Son Yaşadığımız Olaylar Üzerine Bir Değerlendirme
Her hasta, her muhtaç, her yoksul, Allah’ın bize bir emanetidir. Bu emanete ihanetin cezası, kısmen mutlaka dünyada yaşanır. Sosyal hükümler böyledir.
Genel görüş (belli çevrelerde) şu: Bırakın canım, insanlar istediğini yapsın, istediğine inansın, istediği müzik dinlesin, istediğini okusun, istediği gibi düşünsün, istediği gibi konuşsun, istediği gibi giyinsin, istediği gibi yaşasın, vs.
Peki, ama ölçüler yok mu? Akıl ölçüleri, ilim ölçüleri, inanç ölçüleri, sorumluluk ölçüleri, sanat ölçüleri? Ölçü yokluğu demek, değer yokluğu demektir. ‘Herkesin istediğini yapabilmesi’nden kast olunan şey ancak değer ölçülerinin varlığını kabulden sonra bir özel değer ifade edebilir. Sadece onu söylüyorsanız, saçmalıyorsunuz demektir. Gerçi saçmalama hürriyeti de vardır ama hürriyeti saçmalamaya irca etmek çok büyük yanlıştır! Günümüzde maalesef, birçok meselenin altında işte bu büyük yanlış yatıyor. ‘Herkes istediğini yapar’dan başka değer tanımamak tek kelimeyle ‘yozlaşma’ taraflısı olmak demektir. Zihin işgalinin farkında olmamak demektir. Meflûç (felçli) hale gelmek demektir. Bu bir toplumun kültürel intiharıdır, kültürel tecavüzdür!
Bir kültür katliamı yaşıyoruz.
Tabii kültürü de bir milletin değerleri, aidiyeti, diğer milletlerden farkını ortaya koyan (giyim kuşamdan, tutum ve davranışlara varıncaya kadar) milletin yaşayış tarzı değil mi? Kültür deyince; dinimiz, kendi değerlerimiz akla gelmez mi? Kültür, bir toplumun ruhu değil mi? Bizim entelektüelimiz/aydınımız:
“Bir toplumun ruhu yani hem geçmişi, hem şimdisi hem de geleceği’dir. Hiçbir toplum, kültürüne tecavüz edilmesine, geçmişinin, şimdi’sinin ve geleceğinin yok edilmesine, göz yummaz, yumamaz! Hiçbir toplum kendi ruhunu kendi elleriyle yok etmez!
Bunun örneği yok tarihte bizden başka! Bütün kesimler, bütün partiler bu toplumun kültürünün, dolayısıyla ruhunun korunması ve güçlendirilmesi konusunda azamî dikkati, rikkati, özeni ve gayreti göstermek zorundadır. Yoksa dünyaya söyleyecek bir sözümüz olmaz. Yoksa insanlığa verecek bir şeyimiz olmaz.” Yoksa kültürünü yitiren bir toplum, köleleşmekten ve yok olmaktan kurtulamaz demiyor mu? Dememişler mi?
İster dindar ister laik herkesin, özellikle de bütün kesimlerin aydınlarının yaşasın yaşamasın kendi değerlerine, kültürüne sahip çıkması, yapılanlara tepki göstermesi gerekmez mi?
İslâm’a, Kur’ân’a ve Hz. Peygamber’e her Allah’ın günü her yerde inanılmaz küfürler ve hakaretler ediliyor. Hassasiyetlerimizi kaybettiğimizden kimsenin kılı kıpırdamıyor. Alıştırıldığımız, ‘algı operasyonları’na uğradığımız için “inandığımız gibi yaşama yerine yaşadığımız gibi inanıyoruz.” Bu hâle getirildik.
Muhafazakâr ailelerin oturduğu ilçe olarak bilinen yerlerde bile çarşıda, pazarda, umumi vasıtalarda, vs. Genç kızlarda göbek gösterme, plaj kıyafeti, laubalilik iyice yaygınlaştı. Edeb ve hâyâ kalmadı. Değişime karşı değiliz, olamayız da. Aidiyetimizi unutmadan değişemez miyiz? BİZ kalarak değişim olmaz mı? Kalpsiz ve ruhsuz bir dünya, insanlığın genleriyle oynanan bir dünyada yaşadığımızı unutmayacağız. Her şeyin altüst edildiği, bütün değerleri değersizleştirdiği bir dünyada yaşıyor olmak bizleri mazeretler üretmeye götürmemeli. Allah’a kulluğun yerinin hevâü hevesin alıp, ona kulluk yapıldığı bir dünya.
Ülkeye, kültürüne, inancına, medeniyetine aidiyet bağlarını ve bilincini yitirmiş, böyle bir ruhsuzluk nasıl yaşanır, yaşatılır? Bir de bunlara bizden gözüken ‘bizim aydınımız’ geçinenlerin yaptıkları; ithamlar, suçlamalar, karalamalar, kışkırtmalar, kötülemeler, nefretler, inatlar içinde, kendi insanının değil de ‘şer güçler’in ittifakının yanında bulunmalarının izahı var mı? Her söylediğimiz sözün her yazdığımız satırın manevi sorumluluğu yok mu? Bazı doğruluk ölçülerine inanıyorsak, fazilet değerlerine bağlıysak, kendimizi milletimize borçlu hissediyorsak, bu manevi sorumluluğu yüreğimizde hissetmeliyiz.
Son yaşanan olaylarda güncele oturan âdeta saf ve kamplaşmaya götüren üç olay. Biri DİB ‘dua’ meselesi, diğeri ‘çarşaf’ ve pornografiye dönüştürülen ‘sema gösterisi’ndeki rezillik. Geçen kullandığım yazımın başlığını (İnanç ve Kültür Hayatımızda Nöropati) hatırlattı bu olaylar. Bu kadar zihin işgali hatta zihnen sömürgeleştirilme olur mu Türkiye Cumhuriyeti Devletinde! İslâm devleti olarak kurulan bir devletin devamı değil miyiz? Selçuklu, Osmanlı bizim devletlerimiz değil miydi? Peygamber Efendimizin İslâm Devleti’nden beslenmedik mi? Her gün gündeme oturup hepimizi meşgul eden bütün olayları kendi tefekkür dünyamızda değerlendirip bunların sonuç olduğunu buna götüren sebeplerin ortadan kalkması gerektiğini, sessiz kalınamayacağını ne zaman idrak edip gerekeni yapacağız? Tepki olarak değil, kendi eğitim sistemimizi bir an önce kurmalıyız. Yahut bu dertlerle dertlenen adam yetiştirecekleri yetiştirecek öncü kuşak faaliyetlerini “Allah Rızası” için gerçekleştirecek MTO’ya (Medeniyet Tasavvuru Okulu’na) sahip çıkılmalı. Yük olmayıp yük alınmalı. İnşallah sadra şifa olacak heyecan verip bizi kendimize döndürecek ‘cami (kıble) merkezli bir dünya kurarız.