Salih Amel, Ömrün Bereketidir
Allah-u Zülcelâl insanları ve cinleri yarattığı için, onların hem zâhirî hem mânevî yönünü, yani kalbinin, ruhunun içindeki her şeyi bilir.
Bilelim ki, ahirette Allah’ın huzurundaki halimiz; bu dünyada birbirimizi aldattığımız gibi değildir. Allah-u Zülcelâl bizi bizden daha iyi biliyor. Öyle olduğu için zâhirî azalarımızdan daha ziyade kalbimizde olan her şeyi bildiği için, O’nun razı olacağı şeyleri orada bulundurmamız lazımdır.
Âyet-i kerîmede Allah-u Zülcelâl şöyle buyuruyor:
“Her şeyin mülkiyeti elinde olan Allah, sübhandır; bütün noksanlıklardan uzaktır. Siz yalnız O’na döndürüleceksiniz.” (Yasin, 83)
Böyle bildiğimiz zaman, “Allah-u Zülcelâl benim her şeyimi bilir,” diye düşüneceğiz. Hatta Allah-u Zülcelâl’in denizlerdeki balıkların ne halde olduğunu, dağlardaki böceklere kadar bütün yarattıklarının ne halde olduğunu bildiğini düşünürsek; yani açtır, toktur, hastadır, sağdır, diye bütün dünyadaki her şeyin halini, biliyor Allah-u Zülcelâl. Allah celle celâluhû böyledir işte.
Bunu düşünürsek anlarız ki, hiç ondan gizli bir şey yapabilir miyiz?
Bir hoca, talebelerinden birini çok seviyordu. Öbür talebeleri hocaya itiraz ettiler,
“Onun ne üstünlüğü var ki onu bizden daha çok seviyorsun?”
Hoca bir gün onlara birer tavuk verdi ve dedi ki:
“Bunları hiç kimsenin görmediği bir yerde kesin.”
Bütün talebeler tavukları aldılar, gidip tenha bir yerde tavuğu kesip getirdiler. Ama hocanın sevdiği talebe tavuğu kesemeden getirdi. Hocası ona sordu:
“Bütün arkadaşların tavuğu kesip getirdi, sen niye kesmedin?”
“Hocam sen dedin ki, kimsenin görmediği bir yerde kesin, getirin. Ama ben nereye gitsem Allah görüyor, o yüzden kesemedim.”
Öbür talebeler birbirlerine baktılar ve “Demek ki hocamızın onu sevmesi haklı imiş,” dediler.
Demek ki o Allah ile murakabeliydi. “Daima Allah beni görüyor,” diye bunun farkında olan bir haldeydi. İşte böyle olursanız, kolay kolay günah da yapmazsınız. Böyle olduğu zaman Allah’a ibadetin tadını almış olur ve hakiki bir kul olmuş olur, Allah-u Zülcelâl’e karşı…
Biz Hür Değiliz
İbrahim bin Ethem rahmetullahi aleyhi çarşıdan bir köle satın aldı. Köleyi eve getirdi ve sonra sordu:
– Ne yemek istiyorsun? Köle cevap verdi:
– Sen bana ne verirsen onu yerim.
– Ne giymek istiyorsun?
– Sen ne giydirirsen onu giyerim?
– Senin adın nedir?
– Sen bana hangi ismi takarsan ismim odur.
– Ne iş yaparsın?
– Bana ne iş verirsen onu yaparım.
– Senin bir iraden, bir isteğin yok mu?
– Hayır, kölenin iradesi yoktur, efendisi ne isterse onu yapacaktır. Kölenin isteği yoktur, seyyidinin isteği neyse onun isteği de odur.
Bunları dinleyen İbrahim bin Ethem ağlamaya başladı. Dedi ki:
– Ya nefsim, şimdiye kadar sen hiç bu kölenin düşündüğü gibi, böyle düşündün mü? Sen kendi Rabbine karşı böyle kulluk yaptın mı? Sen hür değilsin, sen de Rabbinin kulusun. Rabbinin emir ve nehiyleri neyse onu yapman lazım. Senin bir iraden olmaması lazım. Bundan sonra sadece Allah’ın iradesi olacaktır. Dedi. Ağlayarak Allah’a tevbe etti.
Böyledir işte, insan Allah’ın kuludur, Allah da her zaman insanın Rabbidir. Çünkü Allah-u Zülcelâl Kur’an-ı Kerim ile emir ve nehiylerini nazil etmiş, bizim de O’nun emir ve nehiylerine daima riayet etmemiz lazımdır.
Asıl Yurdumuz Ahirettir
Gene İbrahim bin Ethem rahmetullahi aleyh bir gün ibadet etmek için sahraya çıkmıştı. Valinin askerlerinden biri ona sordu:
– İnsanların yerleştiği yer hangi taraftadır?
