BİR AVUÇ ATEŞ
عَنْ اَنَسِ بْنِ مَالِكٍ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ قَالَ
قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّي اللهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ : يَأْتِي عَلَي النَّاسِ زَمَانٌ اَلصَّابِرُ فِيهِمْ عَلَي دِينِهِ كَالْقَابِضِ عَلَي الْجَمْرِ
Hz. Enes b. Mâlik (r.a)’ten nakledildiğine göre Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
“İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o gün dininin gereklerini yerine getirmek için sabreden kişi, avucunda kor ateş tutan kimse gibi olacaktır.” (Tirmizî, Fiten 73)
Bundan 1400 küsur yıl önce Mekke’de Bathâ Vadisi’nde işkence gören insanların feryatları yankılanıyordu. Bu insanlar, Mahzumoğulları’nın zorbaları tarafından akıl almaz işkencelere tâbi tutulan Hz. Yâsir, eşi Hz. Sümeyye ve oğulları Hz. Ammar (r.anhüm) idi.
Müşrikler dininden döndürmek için Hz. Yâsir’i (r.a) kızgın çöl kumlarına yatırıp işkence yapmaya başladı. İşkence, günlerce sürdü. Bir defasında Hz. Peygamber (s.a.s) yanlarına uğradığında Hz. Yâsir (r.a), “Ey Allah’ın Elçisi, bu işkence böyle sürüp gidecek mi?” diye sordu. Rasûlullah Efendimiz (s.a.s), “Sabret!” buyurdu ve “Ey Allahım! Yâsir ailesini bağışla! Şüphesiz Sen emrini yerine getirirsin.” diye dua etti.[1] Onları kurtarmak için elinden bir şey gelmeyen Allah Rasûlü (s.a.s) çok üzülüyordu. Teselli vermek için sık sık yanlarına uğruyor ve “Sabredin ey Yâsir ailesi! Müjdelenin![2] Sizin kavuşma yeriniz cennettir.” buyuruyordu.[3] Hz. Yâsir (r.a), yapılan eziyetlere daha fazla dayanamayarak şehid oldu. Onun şehadeti bir yenilgi değil, zaferdi. Çünkü müşrikler ondan istediklerini alamamışlardı. Hz. Yâsir (r.a) son nefesine kadar dininde sebat etmiş: “Allah bir! Allah bir!” diyerek inancını haykırmıştı.[4]
Putperest zorbalar Hz. Yâsir’den (r.a) sonra Hz. Sümeyye’ye (r.anhâ) yöneldi. Hz. Sümeyye (r.anhâ), işkencecilerin başı Ebû Cehil’in ağır hakaret ve eziyetlerine kararlılıkla direndi. O da eşi Hz. Yâsir (r.a) gibi dilinden “Allah bir!” sözünü düşürmedi. Fakat Ebû Cehil’in vazgeçmeye niyeti yoktu. Bu işi bir onur meselesi haline getirmişti. Nasıl olurdu da Mekke’nin köleleri, efendilerinin dinini terk eder; üstüne üstlük bunca işkenceye rağmen bu dinde sebat ederdi. Ebû Cehil, adamlarına Hz. Sümeyye’nin (r.anhâ) bir bacağını bir deveye diğer bacağını da diğer deveye bağlayıp develeri zıt yönde sürmelerini emretti. Hz. Sümeyye’nin (r.anhâ) vücudu bu korkunç işkenceyle parçalanırken dilinden dökülen “Allah bir!” sözü Bathâ Vadisi’nde yankılanıyordu. İyice kuduran Ebû Cehil, son anlarını yaşayan bu mübârek hanımın direncini kırmak için bütün gücüyle yüklendi. İşte bu esnada Hz. Sümeyye (r.anhâ), artık kabına sığmayan imanıyla Ebû Cehil’in suratına tükürdü. Ebû Cehil bir kez daha yenilmiş; dahası Hz. Sümeyye’nin (r.anhâ) dağlar kadar yüce imanı altında ezilmişti. Hz. Sümeyye (r.anhâ) için ise artık şehadet vakti gelmişti. Cennete uçmak için Ebû Cehil’in, kalbine saplayacağı mızrak önemsiz bir ayrıntıdan başka bir şey değildi. Hz. Yâsir ve Hz. Sümeyye (r.anhümâ) İslâm’ın ilk şehidleri oldu. Sadece Allah’ı büyük tanıyarak ve sabrı kuşanarak zafere ulaşmışlardı.[5]
