Arınmanın - Temizlenmenin - Şartları
Hem kalpte, hem beyinde, hem bedende ve hem çevrede gerçekleştirilen ve bir inkılap olan "Nasuh Tevbe"nin olmazsa olmaz belli şartları vardır... Bu şartlar, yapılan suç ile ilgilidir... Eğer günahkâr kişinin işlediği günah, nefsine zulmetmek veya kendisiyle âlemlerin Rabbi Allah arsında bir şey ise şu şartları gerçekleştirmesi gerekir:
1) Günahtan tamamıyla vazgeçmek.
2) İşlediği günahlardan dolayı gerçekten pişman olmak.
3) Tekrar günaha dönmemek için kesin karar vermek ve kararında sabredip direnmek.
Eğer işlediği suç, bir başka insana zulmetmek ve onun hakkına tecavüz etmek ise, bu üç şart ile beraber dördüncü bir şart daha gündeme gelir.
4) Kendisine zulmettiği ve hakkına tecavüz ettiği kişi ile helâlleşmek.
Sahih ve inşaallah kabul edilen tevbenin şartları bunlardır... Bu şartların bütünü yerine geldiği zaman tevbe, sahih bir tevbe olur... Bu şartlardan biri noksan olursa, tevbe sahih olmaz.. [1]
Herhangi bir kul, kendi nefsini ilgilendiren konularda bir başka kulun hakkına tecavüz etmediği durumlarda, Rabbi Allah'ın emrettiğini yapmayarak veya yasakladığnı yaparak işlediği suçtan dolayı pişman olup bir daha yapmamak üzere Rabbi Allah'a tevbe edip affını ister... Şirk suçunun dışında olan günahların affı umulur... Yine herhangi bir kul, diğer kulların haklarını çiğnemiş, onlara zulmetmiş ise, onlarla helâlleşmeden tevbesi kabul olmaz... Çünkü kulun kula yaptığı zulüm, onun hakkını gasp etmesiyle meydana gelir. Hakkına tecavüz edilmiş kul, hakkını almadıkça veya kendisine zulmedeni affetmedikçe, Allah, o zalimi affetmiyor... Rabbimiz Allah, dünya hayatında imtihan olunan kullarına böyle bir hak tanımıştır... Kulun hakkına tecavüz eden bir kişi, hem "bu işi yapma" diyen Rabbi Allah'ın emrini dinlememiş, Allah'a karşı âsi olmuş, hem de kulun hakkını gasp edip, kula karşı suç işlemiştir... Böyle birinin, tevbenin dört şartını birden gerçekleştirmesi gerekir... Çünkü o günahkâr âsi kul, hem Allah'a itaat etmemiş ve karşı gelmiştir, hem de haram olan kul hakkına tecavüz edip onun hakkını zorla ve zulmen almıştır... Böylece hem ferdî, hem de toplumsal bir ifsada yol açmış ve bir fitneyi türetip, fücuru alevlendirmiştir... Bundan dolayı toplumsal barışı bozmuş ve huzuru zedelemiştir... Mutluluğun boynunu bükmüş, saadeti garip bırakmıştır. Bütün bu olumsuzlukların düzeltilmesi için sahih bir tevbenin dört şartının yerine gelmesi ve tevbede samimi olunması lazımdır...
Cabir b. Abdullah (r.anhuma)'nın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.):
"Zulümden sakının; çünkü zulüm Kıyamet gününde karanlıklar olacaktır. Cimrilikten de sakının; çünkü cimrilik sizden öncekileri helak etmiş, onları birbirinin kanlarını dökmeye, haramlarını helâl saymaya sevketmiştir." [2]
Bu hadisin şerhinde muhterem İslam alimleri şöyle demişlerdir:
Kadı İyad'ın beyânına göre alimlerden bazıları:
“Bu hadisten maksat, zahiri mânâsıdır. Yapılan zulüm Kıyamet gününde sahibine karanlıklar şeklinde tecelli edecek, mü'minlerin nuru önlerinde, yanlarında parlayıp dururken; zalim, yolunu bulamayacaktır, demişlerdir.
Nevevî:
“Buradaki karanlıklarla, Kıyametin şiddet ve dehşeti kastedilmiş olabilir, demiştir.
İbnü'l-Cevzi de diyorki:
“Zulüm, iki suça şâmildir:
Biri, haksız yere başkasının malını almak; diğeri adaleti emreden kimseye karşı gelmektir.
Bu ikisincisi daha beterdir; çünkü zulüm hemen hemen Allah'tan başka yardımcısı olmayan zayıfa yapılır. Bu, ancak kalbin kararmasından neş'et eder. Zifa hidayet nuruyla aydınlanmış olsa, yaptılarının sonunu düşünür. [3]
Mü'min müslümanı günahlardan arındıracak bir tevbe için gerekli olan kul hakkından dolayı helâlleşme konusunda önderimiz Rasûlullah (s.a.s.)'in şu emirlerine dikkat edilmeli!..
Ebû Hüreyre (r.a.)'ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasûlullah (s.a.s.):
"Kimin yanında kardeşine ait haksız alınmış bir hak varsa, o haksızlıktan dolayı hak sahibiyle helâlleşsin. Muhakkakki, Kıyamet'te hiçbir dinar ve hiçbir gümüş yoktur. Kardeşinin hakkı için kendi sevaplarından alınmadan evvel, dünyada onunla helâlleşsin. Ahirette zalimin, o hakkı karşılayacak sevabı bulunamazsa, kardeşinin günahlarından alınır da o zalimin üzerine atılır" [4]
Ebû Hüreyre (r.a.)'dan:
Rasûlullah (s.a.s.):
"Müflis kimdir, bilir misiniz?" buyurmuş.
