Bu Zamanda Sünnete Sarılana - Yüz Şehit Sevabı Vardır
Bu dünyada insanlar serbest olarak davranabilirler, sorgu yoktur, cevap yoktur. Ama ahirete gelince, Allah-u Zülcelâl şöyle buyuruyor:
“Yoksa siz, Bizim sizi boş yere yarattığımızı ve (ahiret gününde) bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Müminun, 115)
Yani, “Öyle zannetmeyin, yaptığınız amellerden sizi sorguya çekeceğiz,” buyuruyor, Allah azze ve celle…
Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam da bir hadis-i şerifinde buyuruyor:
“Akıllı kişi, nefsiyle hesap gören ve ölüm sonrası için amel yapandır. Aciz kişi de, nefsini duygularına tabi kılan ve Allah’tan dileklerde bulunup durandır (bunu yeterli görendir).” (Tirmizî, Kıyamet, 25)
Onun için akıllı kimsenin alameti odur ki, ancak baki olan ahiret için yaptığı salih amellerle ferahlansın, fani olan dünya zevkleriyle ferahlanmasın. Yani hakikaten insan biraz derin olarak düşündüğü zaman anlar ki, bu fani dünya hiç de bize göründüğü gibi değildir.
Bazı padişahlar vardı; öyle güzel köşkler yaptırmışlardı ki; ama içine girince baktılar ve dediler, “Doğru, sen çok güzelsin ama benle sen beraber olmayacağız. Senden ayrılacağım, sana veda edeceğim bir gün. Onun için seninle ferahlanmam akılsızlıktır.”
Ne kadar güzel düşünmüşler değil mi?
Hepimiz şu anda camideyiz, bir zaman gelecek camiyi görmeyeceğiz. Hepimiz evimizdeyiz ve bir gün ona veda edeceğiz, bir daha onu görmeyeceğiz. Böylelikle, bütün insanlar böyle dünyadaki her şeyi bırakıp gitmişler, biz de onlar gibi gideceğiz.
Ama maalesef biz bu dünyadayken, onların manzarasına bakarken, sanki devamlı bu dünyada kalacakmışız zannediyoruz.
Bir oturalım düşünelim; mademki aklımız var; aklımızı çalıştırdığımız zaman, bizden öncekiler nasıl ki dünya hayatını bırakıp gitmişlerse biz de öyle gideceğiz. Ama erken, ama geç… Bir gün böyle göreceğiz.
Çünkü akıllı olan kimse hak ve batılı birbirinden ayırabiliyor. Menfaatli ve zararlı şeyleri birbirinden ayırabiliyor. Güzel ve kabih yani çirkin ve kötü olan şeyleri birbirinden ayırabiliyor. Fani olan şeyin faydası yoktur; baki olan ahiretin ise, her ne kadar görmüyor olsak da o bize çok menfaatlidir, ona çok değer vermemiz lazım.
Onun için Peygamber aleyhisselatu vesselam bir hadis-i şerifinde buyuruyor:
“Hiç bir tarafı müstesna olmamak üzere bütün dünya ümmetten sadece bir adama verilse ve sonra bu kimse ‘Elhamdülillah,’ dese, muhakkak ki bu ‘Elhamdülillah’ bütün hepsinden daha kıymetli, daha efdal olurdu.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağir, no: 7398)
Hele bakın; bir sefer ‘Elhamdülillah,’ desek, dünyadaki her şeyden kıymetli olduğunu bildiriyor; Peygamber aleyhisselatu vesselam… Bu akıl sahibi olan da insandır; Allah celle celâluhû aklı insana vermiştir; hayvana vermemiştir. Öyleyse bu aklı kullanmamız lazımdır.
Bayezid-i Bestami kuddise sırruha sormuşlar:
“Erkek ne zaman erkek olur?”
“Kendi kusurlarını bilip, düzeltmeye çalışırsa o zaman erkek olur.”
Çünkü insan kendini tanımasa, kusurlarını bilmezse daima başka insanların kusurlarıyla meşgul olur. Ama kendi kusurlarıyla uğraşırsa o zaman başkasının kusurlarına bakmaz.
Hakikaten de öyledir, kabre girdiğimiz zaman Allah-u Zülcelâl diyecek ki, “Sen niye böyle yaptın?” demez ki, “Ahmet niye böyle yaptı?” Onun için kendimizle meşgul olmamız lazımdır.