Bathâ Vadisi’nin çakıl taşları bir destana tanıklık etti. Mekkeli sıradan insanlar sabırlarıyla zalimleri yenmişti. Peki, ama bu insanlar, böylesine bir direnci nasıl gösterebiliyorlardı. Elbette ki bunun sırrı imanlarındaydı. Onlar hakikî imanın sırrına ermişlerdi. Ve “Hakikî imanı elde eden bir insan, kâinata meydan okuyabilirdi”.[6]
İslâm’ın ilk yıllarında Müslümanların batıl karşısında en büyük silahları sabırdı ve bu silah müşrikleri çileden çıkaran en önemli direniş sembolüydü. Müşrikler bu silahı alt edebilmek için en aşağılık metotlara başvurmaktan geri durmadı. Meselâ Hz. Habbâb b. Eret’i (r.a) yakalayıp bağladılar. Sonra da hiç acımadan yaktıkları ateşin içine attılar. Bu arada azılı bir müşrik onun göğsünün üstüne basarak kaçmasına engel olmaya çalışıyordu. Daha sonra bu olayı anlatan Hz. Habbâb (r.a), müşriklerin ateşi söndürmeye tenezzül etmediklerini şu sözleriyle haber verdi: “Ateşi sırtımdan damlayan yağlar söndürdü.”[7]
Hz. Bilâl de (r.a) işkenceden en çok nasibini alanlardandı. Ümeyye b. Halef kölesini yola getirmekte kararlıydı ve ona en ağır eziyetlerde bulundu. Kızgın çöl kumlarının üzerine yatırıp aç-susuz bırakarak, döverek ve ağır kayaların altında ezerek işkence yaptı. Bütün bu yapılanlar Hz. Bilâl’i yolundan döndüremedi ve Hz. Bilâl (r.a) en ağır kayaların altında ezilirken bile, “Ehad! ehad! – Allah bir! Allah bir!” diye haykırıyor; üstelik “vallahî sizi bu kelimeden daha çok kızdıracak bir kelime bilseydim onu söylerdim” diyerek meydan okuyordu.[8]
İşkence… İşkence… Mekke’de Müslüman olduğunu söyleyip de işkenceden kurtulan bir tek kişi bile yoktu. Allah’ın Sevgili Elçisi (s.a.s) bile defalarca azgın kafirlerin taarruzuna uğradı. Müşrikler özellikle onun Kâbe’de namaz kılmasına dayanamıyorlardı. Onlara göre bu bir meydan okumaydı. Gerçekten de İslam, şirk düzeninin ve tağutların hakimiyetine karşı Allah’ın hakimiyetini haykıran bir meydan okumaydı ve namaz da bu başkaldırının en önemli sembolüydü. Azgın kafirler, Allah Rasûlü secdedeyken ona türlü eziyetler yaptı. Bir defasında, bu ümmetin firavunu Ebû Cehil’in kışkırtmasıyla Ukbe b. Ebî Muayt, içi pislik dolu bir deve işkembesini secdedeki Elçi’nin (s.a.s) kürek kemikleri arasına koymuştu. O gün Allah Rasûlü (s.a.s), kızı Fâtımâ (r.anhâ) koşup gelene kadar uzun süre secdeden kalkamamıştı. [9]
Başka bir seferinde de yine Ukbe, hırkasını boynuna dolayarak onu boğmak istedi. Hz. Ebû Bekir (r.a) yetişip kurtarmasa az kalsın nefesi tamamen kesilecekti.[10] Yine bir gün Allah’ın En Sevgili Kulu (s.a.s), bayılıncaya kadar dövülmüştü.[11]
Sabır Işıktır
Başta Rasûlullah aleyhisselâm olmak üzere ilk Müslümanlar işkencelere kararlılıkla direndi. Bu yolda sabır; gündüz azıkları, gece yastıkları olmuştu. Sabır, gündüz vakti İslâm davetinin uzun ve çileli yolunda sebat edebilmek için tükenmez bir azık; gece vakti de teheccüd yorgunluğuna ve uykusuzluğa karşı dinlendiren bir yastık gibiydi. O günlerde İslâm üzere sabretmek âdeta ateşten bir gömleği giymekle eş değerdi. Sonra zafer ve üstünlük günleri geldi. Müslümanlar devlet oldu. Artık ateşten gömlekleri, onlara ferahlık veren üzerlerinden hiç çıkmayacak şeref gömleğine dönüşmüştü. Bundan sonra da sabır, Mü’minlerin yolunu aydınlatmaya devam etti. Hem zaten Allah Rasûlü’nün (s.a.s) dilinde, “sabır bir ışık”tı.[12] Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde:
“Sabır üç türlüdür: Musibetlere karşı sabır, Allah’a itaat etmede sabır, günahlardan kaçınmakta sabır.” buyurmuştu.[13]