Ashâb:
“Bizim aramızda müflis, hiçbir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir, demişler.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.):
"Hakikaten benim ümmetimden müflis, Kıyamet gününde namaz, oruç ve zekatla gelecek olan kimsedir. Ama şuna sövmüş, buna zina isnadında bulunmuş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, diğerini dövmüş olarak gelecek. Ve buna hasenatından, şuna hasenatından verilecektir.
Şayet dâvası görülmeden hasenatı biterse, onların günahlarından alınarak, bunun üzerine yüklenecek, sonra cehenneme atılacaktır" buyurmuştur. [5]
Ebû Ümame (r.a.)'ın rivayetiyle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim yemin ile bir müslümanın hakkını elinden alırsa, Allah, o kimseye cehennemi vacip kılmış, cenneti de haram etmiş demektir.
Bunun üzerine bir zat:
“Pek az bir şey olsa da mı ya Rasûlullah? Demiş Rasûlullah (s.a.s.):
"Misvak ağacından bir çubuk dahi olsa (yine böyledir)" buyurmuşlar. [6]
Önderimiz Rasululah (s.a.s.)'in bu beyânlarından anlaşıldığı gibi, kul hakkına tecavüz, helalleşmedikçe af olacak bir şey değildir... Bu hak, insanların nezdinde en değersiz birşey bile olsa, o kulun gasp edilmiş hakkı, gasp edenden alınacaktır... Elbette ahirette mal-mülk olmadığı için, dünya hayatında işlemiş olduğu hayır ve hasenatın karşılığında ahirete götürdüğü sevaplardan alınacaktır... Sevapları, dünyada gasp ettiği kul hakkını ödemeye yeterli gelmezse, hakkını gasp etmiş olduğu kişinin günahları kendisine yüklenecektir...
Allah'ın hükümleri hakim olsun ve yeryüzünde fitne tamıyla kaldırılsın diye savaşan,' [7] savaşta Allah yolunda şehit olan mücahid mü'minin kanı her türlü günahına kefaret olurken, kul hakkı ayrı tutulup istisna edilmiştir... Şehidin başka bir kula olan borcunun dışında bütün günahlarını affeden Rabbimiz Allah, kul hakkını affetmiyor, ta ki onlar helâlleşinceye kadar...
Ebû Katade (r.a.) şu hadisi rivayet eder:
Bir adam Rasûlullah (s.a.s.)'e:
“Ne buyurursun; ben, Allah, yolunda öldürülürsem günahlarım affolunur mu? Demiş.
Rasûlullah (s.a.s.):
"Evet, ihlâsla sabrettiğin hâlde ileri gidip geri dönmeyerek Allah yolunda öldürülürsen... Yanlız borç müstesna!.. Gerçekten bunu bana Cibril (a.s.) söyledi" buyurdu. [8]
Bu sahih delillerden apaçık anlaşılan hakikat, dünya hayatında kullar, kulların haklarına riâyet edip, haksızca saldırarak onların haklarına tecavüz etmemelidirler... Hele hele muvahhid mü'min müslümanlar, bu konuda çok hassas ve dikkatli olmalıdırlar... Ancak bir başkası tarafından gasp edilmiş öz hakkını ve helâl malını kurtarmaya gayret etmelidir... Kendi hakkını bir başkasından almaya çalışırken, bazı yolları deneyebilir... Normal zamanda uygun olmayan bu yollar, hakkı gasp edilmiş mü'min müslüman için caiz olan yollardır... Hakkını gasp edenden, hakkını almaya çalışırken haddi aşmamalı ve zulmetmemeli, yalnız ne kadar hakkı varsa onu almalıdır... Ayrıca malını zalim müstekbirlere kaptırmamaya, onlara yedirmemeye çalışmalıdır... Bu konuda bütün imkanını kullanmalı, karşı çıkmalı ve direnmelidir...
Rabbimiz Allah:
"Mallarımızı sefihlere (düşük akıllılara) vermeyin” [9] buyururken, önderimiz Rasûlullah (s.a.s.) de mü'min müshımanın, malını gasp eden ile kavga etmesini, malını korumasını ve bu uğurda öldürülürse şehit olacağını beyân buyurur...
Abdullah b. Amr (r.a.)'dan:
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdular:
"Malı(nı muhafaza) uğrunda öldürülen kimse şehittir." [10] Ebû Hüreyre(r.a.)'dan:
Rasûlullah (s.a.s.)'e bir adam geldi ve:
“Ya Rasûlullah, bir kimse gelip benim malımı almak isterse, ne buyurursun? dedi.
Rasûlullah (s.a.s.):
"Ona, malını verme!" buyurdu.
“Şayet benimle mukaatele ederse? "Sen de onunla mukatele et (vuruş)!"
“Ya beni öldürürse?
"O halde şehit gidersin."
“Ya ben, onu öldürürsem?
"O, cehennemde olur" buyurdular. [11]
Abdullah b. Amr (r.a.)'ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasûlullah (s.a.s.):
"Malını müdafaa ederken öldürülen kimse -zulme uğradığı için- cennetliktir." [12]
Mü'min müslümanlar, önderimiz Rasûlullah (s.a.s.)'in bu hadisleri ışığında kendi durumlarını tekrar gözden geçirmelidirler... Müstekbir zalim tağutlar tarafından işgal edilip yağmalanan vatanlarında ne zamana kadar esaret zilletinde kalacakları sorusuna ciddî cevaplar gerekir... Bir başkasının hakkına tecavüz etmemek için azamî gayret sarf eden mü'min müslümanlar, egemen tağutî güçler tarafından gasp edilmiş haklarına ne zaman sahip çıkacaklar ve yağmalanan mallarını korumak için ne zaman harekete geçecekler?.. Zalim ve sömürücü müstekbirlere karşı ne zaman ciddî tavır sergileyecekler? Tek millet olan küfre karşı, İslâm'ın izzetini ne zaman savunacaklar?!..
