Kanaat Tükenmez Hazinedir
Ahir zamanda unutulan faziletlerin en başında kanaat yani tokgözlülük geliyor. İçinden geçtiğimiz bu çağın belki en büyük hastalığı, maneviyat körlüğü ve her meseleye maddiyat gözlüğüyle bakma alışkanlığı. Bu alışkanlığın tabi neticesi olarak insanlar, ne kadar çok maddiyata sahip olursa sorunlardan o kadar kolay kurtulacağını düşünüyor.
Hâlbuki sorunların en büyüğü, her şeyi maddiyat gözlüğüyle görmekten kaynaklanıyor. “Para her şeyi satın alır,” “Maddi imkânlar her türlü sorunu çözer” zannedildiği için insanlar açgözlülükle hareket ediyor. Aç gözlülük ise aileden topluma, uluslararası ilişkilere kadar bir sürü soruna sebep oluyor.
Belki maddi refaha olan düşkünlüğün tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. Eski çağlarda da insanlar maddi refah içinde yaşadıkları şehirler inşa etmişlerdir. Ancak maddiyatçılık hiçbir zaman çağımızdaki kadar felsefi bir temele kavuşmamıştır.
Günümüzde bir toplumun “gelişmişliği” kişi başına tüketimle ölçülmektedir. Mesela “kişi başına düşen elektrik tüketimi,” gibi rakamlar, o toplumun çağdaşlığının işareti sayılmaktadır.
Ekonomistler bir ülkedeki toplam ekonomik hareketliliği, o ülkenin ilerlemesinin ölçütü saymakta, tüketimi de ekonominin can damarı kabul etmektedir. Bu yüzden de temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar tarım, hayvancılık, balıkçılık, dokumacılık ve saire üretim yapan ve kendi kendine geçinen bir ülke fakir sayılmaktadır. (İslam ülkelerinin birçoğunun geri ve çağdışı sayılmasının nedeni de budur.)Ama asli ihtiyaç olmayan eşyalar ve nesneler üretip tüketen; bunun için enerji, hammadde, emek ve benzeri girdileri boş yere sarf eden ülkeler zengin sayılmaktadır.
Hâlbuki bu ülkelerin çoğu dışa bağımlı, ekonomileri cari açık veren, iflasın eşiğinde ülkelerdir. Ama ekonomik canlılık başlı başına bir değer haline geldiği için, tüketim de ileri ve gelişmiş ülke olmanın standardı kabul edilmektedir.
Bu anlayış aileyi ve toplumun yapısını da tahrip eder bir hale gelmiştir. Eski zamanlarda hanımların evde oturması, gereksiz yere tüketmemesi, ihtiyaçları, ev içi üretimle asgari masrafla karşılamayı becerebilmesi takdir edilen bir özellikti. Şimdilerde evinden çıkıp bir işte çalışması, sonra mutfağında hazırlayabileceği şeyleri hazır satın alması makbul sayılıyor. Çünkü bu şekilde üretim-tüketim faaliyetleri kamçılanıyor. Bunların her bir aşamasında devlet vergi alıyor ve ekonomik büyüme denilen -ne işe yaradığı meçhul- hedef (!) gerçekleşiyor. Ailelerin huzuru, gelecek nesillerin yetiştirilmesi bu hedef uğruna kurban verilmiş kimin uğrunda…
Aslında bu anlayış sürdürülebilirliği olmayan, gezegenin kaynakları tükendiğinde ve çevre kirliliği son haddine vardığında kendiliğinden tükenişe geçecek bir ekonomik model. Ama nedense bu apaçık gerçek bir türlü görülemiyor. Kanaatin de bir ekonomik model olabileceği hiç düşünülmüyor.
İşin tuhaf tarafı, son asırda Müslümanların da bu anlayışın kuyruğuna takıldığını ve kalkınma, ilerleme kelimelerinin büyüsüne kapıldığını görüyoruz. Bilhassa bol petrol geliri sayesinde aşırı tüketim kısır döngüsüne kapılmış bazı ülkeler alışveriş cenneti (!) olarak anılıyor.
Ülkemizde de bir kısım muhafazakârlar, aynı anlayışı benimser hale gelmiş. Dikkat ediyoruz, son zamanlarda üretken Anadolu kadını, tesettürlü Müslüman hanımların örneği olmaktan çıkmış, yerini tüketici Dubaî kadını almış!
Bu gidişatın, bilhassa ülkemiz gibi kaynakları sınırlı ülkelerde hiç de iyi netice vermeyeceğini tahmin etmek zor değil.
Bu sebeple Peygamberimiz aleyhissalatu vesselamın hayatındaki sadeliği ve zühdü hatırlamaya her zamankinden daha fazla muhtaç olduğumuz bir zamandan geçiyoruz.