Günahlar Yaradır
Böyle bilelim ki, günahlar yaradır. Bazı yaralar vardır, insanın ruhuna neredeyse vuruyor, hemen öldürüyor. Günah da böyledir. Belki senin yanında o küçük bir yaradır, ama belki de Allah’ın katında çok büyüktür. Biz de ne kadar günahımız küçük gibi görünse de büyük görelim. Çünkü karşısında günah işlediğimiz Allah-u Zülcelâl çok büyüktür.
Allah-u Zülcelâl azamet sahibi olduğu için onun karşısında hangi günah olursa olsun büyük görelim. Büyük günah da, eğer insan tevbe eder, Allah azze ve celle de tevbesini kabul ederse o zaman Allah’ın yanında ufak olur, affeder Allah-u Zülcelâl…
Sevap, insanın kalbini münevver yapar; yüzünü nurlandırır, vücuduna kuvvet verir, rızkını genişletir. Sevaplar böyledir…
Sevap ne kadar az olursa insanın kalbini az münevver yapar; yüzünü az nurlandırır, vücuduna az kuvvet verir, rızkını az genişletir. Sevapları ne kadar çok olursa Allah-u Zülcelâl ona o kadar çok mükâfat verir. Onun için sevapları çoğaltalım.
Akıllı insan şöyle düşünmeli; “Biz daha annemizin karnındayken bizim rızıklarımız taksim olmuştur. Ondan ne fazla olur, ne eksik olur.”
İbni Mes’ud radıyallahu anh rivayet ettiğine göre Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Sizden birinizin yaratılışının başlangıcı, annesinin karnında kırk günde derlenir, toplanır. Sonra ikinci kırk günlük süre içinde alâk haline döner. Sonra da bir o kadar zaman içinde bir parça et olur. Daha sonra Allah bir melek gönderir ve melek, ona ruh üfler. Bu melek dört şeyle; anne rahmindeki canlının rızkını, ecelini, amelini, iyi biri mi, yoksa kötü biri mi olacağını yazmakla emrolunur.” (Buharî, Bed’ü’l-halk 6, Enbiya 1. Kader 1; Müslim, Kader 1)
Bizim daha oradayken rızkımız yazılmış, mürekkebi kurumuştur. Ne fazla olur, ne eksik olur. Akıllı odur ki, ahirete çok değer versin.
Aklımla böyle meydana çıkarıyorum; çünkü görüyorum dünyayı, insanları da görüyorum, her gün bizden ayrılıyorlar. Her gün; tanıyoruz, yıllardır bizimle oturup kalkıyorlar, sonra bu dünyadan ayrılıyorlar. Böyle gördüğüm için, dünyaya değer verene ‘akıllıdır,’ diyemem. Yani, dünyaya değer verme deyince, aç kal, dilencilik yap demiyoruz. Ama dünyaya, onun miktarına göre değer vermek lazım.
Yap ticaretini, çalış, ashab-ı kiramlar da çalışmışlar. Hz. Ebubekir es Sıddık, Abdurrahman ibn-i Avf radıyallahu anhuma, büyük tüccarlardı. Ama yerine gelince ahiret için neler yapıyorlardı. İşte böyle olacak.
Yani insan, kendi nefsini unutacak sadece Allah ile birlikte olacak. Ama tam tersi, kendini nefsanî arzuların akışına bırakırsa, Allah’ın taatini unutursa çok yanlış olur. Bir gün birden ölüm gelecek, iş işten geçecek o zaman. Onun için kalbi Allah’a bağlamak lazımdır.
Dünya Kalbimize Girmesin
Dünya elimizde olsun, kalbimize girmesin. Abdulkadir Geylani kuddise sırruh hazretleri de öyle demiştir; “Dünya elde olsun, zararı yok, kalpte olmasın.”
Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin huzuruna iki sahabe gelmiş, biri fakir, biri zengin. Peygamber aleyhisselatu vesselam her zaman fakirlere çok ikram ederdi, “Fakirler Allah’ın katında şöyle kıymetlidir, böyle kıymetlidir,” derdi. Ama o gün Peygamber aleyhisselatu vesselam o zengin sahabeye daha çok ikram etti.
O fakir sahabe dedi ki;
“Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem bu zengin kişiye neden ikram etti? Acaba onun nasıl bir ibadeti var? Evine misafir olayım da öğreneyim.”