İslâm'a göre tevbe etmenin dört şartı yerine getirilmeli ve tevbe geciktirilmemelidir. Çünkü günahkâr kulların hep beraber veya fert fert tevbe etmeleri, Rabbimiz Allah'ın ve önderimiz Rasûlullah (s.a.s.)'in bir emridir. Günahlardan pişman olup vazgeçerek tevbe etmek, mü'min müslümanlar için bir kulluk borcudur...
Rabbimiz Allah (azze ve celle) şöyle buyurur:
"Hep birlikte Allah'a tevbe edin ey mü'minler! Umulur ki, felah bulunursunuz." [13]
İşgal edilmiş İslâm topraklarında egemen olan zalim tağutî güçler tarafından, Allah ve Rasûlü (s.a.s.)'in yasakladığı, yani haram kıldığı her şey yasallaştırılmış, hatta müslümanların onları işlemesi mecbur edilmiştir... Bütün bu zorluklara rağmen muvahhid mü'minler, Allah ve Rasûlü (s.a.s.)'in haram kıldığı şeylerden tüm imkanlarını kullanarak tek tek veya hep birlikte vaz geçmeli, tevbe ve istiğfar etmelidirler. Bu konuda her zorluğa göğüs germeli, imkânlarını bir araya getirmelidirler... Çünkü Rabbimiz Allah:
"Ey mü'minler, hep beraber Allah'a tevbe edin" diye buyurmaktadır... Haramları helâlleştiren, yani Allah ve Rasûlü (s.a.s.)'in yasakladıklarını serbest kılan ve bunu da yasallaştıran gayr-i İslâmî bütün egemenlerin otoritelerini redederek, İslâm'a dönmek hep beraber tevbe etmenin gereğidir... Bütün cahiliye düzenlerini ve cahiliye âdetlerini terk etmekle kalmayıp, diğer insanların da terk etmesini ve onlardan kurtulmasını sağlamak gerek...
İmam İbn Kesir (rh.a.) şöyle diyor:
"Allah'ın size emretmiş olduğu bu güzel sıfatları ve yüce huyları yerine getirip cahiliye halkının üzerinde olduğu rezil ahlâk ve sıfatları terk ediniz. Zira bütünüyle kurtuluş, Allah'ın ve Rasûlü'nün emrettiklerini yapmakta, Allah ve Rasûlü'nün yasakladıklarını terk etmektedir. Yardım dilenecek, yalnızca Allah'tır." [14]
İmam Fahrüddin er-Râzi (rh.a.), bütün mü'minlere tevbeyi emreden ayet hakkında şu açıklamayı yapıyor:
"Tevbenin ne demek olduğu hususunda şu iki izah yapılmıştır:
a) Zayıf olan kulun, çalışıp çabalasa, kendisine hakim olmak istese bile, Allah'ın mükelef tuttuğu her şeye harfiyen uyması âdeta imkansızdır. Mutlaka onun bir kusuru olur. İşte bundan ötürü Cenab-ı Hak, bütün mü'minlere tevbe ve istiğfarı emretmiştir. Tevbe ve istiğfar ederlerse, kurtuluşun söz konusu olabileceğini bildirmiştir.
b) İbn Abbas (r.a.) bu ayete şu mânâyı vermiştir:
“Cahiliyye döneminde yapmış olduğunuz şeylerden tevbe edin. Belki o zaman dünya ve ahirette said bahtiyar olursunuz.
Buna göre eğer:
“Kişi müslüman olduğu zaman, zaten sahih bir tevbe yapmış olur. Müslüman olmak ise, daha önce yapılmış olan şeyleri siler ve onlarla ilgili mesuliyeti kaldırır. Binaenaley ayrıca bu tevbe etmenin mânâsı nedir? Denilirse, biz deriz ki:
Bazı âlimler şöyle demişlerdir:
“Günah işleyen, sonra tevbe eden kimsenin, o günahı her hatırlayışında, yine tevbe ve istiğfar etmesi gerekir. Çünkü kişi, Rabbi'sinin huzuruna varıncaya, ölünceye kadar bu pişmanlığını sürdürmeli." [15]
Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
"Ve Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. O da, sizi adı konulmuş bir vakte kadar güzel bir meta ile metalandırsın ve her ihsan sahibine ihsanını versin. Eğer yüz çevirirseniz, gerçekten ben sizin için büyük bir bir günün azabından korkarım. " [16]
"Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." [17]
"Ancak kim işlediği zulümden sonra tevbe eder ve (davranışlarını) düzeltirse, şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder. Muhakkak Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” [18]
Kul, imtihan sahası olan dünya hayatında, Rabbi Allah'ın emrini, Rasûlullah (s.a.s.)'in gösterdiği ve yapıp öğrettiği şekilde yerine getirmeye çalışırken, meydana gelen noksanlıklardan veya emirleri dinlemeyip işlediği günahlardan dolayı Allah'a tevbe ve istiğfarda bulunması gerekir... Kul, yaptığı hatalardan, günahlardan ve yanlışlıklardan pişman olup tevbe eder, Allah'tan af talebinde bulunacak olursa, Allah, onun tevbesini kabul edip bu samimiyetinden dolayı kendisini güzel bir meta ile metalandırır...