Çocukken Bile Tokgözlüydü
Peygamberimizin hayatına baktığımızda, “Beni Rabbim terbiye etti…” buyuran efendimizin, küçük yaştan itibaren basit bir hayatın içinde yetiştiğini görüyoruz.
Her şeyden önce yaşadığı memleket yoksuldur, çöllerle ve dağlarla çevrili, üretime elverişsiz bir coğrafyadır. Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i yerleştirirken “Rabbimiz, zürriyetimin bir kısmını ekin bitmez bir yere, mukaddes evinin yanına yerleştirdim, Rabbimiz, namaz kılsınlar diye…” (İbrahim, 37) buyurduğu Hicaz bölgesi; Mısır, Roma, Hint medeniyetlerine ev sahipliği yapmış, refah içinde bir coğrafya değildir. Mekke şehrinin en zenginleri bile temel ihtiyaçlarını, zorlu kervan yolculuklarıyla temin etmektedir. Yoksulların geçimi ise çok daha zordur.
Üstelik Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam yetim olarak dünyaya gözlerini açmıştır ama küçük yaştayken bile sabırlıdır, yoksulluğa tahammüllüdür. Dadısı Ümmü Eymen’in haber verdiğine göre küçüklüğünde sabahları Zemzem kuyusundan bir avuç içerdi ve “Ben tokum” derdi. (Kadı İyaz, Şifa-i Şerif)
Peygamberimizin hayatında daima maddi açıdan azlığa mukabil manevi açıdan bereketi görmek mümkündür. Efendimizi sütanne olarak alan Halime de kabilesinin en yoksuluydu. Develeri o kadar yavaş yürüyordu ki, ücret karşılığı emzirmek için süt çocuğu almaya gelirken en arkada kalmıştı. Bu yüzden de yetim olduğundan dolayı kimsenin almak istemediği Abdulmuttalib’in torunundan başka çocuk bulamamışlardı.
Fakat onlar gözü tok insanlardı, hem küçük yetimin güzelliği karşısında adeta kendilerinden geçmişlerdi. Onu evlerine getirmeleriyle birlikte de evleri bereket dolmuştu. (İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 112)
Aynı durumu daha sonra ona kucak açan Ebu Talib’in evinde de görüyoruz. Onun hakkında Hz. Ali’nin sözü dikkat çekicidir; “Babam, Kureyş’in fakir, fakat ileri gelenlerinden şerefli biri idi. Hâlbuki kendisinden evvel, böyle yoksul olduğu halde kavminin ulu kişisi olmuş bir kimse gelmemiştir.”
İşte Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam bu evde, birçok kardeşle beraber ortaya koydukları bir tas sütle doymak durumundaydı. Fakat bir gerçek vardı, küçük Muhammed sofraya oturmadığı zaman onlara yetmeyen süt, onunla beraber oturduklarında karınlarını doyuruyor hem de artıyordu. (İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 120.) Yine aynı manzara, maddi azlıkla beraber zuhur eden bereket…
Peygamberimiz ailesinin koyunlarına çobanlık yaptığında, Hz. Hatice’nin kervanıyla ticaret yaptığında da hep aynı durum meydana geldi. Bu sebeple cennet hanımefendisi Hz. Hatice bütün varlığını onun yoluna sermekten çekinmedi. Çünkü bildi ki, mal onun dürüstçe kazanması ve yerli yerince sarf etmesiyle bereketleniyordu. O malını nefsani istekler için saçıp savurmuyor, akrabaya ikram, yoksullara iyilik yapıyordu. Öte yandan yaşı kırka yaklaştığında dünyadan elini çekti.
En Büyük Zenginlik, Ebediyet
Dünyanın gidişatı çok kötüydü, kişisel iyiliklerle düzeltmenin imkânı yoktu. Hem kendisinde bir başkalık hissediyordu, ıssız yerlere çekilmek kendisine sevdirilmişti.
Sonunda Hz. Cebrail ona “Oku!” hitabıyla başlayan ayetleri getirdi. Bundan sonra artık dünya işlerini büsbütün bıraktı. Çünkü artık çok zorlu bir vazifesi vardı, dünyayı birbirinden çekiştirmeye dalmış insanların gözünü gönlünü doyuracak bir haber getirmişti.
O insanlara en büyük bereketi ve zenginliği, “ebediyet müjdesini” getirmişti. Fakat insanların bu müjdeye inanması kolay olmayacaktı. Çünkü bu haber insanları sonsuz bir hayata ümit bağlayıp geçici hayatta kanaatkâr olmaya davet ediyordu. Helallerle kanaat etmeye, hatta helallerin de zorunlu olanıyla yetinip, hayır hasenat yapmaya…
Bu habere inanıp teslim olmak, peşin dünya menfaatinden vazgeçmek kolay mıydı?