İbrahim bin Ethem rahmetullahi aleyh de ona şehrin mezarlığını işaret etti. Asker oraya gidince baktı ki mezarlık, buna kızdı. Geri döndü,
– Neden bana yalan söyledin? Diyerek İbrahim bin Ethem’e kamçısıyla vurdu. Halbuki İbrahim bin Ethem rahmetullahi aleyh ona yalan söylememişti, demek istiyordu ki, “İnsanlar bu dünyada yolcudur; sonunda yerleşip kaldıkları yer, kabirdir.”
Asker bunu anlamadığı için ona vurmuştu ama İbrahim bin Ethem rahmetullahi aleyh buna üzülmedi, aksine dua etti. Dedi ki: “Ya Rabbi bunu cennetlik yap!”
Asker bundan bir şey anlamadı, atını sürdü gitti. Giderken olup bitenleri uzaktan gören birileri askeri durdurdu ve sordu:
– Sen o vurduğun kişinin kim olduğunu biliyor musun?
– Hayır bilmiyorum, kimdir?
– O evliyaullahtan bir zattır, İbrahim bin Ethem’dir, dedi.
Asker bunu duyunca hemen geri döndü. Atından indi. İbrahim bin Ethem’in elini öptü, af diledi. İbrahim bin Ethem onu affetti. Sonra asker sordu:
– Ben sana insanların yerleşim yeri ne tarafta diye sorunca neden mezarlığı gösterdin?
İbrahim bin Ethem dedi ki:
– Hakiki yerleşip kalacağımız yer orasıdır, onun için öyle dedim.
Asker tekrar sordu:
– Peki ben sana vurduğum zaman neden bana dua ettin?
– Çünkü sen bana vurduğun zaman ben sevap kazandım. İstedim ki, kendisi sayesinde sevap kazandığım kişi benden zarar görmesin. Onun için ‘Allahım onu cennete koy,” diye dua ettim.
İşte Allah’ın dostları böyledir. Hep “Allah” diyorlardı onlar. Onların gözünde dünya hiçbir şey değildir, mühim olan ahirettir.
Kim Allah celle celâluhû ile beraber olursa Allah-u Zülcelâl de onunla beraberdir.
Kişi nasıl Allah-u Zülcelâl ile beraber olacak?
Hırsla, niyetle, kalple daima Allah-u Zülcelâl’in rızasını kazanmaya gayret edecek. Kul öyle olduğu zaman, Allah-u Zülcelâl de onunla beraberdir, hıfzıyla, keremiyle, ihsanıyla, ona iyilik yapmakla, onu günahlardan muhafaza etmekle, ona daima hayır dilemekle onunla beraberdir.
Şimdi dedik ya, “hırsla, niyetle, kalple daima Allah-u Zülcelâl’in rızasını kazanacak,” diye, işte o zaman Allah-u Zülcelâl de daima günahlardan muhafaza etmekle, eğer bir günah yaparsa tevbe nasip etmekle yardımcı olacak inşallah.
Tevbe Edenlerin Kazancı
Şimdi benim yanımda çok kıymetlisiniz, çünkü Allah size muhabbet ettiği size tevbe nasip etmiş, tevbe etmeye gelmişsiniz. Allah-u Zülcelâl buyuruyor, “Allah tevbe edenleri sever, temizlenenleri sever.”(Bakara, 160)
Allah sevdiği için ben de sizi seviyorum. Peygamber aleyhisselatu vesselam buyuruyor ki:
“Ey insanlar! Allâh’a tevbe edin ve O’na istiğfâr edin! Muhakkak ki ben her gün yüz defa, hattâ yüzden daha fazla, Allâh’a tevbe ediyor ve O’na istiğfâr ediyorum.” (Ahmed, IV, 261;)
Başka bir hadis-i şerifte de:
“Tevbe ediniz! Allah’a kasem olsun, ben günde yetmiş kere Allah’a tövbe ve istiğfar ediyorum.”(Buhâri, Daavât, 3; Tirmizi, Tefsir, 3255)
Tevbe etmekle hem Allah’ın sevdiği bir şey yapmış oluyorsunuz, hem Peygamber aleyhisselatu vesselamın yaptığı bir şeyi yapmış oluyorsunuz. Allah sizi sevdiği için sizin kalbinize tevbe etme duygusunu koyuyor. İnşallah tevbe etmeye gelmekle, Allah’a misafir oldunuz. Çare budur, tevbe etmek Allah’ın çok büyük nimetidir, onun nimetine şükredelim, inşallah.