Yapılan tevbenin kabul görebilmesi için, onun şartlarına çok dikkat edilmesi gerekir... Tevbe ettiği günahlara, işlemiş olduğu haramlara asla yaklaşmayacak ve onları yaptığından dolayı devamlı bir pişmanlık içinde olacaktır... Ayrıca fikrini, hâl ve hareketlerini düzeltecektir... Daha önce harama meyleden, Allah'ın razı olmadığı fikir, hal ve hareketlerinden tamamen vaz geçecek, gerek fikrî yapısını, gerekse amelî yapısını, Allah Teâlâ'nın razı olduğu, en hayırlı, en güzel ve en iyi bir hâle getirecektir... Kul, kendisinden istenen inkılabı gerçekleştirir, kötüden bütünüyle vazgeçip iyiye hicret ederek, iyilik üzere karar kılıp ayak diretecek olursa, Allah Teâlâ da onun tevbesini kabul eder...
Günahlarından tevbe eden birisinin tevbesinin kabul olup olmadığı, onun hâl ve hareketlerini düzeltmesine bağlıdır... Çünkü Allah Teâlâ, onun tevbesinin kabulünü kendisini düzeltmesine bağlamış ve şart koşmuştur... Kim bu şartı yerine getirirse:
"Şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder."
Bu şart, şu ayetteki şarta benzer:
"Öyleki size, kendinizden, size ayetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size Kitap ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek bir peygamber gönderdik. Öyleyse (yalnızca) Beni anın (zikredin), Ben de sizi anayım, ve yalnızca Bana şükredin ve (sakın) nankörlük etmeyin." [19]
Bu konuda şu hadisi şerifi de analım:
Ebû Hüreyre (r.a.)'ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasûlullah (s.a.s.):
"Yüce Allah şöyle buyurur: Ben, kulumun Beni zannı yanındayım (iradem, kulumun Beni anlayışına göre biçimlenir). Kulum Beni andığı zaman Ben, muhakkak onunla beraber bulunurum. O Beni, gönlünde gizlice zikrederse, Ben de onu, bu suretle nefsimde (yani zatımda) zikrederim. Eğer o Beni bir cemaat içinde zikrederse, Ben de onu, bu cemaat fertlerinden daha hayırlı bir cemiyet içinde anarım. Kulum, Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona, bir arşın yaklaşırım. Kulum Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O, Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak gelirim." [20]
Bu ayet ve hadiste, Rabbimiz Allah, kullarını anmasını, onların Kendisini anmasına bağlamış ve şart koşmuştur... Eğer kullar, mü'min müslüman olup her hallerinde Rabbleri Allah'ı anacak, yani onun emirlerini hatırlayıp O'na göre davranacak olurlarsa, Allah da onları anıp, onlarla ilgilenecek yardım edecektir...
"Beni anın, Ben de sizi anayım" diye buyuran Rabbimiz Allah'ın Bizi andığını, O'nu anmak ile biliriz... Bunun gibi, yaptığımız tevbenin kabul olup olmadığını bilmek ve mutmain olmak istiyorsak, tevbe ettikten sonra kendimizi düzeltmemize bakacağız... Eğer gerçekten işleyerek günahkâr olduğumuz, fikir hal ve hareketten tamamen vazgeçmiş ve sevap olan fikir, hâl ve hareket ile vasıflanmış, bir daha o günaha dönmemeye karar vermiş isek, bilelim ki, tevbemiz kabul olmuştur... Allah Teâlâ, günahtan tevbe edip kendisini islah ederek, şahsında inkılap gerçekleştirmiş olan samimi mü'min müslüman kulunun tevbesini kabul eder...
"Şüphesiz Allah, tevbe edenleri seven, temizlenenleri de sever.” [21]
Tevbe ve istiğfar ile kendini tertemiz edenler ve Allah'ın sevdiği kullardan olanlar, muvahhid mü'min muttaki olanlardır...
"Onlar: "Rabbimiz, şüphesiz biz iman ettik, artık bizim günahlarımızı bağışla ve bizi ateşin azabından koru." diyenler, sabredenler, doğru olanlar, gönülden boyun eğenler, infak edenler ve seher vakitlerinde bağışlanma dileyenlerdir." [22]
Günahlardan arınmanın şartı:
Nasuh tevbe ile tevbe etmektir...
Rabbimiz şöyle buyurur:
"Ey iman edenler, Allah'a kesin (nasuh) bir tevbe ile tevbe edin. O bilir ki, Allah, sizin kötülüklerinizi örter ve altından ırmaklar akan cennetlere sokar. O gün Allah, Peygamberini ve onunla birlikte iman etmekte olanları küçük düşürmeyecektir. Nurları önlerinde ve sağ yanlarında koşup, parıldar. Derlerki:" Rabbimiz nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Şüphesiz sen, her şeye güç yetirensin.” [23]
Bu ayetin tefsirinde iman İbn Kesir (rh.a.) şunları kaydeder:
"Doğru ve kesin bir tevbe ile. Önceki günahları silen ve tevbe edenin kirlerini ve pisliklerini toplayıp, daha önceki pisliklerini önleyen bir tevbe ile.
Numan b. Beşir şöyle hutbe okumuş:
Hattab oğlu Ömer'in:
"Ey iman edenler, Allah'a nasûh tevbe ile tevbe edin." Ayeti hakkında, günahı işleyip sonra ona bir daha dönmeyecek şekilde tevbe edin, mânâsını verdiğini işittim. Hz. Ömer şöyle demiştir:
“Nasûh tevbe, kişinin günahlara tevbe edip bir daha ona dönmemesidir veya onu hiç tekrarlamamasıdır.