Bu düşünceyle onun evine misafir oldu. Baktı, o kişinin herkesten daha fazla ibadetini de göremedi. Tam ayrılacağı vakit o zengin sahabe sordu:
“Sen benim evime niçin geldin? Benden bir isteğin varsa, ihtiyacın varsa söyle, temin edelim?”
O zaman şöyle dedi:
“Peygamber aleyhisselatu vesselam sana ikram ettiği için merak ettim. Her zaman fakirleri methediyor ama senin bunca zenginliğin olduğu halde geçen gün sana ikram etti. Senin nasıl bir ibadetin var diye öğrenmek istedim.”
O sahabe sordu:
“Ben zengin miyim?”
“Evet, bunca malın vardır, zengin değil misin?”
O zaman o sahabe dedi ki;
“Bunlar Allah-u Zülcelâl’e aittir, ben sadece çobanım. Allah celle celâluhû beni bunları idare etmem için çoban tayin etmiş. Eğer bu vazifem olmasaydı Allah’a daha çok ibadet etseydim, zikrini daha çok yapsaydım, diye arzu ederdim.”
O böyle deyince fakir sahabe dedi ki:
“Şimdi anladım ki, sen benden daha zahidsin, evliyasın. Çünkü benim elime birkaç kuruş geçse o benim âfetim oluyor, fakir olduğum halde. Ama sen zengin olduğun halde o malı gönlüne koymamışsın. Sadece ‘Allah’ın malına çobanlık ediyorum,’ diyorsun.”
İşte biz de böyle olalım, mal kalbimize girmesin.
Nasıl girmeyecek? İşte ölümü hatırlayarak…
Nasıl ki o padişah demiş, “Seni severdim ama ölüm olmasaydı. Ama ölüm var, sevmeye değmiyorsun, senden ayrılacağım.”
Evinde oturuyorsun, sıcaktır, rahattır, şöyledir, böyledir. Ama ölüm var. Onu hatırladığın zaman dünya sevgisi gidiyor. Kabrin ya cennet bahçesi olacak veya cehennem çukuru olacak. Orası böyle hatırına geldiği zaman dünya sevgisi kalpten gidiyor. Kabre girmeden önce kabri ıslah etmek lazımdır.
Allah-u Zülcelâl’in Sevgisi…
Rabiat’ül Adeviyye’ye sormuşlar:
“Yeryüzünde en efdal şey nedir?”
“En efdal şey, ne dünyada, ne ahirette Allah’ın sevgisinin üzerinde hiçbir şey görmemektir.” Demiş. Bakın cenneti de koymuş içine, “Ne dünyada, ne ahirette,” demiş.
Allah’ın sevgisi bir yanda, cennet de dahil, bütün sevilen şeyler diğer tarafta; bunların hiçbirini sevmeyeceksin, yalnız Allah’ı seveceksin. İşte en efdal şey budur, diyor. O kadar Allah’a âşık idi, anlatmakla bitmiyor.
Bazı evliyalar da demişlerdir ki; “Allah’tan başka şeylerle meşgul olmaktan Allah’tan hayâ ediyorum.”
Yani şimdi derseniz ki, “Hiç dünya ile meşgul olmayalım mı?”
Öyle değil. Sabahtan akşama kadar dünya ile meşgul olsan da onu da ibadet gibi Allah için yapabilirsin. Niyetle…
Dünya işlerinde çalışırken, niyetimiz, misafir geldiği zaman insanlara ikramda bulunmak, başka insanlara muhtaç olmamak, başka insanlara yardımcı olmak için çalışırsan o da Allah için sayılır. Niyetini Allah’a çevirdiğin zaman dünya ile meşgul olmak da ibadet sayılır.
İşte onun için demişler; “ Yaptığım iş Allah için olmazsa hayâ ediyorum Allah’tan,” diye…
Muhtaç Olduğumuzu Unutmayalım
Eğer biz şimdi, dünyadayken ahiretteki halimiz gibi olabilseydik bu bizim için çok iyi olurdu. O hal nasıldır? Sadık ve muttaki olan kimse şöyle düşünmeli; sanki denize düşmüş, yüzme de bilmiyor ve etrafındaki insanlardan yardım istiyor. İşte böyle muhtaçlık duygusu ile Allah’a yalvarırsak Allah yardım edecek o zaman. Çünkü biz onun zayıf kullarıyız. Biz kendimizi kul olarak gördüğümüz zaman, Allah’ın kudret ve azamet sahibi olduğunu bildiğimiz zaman, Allah-u Zülcelâl bize o kudretini, o fazlını, ikramını gösterecektir bize inşallah.