İlk Müslümanlar Medine döneminden itibaren, fiilî cihadda olsun, hastalık ve benzeri durumlarda olsun başlarına gelen musibetlere güzelce sabrettiler. Allah’ın emirlerini yerine getirmede ve yasaklarından kaçmada gösterdikleri sabır ise zaten Allah’a kul oluşlarının bir gereğiydi ve bu kulluk ölene kadar devam etmeliydi: “Sana kesin bilgi(ye ulaştıran ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et.”[14]
Avuçlarında Ateş Taşıyanlar
Müslümanlar Medine döneminden itibaren yüzyıllar boyunca İslâm devletinin gölgesi altında yaşadı. Bu süre zarfında kimi zaman, Müslümanların başına zalim yöneticiler gelmiş olsa da, İslâm’ı yaşamanın önüne sürekli engel koymaya cesaret edemediler. Müslümanlarla İslâm arasında, nefis ve şeytan engellerini sabırla aşmaktan başka bir engel kalmamıştı. Daha sonra Sevgili Peygamberimizin (s.a.s) haber verdiği devirler geldi. Bu devirlerde İslâm’ı hayatın tamamında yaşamak, avuçta kor ateşi tutmak kadar zorlaştı.
Artık kitap ile sultan birbirinden ayrılmıştı. İslâm’ın, devletin koruyuculuğunda ve desteğinde yaşandığı devirler geride kalmıştı. Bu devirlerde Müslümanlar dinlerinin emrettiği şekilde eğitim görmekten, evlenip boşanmaktan, hukukî düzen içinde yaşamaktan ve ekonomik faaliyetlerini helâl dairesinde sürdürmekten mahrum edildi. Sevgili Peygamberimizin (s.a.s) haber verdiği şekliyle kıyamete yakın ahir zaman yaşanıyordu. O bize, kıyamete yakın, dinî ilimlerin gerileyeceğini, cehaletin artacağını haber vermişti.[15]
Gerçek din âlimlerinin dışlanması ve modernizmin etkisindeki âlim bozuntularının halka dayatılmasıyla bu haber gerçekleşiyordu. Yine o, emanete dikkat edilmeyeceğini ve yöneticiliklerin ehil olmayanlara verileceğini bildirmişti.[16]
Devlet yönetiminde kayırma ve yandaşları iş başına getirmenin âdeta kural haline gelmesiyle bu haber de gerçekleşiyordu. Efendimiz içki ve zinanın yaygınlaşmasını kıyamet alametleri içinde saymıştı.[17] Adı Müslüman ülkelerde haram kılınmış içkilerin helal içeceklerden kat kat fazla içilmesi ve zinanın suç bile sayılmaması bu alametin de ortaya çıktığını gösteriyordu. Sevgili Peygamberimiz hadis-i şeriflerinde:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, faiz yemeyen kimse kalmayacak; hatta yememek için tüm gücünü kullanan kişiye bile gelip tozu dumanı bulaşacak.”[18] ve yine “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, kişi aldığı şeyin helalden mi, haramdan mı olduğuna aldırmayacak.”[19] buyurmuştu.
Bunlar da aynen gerçekleşti. Faize dayalı ekonomik düzenler çağdaş dünyanın olmazsa olmaz şartı gibi gösterilerek İslâm dünyasına dayatıldı. Sonra da helalinden kazanan insanlar bile alışverişlerinde ve borçlanmalarında faizden gelen fazlalıkları ödemeye; devlet bütçesinden faizin karıştığı maaşlarını almaya başladı. “Üzümünü ye, bağını sorma.” anlayışı yaygınlaştı. Bu ve benzeri olumsuz şartların alabildiğine arttığı bir ortamda dinlerini tam olarak yaşamak için sabreden Müslümanlar, tıpkı ilk Müslümanlar gibi ateşle imtihan edilenlere benziyordu. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s): “İslâm garip olarak başladı. (Bir gün gelecek) Başladığı gibi garipliğine dönecektir. O gariplere müjdeler olsun.”[20] buyururken sanki onları anlatıyordu. O garipler ki, insanların Hz. Peygamberin yolundan saptıkları bir zamanda bütün güçlüğüne rağmen o yolu izlemeye çalışanlardı.