Abdullah b. Mes'ud şöyle demiştir:
“Nasûh tevbe, tevbe ettikten sonra bir daha dönmemektir.
Bilginler dediler ki:
“Nasûh tevbe, o anda günahlardan sıyrılmak, geçmişte işlenenlere pişman olmak ve gelecekte de o günahı bir daha yapmamaya azmetmektir. Ayrıca Âdemoğlunun hakkı varsa, ona uygun bir yolla kula hakkını vermektir."[24]
İmam Taberî (rh.a.)'ın de beyânı şudur:
"Allah Teâlâ, bu ayet-i kerimede mü'minlere, günahlarını affetmesi ve ahirette cennetlerine koyması için Kendisine samimi bir şekilde tevbe etmelerini emretmektedir.
Hz. Ömer, Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Dahhâk'a göre, ayeti kerimede zikredilen "Nasûh Tevbe"den maksat, kulun işlediği günah için tevbe etmesi ve bir daha ona dönmemesidir.
Katade ve İbn Zeyd'e göre ise, "Nasûh Tevbe"den maksat, samimiyetle yapılan tevbedir." [25]
İmam Fahrüddin er-Râzi (rh.a.) şöyle diyor:
"Ayetteki, "Tevbe-i Nasuh" tabiri, alabildiğine nasihatkâr bir tevbe, demektir. Ferra, "Nasûh" kelimesinin "Tevbe"nin sıfatı olduğunu ve mânânın, "sahibine kendisinden döndüğü o kötü işi yeniden yapmamayı öğütleyen, nasihat eden bir tevbe, şeklinde olduğunu, çünkü böyle bir tevbenin, doğru-samimi ve insanların sayesinde öğüt (örnek) aldığı bir tevbe olduğunu söylemiştir...
Keşşaf da ise şöyle denilmiştir:
“Buradaki "Tevbe" kelimesi, bir isnad-ı mecazi olarak, nasihat edici (nasûh) diye tavsif edilmiştir ki, bu da insanların, işlemiş oldukları o kötülüklerden olabildiğince pişman olmaları ve bir daha aynı şeyleri yapmamak kaydıyla ettikleri tevbedir. [26]
"Nasüh Tevbe" kulun, yapmış olduğu günahtan dolayı içinin yanması, sammi bir pişmanlıkla pişman olması, kusurunu bilerek Rabbi Allah'tan af dilemesi ve memeden çıkan sütün tekrar memeye dönmemesi gibi, bir daha o suça, o hataya ve o günaha dönmemesidir... [27]
Rabbimiz Allah, muvahhid mü'minleri vasfederken şöyle buyurur:
"Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler (İslam uğrunda) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emr edenler, kötülükten sakındır anlar ve Allah'ın sınırlarını (indirdiği emir ve hükümleri) koruyanlar. Sen (bütün) mü'minleri müjdele." [28]
İmam Kurtubî (rh.a.), bu ayetin tefsirinde şunları beyân eder:
"Tevbe edenler, ibadet edenler" buyruğunda sözü edilen "tevbe edenler", Yüce Allah'a masiyet şeklindeki yerilmiş hâllerinden, övülmüş bulunan Allah'a itaat hâline dönenler demektir. Tâib (tevbe eden), dönen demektir, itaate dönen ise, masiyetten dönenden daha faziletlidir. Çünkü itaate dönen kişi, böylelikle her iki özelliği de bir arada gerçekleştirmiş olur.
"İbadet edenler" itaatleriyle Yüce Allah'ın rızasını gözeten itaatkârlar; "hamd edenler" her durumda Allah'a hamd eden O'nun nimetlerini O'na itaat uğrunda harcayan, O'nun hüküm ve kazasına razı olan kimselerdir.
"Seyahat edenler" İbn Mes'ud, İbn Abbas ve başkalarından nakledildiğine göre, oruç tutanlar demektir.
"Rükû ve secde edenler" yani gerek farz namazlarda ve gerek diğerlerinde rükû ve secdeye kapananlar; "iyiliği emredenler" yani sünnet-i seniyyenin gereğini emredenler, diye de açıklanmıştır. "Kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar'" buradaki kötülükten kastın, bid'at olduğu söylendiği gibi, küfür olduğu da söylenmiştir.
Buradaki iyilik ve kötülüğün (maruf ve münkerin) her türlü iyilik ve kötülük hakkında umumî anlam ve kullanıldığı da söylenmiştir.
"Ve Allah'ın sınırlarını koruyanlardır." Yani Allah'ın emirlerini yerine getiren ve O'nun yasaklarından uzak duran, kaçınanlardır." [29]
Rabbimiz Allah'ın kabul ettiği tevbede aranan şartlar, şu ayetlerde de beyân edilmiştir:
"Allah'ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.
Tevbe, ne kötülükleri yapıp edip de onlardan birine ölüm çatınca: "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenler, ne de kafir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır" [30]
İmam Kurtubî (rh.a.) şöyle diyor:
"Allah'ın tevbelerini kabul edeceği kimseler" diye başlayan ayet-i kerimeyle ilgili olarak, bu ayetin günah işleyen herkes hakkında umumi olduğu söylendiği gibi, yalnızca bilmeyen kimseler hakkında olduğu da söylenmiştir. Günah işleyen herkesin tevbesi ise, başka bir yerde söz konusu edilmiştir.
