbine korku girdiği için de hakkını helal et” (el-Heytemî 1324: 43).
Onun ticaretteki düsturu, Hz. Ebû Bekir Sıddık’ın şu ilkesi idi: “Güzel muamele, takvâ, ribâ şüphesinden uzak makul bir kâr.” Bir malı satın alırken de sattığındaki gibi emanet ilkesine riayet ederdi. Bir gün dükkânına gelen bir kadın ona yüz dirhem karşılığında ipek bir elbise satmak istemişti. Ebû Hanîfe, incelediği elbisenin daha çok edeceğini söyleyince kadın da fiyatını iki yüz dirheme çıkarmıştı. O, tekrar daha çok edeceğini söyleyince kadın da elbisenin fiyatını dört yüz dirheme kadar çıkarmıştı. Mübarek imam, elbisenin daha da çok edeceğini söyleyince kadın, “Sen benimle alay mı ediyorsun?” diye çıkışmıştı. Bunun üzerine imam, “Bir adam getir de ona kıymet biçsin” deyince kadın da bir bilirkişi getirmiş, bilirkişi de elbiseye beş yüz dirhem fiyat biçmişti. Başka bir gün de Ebû Hanîfe kendisinden bir elbise almak isteyen bir kadına dört dirheme almasını söylemişti. Kadın “Benimle alay etme, ben yaşlı bir kadınım” deyince imam, “Ben iki elbise satın almıştım, bunlardan birini dört dirhem dışında sermayesine satmıştım, dolayısıyla bu elbisenin fiyatı dört dirheme inmiş oldu” cevabını vermişti (el-Heytemî 1324: 44).
El Kârda, Gönül Yârda
Müslümanın ideali, dünya/ahiret dengesine oturmuş maddî ve manevî ticaretin birleştiği, Kul/Kul arasındaki ticaretin hakkını vermenin Allah/Kul arasındaki ticaretin hakkını vermeye, takvaya bağlı olduğu bir hayat felsefesine göre yaşamaktır. “El kârda, gönül yârda” ve “Halk içinde Hakla beraber” sözü, Müslüman tâcirin bu hayat felsefesini özetler.
Bu düsturlar, şu âyetten çıkar: “Kendilerini ne ticaretin, ne de alışverişin Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymadığı adamlar (O’nu tesbih ederler). Onlar, kalplerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar (Nûr, 24/37)”. İmam-ı A’zam efendimiz, “el kârda, gönül yârda” düsturunun ideal örneğidir.
Piyasada alışveriş işlerine vâkıf bir tâcir olan İmam, günlük hayatında ibadet, ilim ve ticaret vakitleri arasında âdil bir taksim yapmıştı. O, bir âbid olarak geceleri ibadet ve niyazla geçirir, bir âlim olarak sabahtan öğleye kadar ilme yoğunlaşır, fıkhî tetkik ve müzakereler yapar, meseleleri halleder, kaideler, usûller tesbit ederken öğle namazını kıldıktan sonra bir tâcir olarak ticarî işlerine bakardı. Onun mâlî fıkhında ticarî düşünüşünün izi görülebilirdi. Ticarete ilişkin İslâmî akitlerde ticaretin içinde bir tâcir kafasıyla düşünüyor, Kitap ve Sünnet kadar insanların muamelelerine vâkıf bir ilim ve ticaret adamı olarak şer’î naslarla içtimaî muameleleri ustaca bağdaştırıyordu (Ebû Zehrâ 1947: 405-411).
Onun felsefesinde ticaret, sadece para kazanma değil, halka hizmet aracıdır. Ticaret, halkın ihtiyaç duyduğu şeyleri sağlama faaliyeti kadar aynı zamanda bir ibadettir. Ona göre ticarette dürüstlük ve güven esastır. Ticaret erbabı, malları stok etmemeli, yalan konuşmamalı, karaborsacılık yapmamalıdır. Böyle olunca ticaret, sahibine ibadet sevabı kazandırır (Keskioğlu 1975: 61).