Şükretmek yalnız “elhamdülillah” demek değil. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, Âişe annemize dedi, “Ya Âişe ben bugün müsaade edersen namaz kılayım.” Gitti yeni bir abdest aldı, namaza durdu. Sabaha kadar namaz kıldı, secde etti, ağladı. Sabah Bilal-i Habeşi ezan okumaya gelinceye kadar böyle devam etti.
Tabi sabaha kadar böyle ağlayınca insanın hali biraz değişiyor. Âişe annemiz Peygamber aleyhisselatu vesselamı böyle görünce;
“Ya Rasulallah, niçin bu kadar kendini yoruyorsun, senin günahın yok, Allah’ın koruması altındasın, hataların da bağışlanmıştır,”dedi. Peygamber aleyhisselatu vesselam,
“Yâ Âişe, ben Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” (Buhari, Teheccüd 6) diye cevap verdi.
Allah-u Zülcelâl insana hidayet nimeti verdiği zaman, Allah’a ibadet etmek suretiyle ona şükretmek lazımdır. Peygamber aleyhisselatu vesselam sabaha kadar ağlayarak namaz kılması, o hidayete şükretmek içindi.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem demiş oluyor, “Allah-u Zülcelâl bana peygamberlik nasip etti, bu kullarının hidayetine vesile etti. Onları bu vahşetten, kötü ahlaktan kurtardı, hidayet verdi,” diye şükrediyordu.
Peygamber aleyhisselatu vesselama peygamberlik verilmeden önce insanlar hak yoldan sapmışlardı, ahlak çok bozulmuştu. Allah-u Zülcelâl Peygamber sallallahu aleyhi vesellemi gönderdiği zaman Kur’an ahlakını öğretti onlara.
Bütün dünyaya Allah-u Zülcelâl’in gönderdiği hak dini, Kur’an ahlakını öğretti. Hepsinin kurtuluşuna Peygamber aleyhisselatu vesselam sebep oldu.
İşte Peygamber aleyhisselatu vesselam sabaha kadar nafile namaz kılarak, secde ederek, ibadetlerle bu hidayet nimetine şükrediyordu. Bize de Allah-u Zülcelâl bu tevbeyi nasip ettiği için, bu duyguyu, bu pişmanlık duygusunu nasip ettiği için şükredelim. Neyle şükredelim? Kıymetini bilelim ve başka arkadaşlarımıza da anlatalım, onlara da Allah nasip eder inşallah.
Bu ahir zamanda görüyoruz, çarşılar, caddeler, sokaklar günah denizi olmuş. Denize gir de ıslanma bakalım. Öyle olduğu için tevbe insanın çaresidir.
Görüyoruz, duyuyoruz, her birkaç günde “Bir kişi vefat etti,” diye. İşte bir gün bizim hakkımızda da diyecekler, “Vefat etti,” diye…
Ondan sonra iş işten geçiyor, o zaman yeni bir hayat başlayacak, bitmeyecek o…
Ondan sonra ölüm yok. Fânî değil, devamlı bir hayattır o. Burada fânî olduğu halde zengin olmak istiyoruz, hâlbuki asıl ahiret hayatı mühimdir, ona kıymet vermemiz lazımdır.
Ömür Nasıl Bereketli Olur?
Bazı insanlar diyorlar ki, “Allah ömrüne bereket koysun,” bunun manası nedir, biliyor musunuz? Bazı kişiler öyle bir salih amel yapıyorlar ki başkalarının yüz senede yapamayacağı kadar sevap kazanıyor. İşte bereket odur. O zaman onun ömrü bereketli olmuş oluyor.
Bir sene öyle ibadet, öyle zikir, öyle İslam hizmeti yapıyor ki; öbür kişi yüz sene yapıyor ama onun yaptığı kadar sevap kazanamıyor. İşte Allah-u Zülcelâl o kişinin ömrüne bereket koyuyor. “Ömrüne bereket koydu,” demek odur işte…
Düşünmemiz lazım, dünyaya nasıl geldik, nasıl dünyadan ayrılıyoruz? Bu dünyaya çocuk olarak geldik, sonra genç oluyoruz, sonra ihtiyar oluyoruz, sonra ölüyoruz. Sonra devamlı bir hayat başlayacak. Allah-u Zülcelâl bizi sorguya çekecek.
İşte o ebedi ahiret hayatında başımıza neler geleceğini, nelerden sorguya çekileceğimizi şimdiden düşünmemiz lazım. Eğer o ebedi hayatı düşünürsek, ona göre amel yaparız ve Allah’ın rahmetine nail oluruz.
Biraz düşünürsek, Sübhanallah, bu dünya hakikaten geçicidir. Bak tanıdığımız insanlar hep o kabre girdiler. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bin dört yüz sene önce ahirete göçtü. Evliyalar, salih müminler hep o kabre girdikler. Kıyamet gününde herkes kabirlerinden çıkacak ve hakiki yerini alacaklar.