Ümmet, mü'minlerin tevbe etmelerinin farz olduğunu ittifakla kabul etmiştir. Çünkü Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:
"Ey mü'minler, Allah'a topluca tevbe edin." [31]
Ayrı türden olmayan, bir başka günaha devam etmekle belli bir günahtan dolayı yapılan tevbe sahih olur. Bu, şöyle diyen Mutezile'ye muhalif bir kıraattir:
Herhangi bir günahı işlemekte olan bir kimse, tevbe etmiş olamaz. Hiçbir masiyet arasında fark gözetmek mümkün değildir.
Ancak bizim açıkladığımız Ehl-i Sünnet'in bu konuya dair görüşüdür.
Kul, tevbe ettiği takdirde Yüce Allah muhayyerdir. Dilerse o tevbeyi kabul eder, dilerse etmez. Tevbenin kabul olunmaması, Ehl-i Sünnet'e muhalif kanaat belirtenlerin söyledikleri gibi, aklî bakımdan Allah için vaciptir, denilemez. Çünkü bir şeyin vacip olabilmesi için, bunu o kimseye vacip kılanın, rütbe itibariyle daha yukarıda olması şartı vardır. Gerçek ise şudur:
Allah, bütün yaratıkların yaratıcısı, onların maliki ve onlara mükellefiyetler koyandır. Dolayısıyla herhangi bir şeyin, O'nun hakkında vacip olmakla nitelendirilmesi doğru değildir. O, bundan yüce ve münezzehtir. Şu kadar var ki, şanı Yüce Allah -ki O, vaadinde sâdık olandır- kullarından isyan edenlerin tevbelerini kabul edeceğini şu buyruğu ile bizlere haber vermektedir.
"Kullarından tevbeyi kabul eden, kötülükleri de affeden O'dur" [32]
Ayet-i Kerimde geçen, "cehalet nedeniyle kötülük yapanlar" yani bilmeden günah işleyenler hakkında alimlerin görüşleri şunlardır:
"Mücahid ve birçokları, Allah'a gerek hata ile ve gerekse kasten isyan eden herkesin, günahtan vazgeçinceye kadar cahil olduğunu söylemişlerdir.
Katâde, Ebu'I-Aliye'nin şöyle dediğini nakleder:
“Rasûlullah (s.a.s.)'in ashabı, kulun düşmüş olduğu (işlemiş olduğu) her günah bilgisizlik iledir, derlerdi.
Katâde şöyle der:
“Rasûlullah (s.a.s)'in ashabı, ister kasten ister başka bir şekilde olsun, kendisiyle Allah'a isyan edilen her şeyin bilgisizlik (cehalet) olduğu görüşünde birleştiler.
Mücahid şöyle der:
“Allah'a isyan olan bir şeyi yapan herkes, bu işi işlediğinde (işlediği sırada) cahildir.
İbn Cüreyc, Atâ İbn Ebû Rebâh'ın kendisine bu sözün bir benzerini söylediğini nakleder.
Ebû Salih, İbn Abbas'tan şunu nakleder:
“Kötü iş yapması, o kişinin bilgisizliği cümlesindedir.
"Hemen tevbe edenlerin..." ayeti hakkında, Ali İbn Ebû Talha, Abdullah İbn Abbas'ın şöyle dediğini nakleder:
“O (hemen tevbeden maksat), işlediği günahla, ölüm meleğine bakacağı zaman arasında tevbe edenler, demektir.
Dahhâk:
“Ölümden önce her şey yakındır, der. Katâde ve Saddî:
“Sıhhatte bulunduğu sürece, derler. Hasan Basri:
“Can boğaza gelmeden tevbe edenler, der. İkrime:
“Dünyanın tümü yakındır, diyor." [33]
Abdurrahman İbn el-Beylemâni şöyle anlatıyor:
Rasûlullah (s.a.s.)'in ashabından dördü bir araya geldi ve birisi:
“Rasûlullah (s.a.s.)'in:
"Allah Teâlâ, kulun tevbesini ölümünden bir gün önce kabul eder" buyurduğunu işittim, dedi. Diğeri:
“Sen bunu Rasûlullah (s.a.s.)'den işittin mi? diye sordu. Evvelkisi:
“Evet, dedi.
Diğeri şöyle devam etti:
“Ben de Rasûlullah (s.a.s.)'in:
"Allah Teâlâ, kulun tevbesini ölümünden (ölmeden) yarım gün önce kabul eder" buyurduğunu işittim, dedi. Üçüncüleri:
“Sen, Rasûlullah (s.a.s)'den bunu işittin mi? diye sordu.
“Evet, deyince de şöyle dedi:
“Ben de, Rasûlullah (s.a.s.)'i şöyle buyururken işittim:
"Allah, kulun tevbesini ölmeden bir kuşluk vakti kadar önce kabul buyurur." Dördüncüleri de:
“Sen bunu Rasûlullah (s.a.s.)'den işittin mi? diye sordu. Üçüncüleri:
“ Evet, deyince diğeri şöyle devam etti:
“Ben de, Rasûlullah (s.a.s.)'i şöyle buyururken işittim:
"Allah Teâlâ, kulun tevbesini can çekişmedikçe kabul buyurur,” [34]
Gerek önderimiz Rasûlullah (s.a.s.)'in hadislerinden, gerekse selef alimleri olan imamlarımızın açıklamalarından anlaşıldığı gibi, bilmeden günah işleyip de, sonra işin farkına vararak, meseleyi idrak ederek, pişman olup hemen tevbe edip, o günahtan vazgeçenin tevbesi, Allah Teâlâ tarafından kabul edilir...
Bile bile ve inadına kötülükler edip, haram olan şeyleri günahını önemsemeden, Allah'ın vereceği cezaya aldırış etmeden günah işleyenin durumu, bundan farklıdır... Müşrik, kâfir ve münafıkların durumu, bilmeden günah işleyenlerin durumu gibi değildir...