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
KAYNAKÇA
Anadol, Cemal (1991) Türk-İslam Medeniyetinde Ahîlik Kültürü ve Fütüvvetnameler. Ankara: Kültür Bakanlığı.
el-Attâr, Ferîdüddîn (2009) Tezkiratü’l-Evliyâ. Muhammed el-Asîlî el-Vastânî (Arapça’ya çev.), Muhammed Edîb el-Câdir (yay.), Dımaşk: Dâru’l-Mektebî.
el-Beyâzî, Kemâlüddîn Ahmed (2007) İşârâtü’l-Merâm min ‘Ibârâti’l-İmâm. Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyye.
Canan, İbrahim (2003) “Peygamber Efendimiz’in Sünnetine Göre Ticaret Esasları,” Yeni Ümit 15/60 (Nisan-Mayıs-Haziran).
Düzenli, Pehlül (2012) Şeyhülislam Ebussuûd Efendi ve Fetvaları. İstanbul: Osmanlı Araştırmaları Vakfı.
Ebû Zehrâ, Muhammed (1947) Ebû Hanîfe: Hayâtühû ve ‘Asruhû Ârâühû ve Fıkhühû. Kahire: Dâru’l-Fikri’l-‘Arabî.
el-Heytemî, Ahmed Şihâbüddîn (1324) el-Hayrâtu’l-Hısân fî Menâkıbi İmâmi’l-A’zam Ebî Hanîfete en-Nu’mân. Kahire: Matbaatü’s-Saadet.
Howse, Robert (2006) “Montesquieu on Commerce, Conquest, War and Peace,” Brooklyn Journal of International Law 31/3: 693–708.
Keskioğlu, Osman (1975) Fakih Sahabiler ve Mezhep İmamları. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı.
Saymerî, Ebu Abdillâh Hüseyin b. Ali (1976) Ahbâru Ebî Hanifete ve Ashâbihî. Beyrût: Dâru’l-Kitâbi’l-‘Arabî.
Tatçı, Mustafa-Özay, İbrahim-Babacan, İsrafil (2008) “Şeyh Mustafa Selâmî Efendi Şerh-i Âşık Yûnus,” Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi 9/22: 161-200.
Torrey, Charles C. (1892) The Commercial-Theological Terms in the Koran. Leiden: Brill.
Yazıcı, Kamil (2012) Ortak Akıl: Tahtakale’deki Bir Hırdavatçı Dükkânından Anadolu Holding’e Uzanan Azmin Öyküsü. İstanbul: Anadolu.
Zorlu, Cem (2013) Âlim ve Muhalif: İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin Siyasî Otorite Karşısındaki Tutumu. İstanbul: İz.
1 Arap dili gramer kurallarının fetvâ konusu olduğu bir diğer husus, fetvâ kaynaklarında bazı fıkhî tabirlerin yazılım biçimidir. Nitekim “medyûn” tabirinin “i’lâlı muktazî olub medîn” şeklinde yazılması gerekirken, “fukahâ, kütüb-i Fetâvâda hatayı kabul edüb cümlesi medyûn” şeklinde yazmıştır denilmiştir. Bunun sebebi sorulduğunda Ebussuûd Efendi şu cevabı vermiştir: “Medîn yazmış dahî olmasa bu hata değildir. Benû Temîm kavlidir. Hata olsa da fukahâ katlarında hata-i müst’amel, savâb-ı nâdirden hayırlıdır” (Düzenli 2012: 213).
2 Murabaha, bâyiin, malı maliyeti üzerine malûm bir kâr koyarak; tevliye, koymadan aldığı fiyata satmasıdır. İşrâk, kârsız olarak malın bir kısmını satıp başkasına ortak yapmak; vedîa, fiyatından daha aza, selem, para peşin, mal sonra verilmek üzere peyle satmaktır.
3 Selem akdinde peşin bedele “re’sü’l-mâl”, bu bedeli ödeyen tarafa “rabbü’s-selem” (müslim), karşı bedele, yani satılan ve veresiye olarak alınacak mala “müslemün fîh”, bunu borçlanan tarafa “müslemün ileyh” denir.