* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: İLAHİ HUZURA KALB'İ SELİM İLE VARMAK  (Okunma sayısı 594 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
İLAHİ HUZURA KALB'İ SELİM İLE VARMAK
« : Ağustos 28, 2017, 01:47:44 ÖS »
İlahi Huzura, Kalb-i Selim ile Varmak

Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

“Muhakkak Allah-u Zülcelâl sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Fakat sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr 34)

Kalp, günlük dilde, göğsümüzün sol yanındaki kan dolaşımını sağlayan organın adıdır. Bu maddi organımız dahi insanın duygularından etkilenerek çarpma hızını ve şeklini değiştirdiği için, insanın duyguları kalbe mal edilmiştir.

Ekseriyetle duygularımızdan bahsederken kalbimize atıfta bulunuruz, mesela “kalbim kırıldı,” “kalbim kuş gibi çırpındı,” “kalpsiz” “taş kalpli,” “yumuşak kalpli” deriz.

Tasavvufi ıstılahta sözü edilen kalp ise sadece gündelik duygu durumlarını ifade etmez; insanın hayata bakışındaki temel inancını, görüşünü, tutumunu ve buna bağlı olarak sevip sevmemesini ifade eder. İşte bu kalp, Allah-u Zülcelâl’in nazargahıdır.

Rabbimiz bizim suretlerimize bakmaz, gönüllerimize bakar. İşlediğimiz amellerin de kalıbına değil özüne, yani niyete bakar. Zaten azalarımızın yaptığı işler ve davranışların asıl maksadı kalbimizdeki inanç ve niyete bağlıdır.

Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de buna dikkat çekerek:

“İnsan da bir organ vardır. Eğer o sağlıklı ise bütün vücut sağlıklı olur; eğer o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir.” (Buhârî, Îman, 39; Müslim, Müsâkât, 107) buyuruyor.

Hepimiz biliriz ki, bizi son nefeste kurtaracak olan, iman, Allah için sevmek, Allah için buğz etmek, Allah'a tevekkül etmek amellerde halisane niyet beslemek gibi makbul haller hep kalbin halleridir. Bu haller kişinin amellerine de yön verir.

Tasavvuf büyükleri, “Bedendeki organlar kalbin yönetimi altındadır.” Buyurmaktadır. Ayrıca amellerin Allah-u Zülcelâl katında makbul olması da, dış kurallara uygun olduğu kadar kalpte samimi niyetin olmasına bağlıdır.

Allah-u Zülcelâl’in bir ismi de el-Kuddüs’tür; noksanlardan münezzeh ve tertemizdir. İbadetlerin de ancak kalp temizliği ile yapılmış olanlarını kabul eder.

Rabbimiz, Hz. İbrahim aleyhisselamın duasında, “O gün, mal ve evlat fayda vermez, ancak kalb-i selim ile gelen hariç,” (Şuara; 88-89) buyurduğunu haber vermektedir.

İşte kalb-i selim dediğimiz, her türlü bozuk itikattan, bulanık düşünceden, düşük seviyeli duygudan arındırılmış; yüksek duygularla bezenerek Allah'a yönelmiş bir kalp bizim en büyük servetimizdir.

Kalpler Paslanır

Kuran-ı Kerim’e baktığımız zaman sayılamayacak kadar çok ayette kalbe dikkat çekildiğini görüyoruz. Bu ayetlerde, bazı kalplerin kör olduğundan, bazı kalplerin hasta olduğundan, bazılarının taş gibi katı olduğundan bahsedilir.

Bu ayetlere baktığımız zaman, kişinin kötü duygu ve davranışları sebebiyle kazandığı günahların kalbini paslandırdığını görüyoruz: “Asla, hayır; onların kazandıkları, kalpleri üzerinde pas tutmuştur.” (Mutaffifin; 14)

Elbette bizler kalbimizi nefsanî duygulardan temizlemeden de kalbimizin temiz olduğunu iddia edebiliriz. Çünkü lağım işlerinde çalışanların pis kokuya burnunun alışması gibi, kirli duygulara karşı duyarlılığımızı kaybetmişizdir.

Önemli olan bizim kalbimizin özünü bilen Rabbimizin bize “Evet senin kalbin temiz,” demesidir. Çünkü Rabbimiz bizim kalbimizi bizden daha iyi bilmektedir: “Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı duranı bilendir.” (Mülk, 13)

Bazen nefsimizin her istediğini yaptığımız için sakinleşir, gizlenir ve biz de bunu kalp temizliği zannederiz. Hâlbuki bu bizim onu temizlemek için hiçbir şey yapmamamızdan kaynaklanan sahte bir sükûnettir. Mevlana hazretlerinin bu konuda güzel bir benzetmesi vardır:

“Senin iç âlemin, tortusu dibe çöktüğü için temiz gibi görünen durgun bir suya benzer.
Hele sen onu bir değnekle karıştır, o zaman dibinde ne pislikler olduğunu görürsün.”