Bu konuda İmam Kurtubî (rh.a.) şu bilgileri verir:
Yüce Allah:
"Yoksa tevbe... kafir olarak öleceklerinki değildir" buyruğunda ölümün gelip çatmış ve artık hayata dönmekten ümidini kesmiş olan kimselerin, tevbeleri kabul olunanlar kapsamına girmeyeceğini ifade etmektedir. Nitekim Firavun, suya gömülüp boğulma noktasına gelince, izhar etmiş olduğu imanın faydasını görmedi. Çünkü böyle bir zamanda tevbenin faydası olmaz. Zira bu vakitte, teklif zamanı bitmiş olmaktadır.
İbn Abbas, İbn Zeyd ve müfessirlerin çoğu böyle demiştir. Kafirler, küfürleri üzere ölürler, ahirette de onların tevbeleri kabul olunmaz.
Yüce Allah'ın:
"İşte biz, onlar için çok acıklı bir azap hazırlamışızdır" buyruğunda, onlara işaret edilmektedir. Bu da, ebedî bir azaptır. Şayet bu buyruğu ile hepsine işaret edilmekte ise, o takdirde isyankârlar hakkında ebedîliğin söz konusu olmadığı bir azap vardır.
Bu da buradaki, "kötülüklerin (seyyiatın)" küfürden daha aŞağı olan günahlar, anlamında kullanılması demektir. Yani tevbe, küfürden daha aşağı günahlar işleyip, sonra ölüm gelip çatınca tevbe edenlerinki değildir. Kâfir olarak ölüp de kıyamet gününde tevbe edenlerinki de değildir. Şöyle de açıklanmıştır:
Burada sözü geçen, "kötülükler (seyyiat)" küfür, demektir. O takdirde buyruğun anlamı şöyle olur:
Makbul tevbe, ölüm esnasında tevbe eden kâfirlerinki değildir. Kâfir olarak ölenlerinki de değildir. Ebu'l-Aliye der ki:
“Ayetin baş tarafı olan, "Allah'ın tevbelerini kabul edeceği kimseler" buyruğu, mü'minler hakkında inmiştir. Sonraki ikinci ayeti kerime ise, münafıklar hakkında inmiştir ki, o da şudur:
"Yoksa kötülükleri işleyip duran değildir" buyruğu, fiilleri üzere ısrar eden kimselerin tevbeleri kabul olunmaz, demektir. "Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında" buyruğundaki ölümün gelip çatmasından kasıt, kişinin nefes alırken ağzındaki tükürüklerin boğazına kaçması, canının çekilip alınması ve ölüm meleğinin görülmesi halidir. "Ben, şimdi gerçekten tevbe ettim diyenlerin... değildir." İşte böylesi için tevbe yoktur.
Daha sonra Yüce Allah, kafirlerin tevbelerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Ve kafir olarak öleceklerinki de değildir, işte biz, onlar için çok acıklı bir azap hatırlamışadır" Yani oldukça ıstırap verici ve devamlı bir azap hazırlamışızdır." [35]
İbn Abbas, Ebû'l-Aliye ve Rebî İbn Enes:
"Kâfir olarak ölenlerin tevbesi kabul değildir" ayeti, şirk ehli hakkında nazil oldu, demişlerdir. [36]
İmam Fahrüddin er-Râzî (rh.a.) şunları beyân eder:
"Allah Teâlâ, iki kısım tevbeden bahsetmiştir. Birinci kısım hakkında:
"Allah katında makbul olan tevbe, kötülüğü ancak cehalet sebebiyle yapacakların tevbesidir" [37]buyurmuştur.
Bu ifade, bunların tevbelerinin kabulünün gerekli olduğunu iş'ar etmektedir.
Hak Teâlâ, ikinci kısım tevbe hakkında ise:
"(Yoksa makbul olan o tevbe), kötülükleri yapanların (tevbesi) değildir" [38] buyurmuştur ki, bu ifade de Allah'ın, böylesi kimselerin tevbesini kabul etmeyeceğini kesin olarak göstermektedir.
Binaenaleyh geriye, aklî taksime göre, bu iki kısım arasında üçüncü bir kısmın daha bulunması kalmaktadır ki, bu üçüncü kısım, Allah Teâlâ'nın tevbelerini ne kabul edeceğini, ne de reddedeceğini kesin olarak belirtmediği kimselerdir. Bu sebeple birinci kısım, bilmeden bir kötülük (günah) işleyenler, ikinci kısım da, ancak dehşetengiz şeyleri müşahede ettiklerinde tevbe edenler olunca, bu iki kısım arasında kalan, ortadaki kısmın, bir günahı bilerek işleyip, ama sonra tevbe eden kimseler olması gerekir. Allah Teâlâ, işte bu kimselerin tevbelerini kabul veya reddedeceğini bildirmemiş, aksine onları meşietine (dilemesine) bırakmıştır. Nitekim O, bunları bağışlamayı da, meşiet-i ilâhiyesine bırakarak:
"(Allah), (şirkten) başka günahı, dilediği kimseler için bağışlar" [39] buyurmuştur.[40]
Ebû Zer (r.a.)'ın rivayetiyle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
"Allah Teâlâ, kulunun tevbesini hicap (örtü) vuku bulmadıkça kabul eder ya da kulunu bağışlar" Orada bulunanlar:
“Hicabın vuku da nedir? Diye sordular.