Ahir zaman, biliyoruz ama Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin şu müjdesine nail olabiliriz, inşallah. Hadis-i şerifte buyuruyor ki:
“Ümmetimin fesada uğradığı (bozulduğu) bir zamanda benim sünnetime sarılan kimseye yüz şehit sevabı vardır.” (Taberânî; “el-Evsat”; c: 2, s: 31)
Hani diyoruz ya, şehitlik makamı ne kadar büyüktür. Hakikaten öyledir, Allah-u Zülcelâl buyuruyor:
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar.” (Al-i İmran; 169)
İşte, bu ahir zamanda Peygamber aleyhisselatu vesselamın sünnetine uyarak amel edenlere mükafat olarak yüz şehide verilen sevabı verecek Allah-u Zülcelâl.
Dikkat Edin Kalbimiz Ölmesin
Kalbimize dikkat edelim, ölmesin kalbimiz. Ölü nasıldır, ona bir bıçakla vurursan rahatsız olur mu? Cesedin içinde ruh olmadığı zaman, acı duymaz öyle değil mi?
İşte ölü kalbin alameti de budur. Günahlardan acı duymadığı, inlemediği zaman, günah işlemekten rahatsız olmadığı, mahzun olmadığı zaman, o kalp ölmüş demektir.
Allah razı olsun, bak siz tevbe almak için geldiniz, çünkü kalbiniz ölmemiş, günahlardan acı duyuyor. Tevbe etmeyen şahıslar günahlardan acı duymuyorlar, onun için tevbe etmiyorlar. Günah işlediği zaman hemen Allah’tan özür dilemek lazımdır, mahzun olmak lazımdır.
Kalpler üç türlüdür:
Bir tanesi, şimdi anlattığımız gibi, ölüdür.
Bir tanesi, sağdır, sağlığı yerindedir, daima ibadetle meşguldür.
Bir kalp de vardır ki, hastadır. Çoğu kalp öyledir. Bir günah yapıyor, bir tevbe ediyor, sonra yine nefsine mağlup olup hata işliyor, sonra tevbe ediyor.
İnsan günah işleyince kalbi hasta oluyor, tevbe edince şifa buluyor. Tevbe günahın tedavisidir. Nasıl doktora gidiyorsun, ilaç veriyor, iyileşiyorsun, onun gibi…
İşte biz de elimizden geldiği kadar tedavi olalım. Nasıl ki bazı kişiler hasta oluyor, tedavi olmuyor, olmuyor, ondan sonra kanser oluyor, ölüyor, öyle olmayalım. Kalbimiz ölmeden önce onun hastalıklarını tedavi ettirelim.
İşte bu üç kalbin hali böyledir. Sağ ve sağlam olan kalp dikkatlidir, günah işlemiyor. Ölü kalp ise önüne ne gelirse yapıyor, hiç günah işlemekten mahzun olmuyor. Neuzubillah, böyle devam ederse sekeratta imansız gitmeye sebep oluyor. Bir de dediğim gibi hasta kalpler var, günahlarla müpteladır, onu da tedavi etmek için tevbe almak lazımdır.
Eğer Ecelimizi Görseydik…
Eğer görseydik, ecelimiz bize nasıl süratle koşarak geliyor, o zaman böyle gafil olmazdık, ama maalesef zannediyoruz ki hep bu dünyada kalacağız. “Ölüm bana gelmeyecek” gibi…
Dünya manzarası bizi aldattığı için böyleyiz. Halbuki ahiret manzarasını görseydik… Tıpkı sahabeden Haris gibi…
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir gün Haris bin Malik el-Ensari ile karşılaştı. Ona dedi ki:
“Nasılsın ey Haris?”
Haris bin Malik dedi ki:
“Ya Rasulullah gerçekten müminim.”
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem dedi ki:
“Her şeyin bir hakikati vardır, senin sözünün hakikati nedir?”
Şöyle cevap verdi:
“Ya Rasulullah. Geceleri uykusuz, sıcak gündüzleri susuz geçiriyorum. Sanki Rabbimin hesap için kurulmuş arşına bakıyor gibiyim. Sanki cennet ehlinin cennette bir birini ziyaret etmelerini izliyor gibiyim. Sanki cehennemliklerin de adeta dağlar gibi, ateşin içinde, kaynar su içindeki et parçaları gibi yuvarlandıklarını görüyor gibiyim.”