İslâm’ın başlangıcında ateşle imtihan edilen garipleri dinlerinde sebat ettiren şey neyse, bugünün gariplerini de sabra ve direnmeye götürecek olan aynı şeydir. O gün Müslümanlar sabrederek Allah’ın sevgisine kavuşacaklarını[21] ve Allah’ın onları hesapsız bir şekilde ödüllendireceğini[22] biliyorlardı. Ayrıca peygamberleri onlara, Allah’ın iyilik dilediği kulunu musibet vererek deneyeceğini öğretmişti.[23] Böyle bir musibetin geldiği ilk anda şikâyet etmeden dayanmanın adı sabırdı.[24]
Herhangi bir Müslüman’a bir sıkıntı isabet eder de sabrederse, ağacın yapraklarının dökülmesi gibi günahları dökülürdü.[25] Hastalık, yorgunluk, hüzün, tasa, eza, iç sıkıntısı ve hatta ayağına batacak bir diken bile mü’minlerin günahlarına keffaret sayılmıştı.[26] Öyleyse böyle büyük ödüllere kavuşmak için sabrı kuşanmak ne güzel bir eylemdi! Sabrı kuşananlar sadece ahirette değil bu dünyada da ödüllendirilirler. Onların ödülü iç huzuru da diyebileceğimiz ruhsal doyumdur. İmâm-ı Rabbânî (rh.a) şöyle der:
“Bil ki sıkıntılar ve musibetler, her ne kadar görünüşleri itibarıyla vücuda acı verseler de iç yönleriyle tatlıdırlar ve ruha lezzet verirler. Çünkü ruh ve beden birbirine zıt iki bünye gibidirler. Birinin acı çekmesi diğerine lezzet verir.”[27]
Ne mutlu sabır burağına binip kulluk miracına yükselenlere!
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
[1] Ahmed, Müsned I/62.
[2] Hâkim, el-Müstedrek, III/389.
[3] İbn Hacer, el-İsâbe, (thk: Ali Muhahammed el-Becâvî), (I-VIII), Beyrut, 1412/1992, VII/713.
[4] Belâzûrî, Ensâbü’l-Eşrâf (thk. Muhammed Hamidullah)Dârü’l-Ma’rife, Kahire, 1959, I/160.
[5] Belâzûrî, Ensâbü’l-Eşrâf, I/160; İbn Sa’d, Tabakât (I-VIII), Beyrut, ts. VIII/264-265; İbn Kesir, El Bidâye ve’n-Nihâye, (I-XIV), Beyrut, ts. III/59.
[6] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 23. Söz /3. Nokta.
[7] Halebî, İbrahim b. Ahmed, Nûreddin b. Burhâneddin, İnsânü’l-Uyûn fî Sîrati’l-Emîni’l-Me’mûn, (I-III), Mısır, 1964-1965, I/483; İbn Mâce, Mukaddime 11.
[8] İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azim, thk.:Sami b. Muhammed Sellame, Riyad, 1420/1999, (I-VIII) c. 4 s.606, Nahl 106. âyetin tefsiri.
[9] Buhârî, Vudû 69; Cihâd:98; Müslim, Cihâd 107.
[10] Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, VI/16 ; Rudânî, Cem’u’l-Fevâid, No:6389.
[11] Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, VI/17 ; Rudânî, Cem’u’l-Fevâid, No:6391.
[12] Tirmizî, Deavât 86.
[13] Deylemî, Firdevs, No:3846.
[14] Hicr 15/99.
[15] Buhârî, İlim 21, 24; Müslim, İlim 8, 12.
[16] Buhârî, İlim 2; Rikâk 35.
[17] Buhârî, İlim 21.
[18] Ebû Dâvûd, Buyû 3; Nesâî, Buyû 2.
[19] Buhârî, Buyû 7; Nesâî, Buyû 2.
[20] Müslim, İman 232.
[21] Âl-i İmran 3/146.
[22] Zümer 39/10.
[23] Buhârî, Merzâ:1.
[24] Buhârî, Cenâiz 32, 43; Müslim, Cenâiz 14, 15.
[25] Buhârî, Merzâ 14.
[26] Buhârî, Merzâ 1.
[27] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, 159. Mektup.
Erol Demiryürek