Şöyle buyurdu:
"Müşrik olduğu halde canın çıkmasıdır." [41]
Rahman ve Rahîm olan Rabbimiz Alah (azze ve celle)'nin kabul buyurduğu ve reddedip kabul etmediği tevbenin şartlarını, muhterem İslâm alimlerinin beyanlarıyla izah ettikten sonra, tevbenin bir yenilenme ve günah işleyerek Allah ile kopan rabıtanın tekar oluşturulup sağlamlaştırılması olduğu konusuna geçebiliriz...
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İst. 1980, C. 11, Sh. 35. İmam Kurtubi, el-Cami'u li ahkamil-Kur'an, Çev. Beşir Eryarsoy, İst. 1998, C.5 Sh. 59
[2] Sahih-i Müslim, Kitabü'l-Birri ve's-sılâ, B-15 Hds. 56.
[3] Ahmed Davudoğlu, A.g.e, C10, Sh. 529.
[4] Sahih-i Buhari, Kitabü'r-Rikak, B. 48, Hds.121, Sünen-i Tirmizî, Kitabü'l-Kıyame, B.l5 Hds. 2534
[5] Sahih-i Müslim, Kitabü'l-Birri ve's-sıla, B.15 Hds. 59 Sünnen-i Tirmizî, Kitabü'z-Zühd, Çev. Mehmet Emin İhsanoglu, İst.1993, C.1, Sh. 37, Hds. l01.
[6] Samimi Müslim, Kitabü'l-İman, B. 61, Hds. 218
[7] "(Yeryüzünde) fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur." Bakara: 2/193; Enfal: 8/39.
[8] Sahihi Müslim, Kitabü'l-İmare. B.32, Hds. 117 Sünen-i Neseî, Kitabû'l-Cihad, B.32, Hds. 3141-3144 Sünen-i Tirmizî, Kitabül-Cihad, B.32, Hds. 1765 Sünen-i Darimî, Kitabül-Cihad, B. 21, Hds. 2417 İmam Malik, Muvatta, Kitabü'l-Cihad, Hds. 31
[9] Nisa: 4/5
[10] Sahih-i Bishârî, Kitabü'l-mezalim ve'1-gasb, B. 33, Hds. 41. Sahih-i Müslim, Kitabû'l-İman, B.62, Hds. 226.
Sünen-i Ebû Davûd, Kitabü’l-Sünnet, B. 32, Hds. 2580-2582. Sünen-i İbn Mâce, Kitabü'l-Hudud, B. 21, Hds. 2580-2582. Sünen-i Tirmizî, Kitabü'd-Diyet, B. 21, Hds.1439-1443. Sünen-i Neseî, Kitabü Tahrimi'd-dem, B. 22, Hds. 4069-4078.
[11] Sahih-i Müslim, Kitabül-İman, B. 62, Hds. 225. Sünen-i Nesei, Kitabü Tahrimi'd-dem, B. 21, Hds, 4068.
[12] Sûnen-i Nesei, Kitabü Tahrimi'd-dem, B. 22, Hds. 4071-4072.
[13] Nur: 24/31
[14] İbn Kesir, Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, Çev. Dr. Bekir Karlığa, Dr. Bedrettin Çetiner, İst. 1986, di, Sh. 5866-5867.
[15] Fahrüddin er-Râzi, Tefsir-i Kebir-Mefâtihu'1-gayb, Çev. Prof. Suat Yıldırım, Vdg. Ank. 1994, C.17, Sh. 54
[16] Hud: 11/3
[17] Tevbe: 9/15
[18] Maide: 5/39
[19] Bakara: 2/151-152.
[20] Sahih-i Buhârî, Kitabü't-Tevhid, B.13, Hds. 34, B.51, Hds.162-163 Sahih-i Müslim, Kitabü'z-Zikr ve'd-dua ve't-tevbe, B. l, Hds. 2 Sünen-i İbn Mace, Kitabü'1-Edeb, B. 58, Hds. 3821 Sünen-i Tirmizî, Kitabü'd-Daavat, B. 105, Hds. 3770.
[21] Bakara: 2/222
[22] Âl-i İmran: 3/16-17
[23] Tahrim: 66/8
[24] İbn Kesir, A.g.e., C.14. Sh.7967-7968
[25] Ebü Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Çev. Hasan Karakaya-Kerim Ayıtekin, İst. 1996, C.8, Sh. 359.
[26] Fahrüddin er-Râzi, A.g.e., C. 21, Sh. 561.
[27] Bkz. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili-Yeni Meâlli Türkçe Tefsir, İst. 1936, C.6, Sh. 5127 Yeni baskısı, Yenda Yayınları, İst.1997, C. 8, Sh. 97
[28] Tevbe: 9/112
[29] İmam Kurtubî, A.g.e., C 5, Sh. 58.
[30] Nisa: 4/17-18.
[31] Nur: 24/31.
[32] Şura: 42/25. İmam Kurlubî, A.g.e., C. 5, Sh. 58.
[33] İbn Kesir, A.g.e., C. 4. Sh. 1600
[34] İbn Kesir, A.g.e., C.4, Sh.1601. İmam Ahmed b. Hanbel'den hadisi, Said b. Mersur da.... Abdurrahman b. el-Beylemâni'den buna yakın lafızlarla rivayet etmiştir.
[35] İmam Kurtubî, A.g.e, C. 5, Sh. 62
[36] İbn Kesir, A.g.e., C.4, Sh.1603.
[37] Nisa: 4/17
[38] Nisa: 4/18
[39] Nisa: 4/48
[40] Fahrüddin er-Râzi, A.g.e., C. 7, Sh. 437.
[41] İbn Kesir, A.g.e., C. 5, Sh.1603. İmam Ahmed b. Hanbel'den.