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem dedi ki:
“Bu hâlini muhâfaza et! Sen Allah’ın, kalbini nurlandırdığı bir kimsesin.” buyurdu. (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 57)
Yakub aleyhisselam, bir gün Azrail aleyhisselama dedi ki:
“Senden bir ricada bulunacağım. Ecelim yaklaştığı zaman bana önceden haber ver!”
Azrail aleyhisselam dedi ki:
“Sana birkaç haberci gelir.”
Bir müddet sonra Hz. Azrail yine geldi:
“Canını almaya geldim,” dedi.
Hz. Yakub aleyhisselam sorar:
“Hani bana birkaç haberci gelecekti?”
“Sana haberci gelmedi mi? Saçların ağarmadı mı? Vücudun zayıf düşmedi mi? Belin bükülmedi mi? İşte onlar ömrünün bittiğini haber vermek için gönderildi. Onlar hep ölümün habercisiydi.”
Biz de böyle, ölümün habercilerine kulak asmıyoruz, ondan sonra iş işten geçince pişman oluyoruz. İşte insan, kendi kusurlarını önüne koyacak, o zaman kendini düzeltir.
Kur’an ahlakı cennettir, cennet. Bak biz burada edebli duruyoruz, bu cennet değil mi? Ama Kur’an ahlakı olmadığı zaman karışıklık çıkıyor, anarşi oluyor, birbirlerinin camlarını kırıyorlar. İslam ahlakı her yerde olsa, yeryüzü cennet olurdu.
Elimizden geldiği kadar bize zarar veren şeylerle ferahlanmayalım, mahzun olalım. Bazı kişiler günahla ferahlanıyorlar hâlbuki o birkaç gün sonra ona zarar verecek.
Birbirimize nasihat edelim, çünkü bu bizi kurtaracak. Herkes hata sahibidir, Peygamberler hariç. Hatta evliyalar, Allah’tan gafil kalmayı günah olarak görmüşlerdir. Herkesi tevbeye çağıralım, insanlara yardımcı olalım.
Nasıl musibete uğrayan bir kişiye yardımcı oluyoruz, hâlbuki geçici bir musibettir, öyleyse asıl ahiret için yardımcı olalım. Çünkü cehenneme gitmek çok büyük bir musibettir, asıl günahkarlara yardımcı olmak lazımdır.
Düzgün İtikadı Herkese Anlatın
Şu ahir zamanda çok fitneler çıkıyor; bazıları çıkıyor kaderi inkar ediyorlar, bozuk itikadlar çıkıyor. Hâlbuki dosdoğru yol, ehl-i sünnet ve’l cemaat, müctehid imamların yoludur.
Bir adam, böyle bozuk fikirli bir kişinin yanına gelmiş ve bir soru sormuş. O da dalga geçmek için şöyle sormuş:
“Sana Kur’an-ı Kerim’den mi cevap vereyim, İmam Malik’e göre mi cevap vereyim?”
O adam da demiş ki:
“İmam Malik’e göre cevap ver.”
“Kuran’dan cevap vermemi istemiyorsun da, İmam Malik’ten cevap vermemi mi istiyorsun?” deyince şöyle demiş:
“İmam Malik Kur’an-ı Kerim’i senden daha iyi bilir.”
Bak ne güzel cevap vermiş, değil mi? Onlar Kur’an-ı Kerim’i bizden daha iyi anlıyorlardı. Kur’an-ı Kerim’den, hadis-i şeriflerden hüküm çıkarmayı daha iyi biliyorlardı.
İşte bu zamanda aklı paslanmış kişiler de böyle, sanki hâşâ, İmam Azam, İmam Şafiî, bir şey bilmiyorlardı da bunlar daha iyi biliyor gibi konuşuyorlar. Hâlbuki onlar takvalıydılar, İmam Azam yatsı namazının abdestiyle sabah namazını kılıyordu. İşte bunları hep anlatın insanlara. Çünkü ahir zamanda insanlar bilmiyorlar.
Allah-u Zülcelâl cümlemize razı olacak şekilde amel-i salih nasip etsin. O bizi kendi nefsimize bırakmasın, nefsimizi hayırlarda kullansın, inşallah.