Bu yüzden zenginler kolay teslim olamadı bu habere, Peygambere ilk inananların çoğu yoksullar ve kölelerdi. Hz. Ebu Bekir gibi birkaç zengin Müslüman ise onları zalim sahiplerinden satın alıp özgürlüğe kavuşturmak için servetini harcamıştı.
Şimdi onlar özgürdü ama karınlarını doyuracak efendileri de yoktu. Çoğu zaman Hz. Hatice’nin yardımlarıyla geçiniyorlardı. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Rabbinin sonsuz kereminden başka güvenecek hiçbir dalı olmadan her şeyini harcıyordu.
Ambargo yılları, hicret, ticarette kesatlık, kıtlık ve yokluk…
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem sahabenin en yoksulundan bile daha yoksul bir hayat sürüyordu. Çünkü Allah azze ve celle ona ve ailesine zekat, sadaka almayı yasaklamıştı. Dünyalık maişet kazanmak için çalışamadığı gibi yardım da alamıyordu. Peki neyle geçiniyordu?
Hanımları, Allah Resulünün vefat ettiği güne kadar, üst üste üç gün buğday veya arpa ekmeğiyle doymadığını bildirmiştir. (Buhârî, Eymân, 22) Bazen bir ay geçiyordu, evlerinde ekmek veya yemek pişirmek için ateş yanmıyor, sadece hurma ve suyla yetiniyorlardı. (Buhari, Hibe, 1)
Peygamberimizin yaşadığı bu durum maddi yoksulluktan kaynaklanmıyordu. O istese yerin hazineleri emrine verilirdi. Ama o manevi derinliği olan bir kulluk için, şükrün ve sabrın tadına vara vara kulluk etmek için bu hayatı tercih ediyordu.
Nitekim Ashab-ı kiramdan Ebû Ümâme radıyallahu anhu, Peygamberimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Rabbim bana benim için Mekke dağlarını altın yapmayı teklif etti. Ben: " Hayır, yâ Rabbi. Bir gün tok, bir gün aç kalayım, aç kaldığım zaman sana niyazda bulunurum, seni anarım. Doyduğum zaman ise sana şükreder, hamd ederim" dedim. (Tirmizî, Zühd, 35)
Varlık Zamanında da Aza Kanaat
Nitekim daha sonra savaşlar ve nihayet Rabbinin yardımıyla gelen fetihler ve ganimetlerle dünya nimetleri müslümanların ayağına serildi. Arap yarımadasının dört bir yanından hediyelerle, ganimetlerle yüklü kervanlar Medine’ye geliyordu. Artık sahabenin yoklukla ilgili sıkıntıları dinmişti. Ama Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin hayatı hala aynıydı.
Peygamberin hanımları, onun kalbini İslam’a ısındırmak istediği müşriklere bol bol mal verirken kendisinin hala yokluk içinde yaşamasına üzülüyorlardı. O evinin ihtiyacı için bir koyun kesse onun bir kürek kemiği hariç hepsini dağıtır, üstelik sevinerek “Bir kürek kemiği hâriç hepsi bizim oldu!” (Tirmizi, Kıyâmet, 33) buyururdu.
O isteyenleri asla geri çevirmezdi. Öyle ki, vefatından bir süre önce kendisine hediye edilen bir hırkayı da yine isteyene verivermişti. Ashab-ı kiram Peygamberimize yeni bir hırka yaptırıp hediye etmek için seferber oldular ama Peygamber sallallahu aleyhi veselleme nasip olmadı. (Buhârî, Libâs 18; Edeb 39)
Hanımları bazen insan olmanın icabı zaaf gösteriyor, hanımların çoğunun istediği gibi daha rahat bir hayat istiyorlardı. Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam ise bir müddet onları terk etti ve kendisine nazil olan ayetleri okuyarak, tercihlerini yapmalarını istiyordu.
"Ey Peygamber! Hanımlarına şöyle de: Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız gelin, boşanma bedellerinizi verip hepinizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah’ı, peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorsanız, iyi bilin ki Allah, içinizden iyilikte bulunanlar için, büyük bir mükafat hazırlamıştır." (Ahzab, 28-29)
Ezvac-ı tahirat, “İsterseniz karar vermeden evvel anne babanıza danışın” diyen Peygamberimize, söz birliği etmişçesine, “Elbette ki Allah’ı, Resûlünü ve ahiret yurdunu tercih ediyoruz!” diyorlardı.
Bilmiyorum farkında mıyız, şu anda bizler de aynı tercihle karşı karşıyayız: Allah, Resulü ve ebediyet yurdunu mu tercih edeceğiz yoksa geçici dünyayı elde etmek uğruna onları küstürmeyi mi?