Evet, kalbimizi temiz zannederken karşımıza bir imtihan çıkınca birden nefsimizin derinliklerindeki kötü huylar suyun yüzüne çıkıverir. Mesela kendimiz için arzu ettiğimiz bir nimet veya başarı başkasına nasip olunca kıskançlık huyumuz depreşiverir.

Yahut elimizde övünecek bir imkân yokken gayet mütevazı olduğumuzu zannederiz ama Allah-u Zülcelâl bizi bir nimetle imtihan edince, bizde yok zannettiğimiz kibir huyu meydana çıkıverir. İşte asıl önemli olan o imtihan anında kalbimizin gerçekten tertemiz olmasıdır.

Bunun çaresi ise imtihanlar bizim iç âlemimizi karıştırmadan önce kalbimizi ilimle, güzel amellerle ve Allah'a yönelerek arındırıp nurlandırmaktır. Ancak bunu yaparsak imtihan anlarından selametle geçer ve yüzümüz ak çıkarız.

Öyleyse nefsimizin isteklerini yapıp yatıştırarak, kalbimizde gizli olan tortuları örtbas ederek kendimizi kandırmamalıyız. Kendimize yapacağımız en büyük iyilik, nefse hoş gelmeyen amelleri yaparak ondaki kirli duyguları kazımak ve ona yüce sıfatları yerleştirmektir.

Elbette nefsimiz buna tepki gösterecektir. Biz amel yapmak istedikçe içimize kötü hislerin gelmesinin sebebi de budur. Aslında bu nefsin, alıştığı kirli zevklerden ayrılmaya verdiği tepkidir.

En Büyük Nimet Kalp Temizliği

İnsan bu dünyada yaşadığı müddetçe nefsinin fısıldadığı kötü duygularla imtihan olmaktadır. Nefis, benlikten kaynaklanan duyguları sebebiyle kendinden başkasına karşı ön yargılarla doludur.

Öte yandan insanın iç âlemine rahmani, latif duygular da yerleştirilmiştir. İnsanın manevi yönünde ve vicdanında, muhabbet, merhamet ve kardeşlik hisleri mevcuttur. Hatta inançsız kişilerde dahi mahlûkata karşı merhametli olmaktan, iyilik yapmaktan huzur duyan bir vicdan sesi bulunur.

Zaten Rabbimiz insanı esasen “Ahsen-i takvim üzere” yarattığını bildiriyor. İnsanlar dünyevileşip bencilce arzuları uğruna vicdanlarını susturdukları için zamanla kalpleri kararmaktadır.

Her insanın iç âleminde nefsanî duygularla vicdani duygular savaşır durur. Eğer insan nefsinin kötülüğü hakkında bilinçlenir, onun fısıldadığı kötü duyguları ayıplar ve vicdani yönü geliştirirse iç âlemini bencillikten temizler.

O zaman insan kendisi için sevip istediği şeyleri başkaları için de ister. Başkalarının mutluluğuyla mutlu olur, insanlara yardım ve iyilik ettikçe kendini daha huzurlu hisseder.

Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede cennetliklerin halini şöyle tasvir ediyor:

“Biz onların gönüllerinden kini-buğzu çıkarıp atmışızdır. Hepsi kardeşler olarak sevinç içinde karşılıklı koltuklara otururlar.” (Hicr, 47)

İnsanın gönlünde hiçbir düşmanlık, haset ve nefret hissinin olmaması ne büyük bir nimettir. Herhalde böyle samimî bir kardeşlik duygusu içinde olmak, cennetin en büyük nimeti olsa gerektir.

Nefsin bulanık hisleri gönül aynasını buğulandırır durursa, cennetin güzelliklerinin tadına varmak nasıl mümkün olabilir? Haset ve husumet duygusu gönlünü daralttığı müddetçe insan hiçbir nimetin zevkine varamaz.

İnsanlar bencilce duyguları bir yana bıraksa, kalpler sevgiyle birleşse dünya cennete döner. Çünkü hayatın zorlukları iş birliği ile kolayca aşılır, sıkıntılar çözülür, çözülemeyen dertlere de sabretmek kolaylaşır.

Bazen dertli bir insana en fazla acı veren, o derdin bizzat kendisinden daha çok o derdi paylaşabileceği, samimi bir dostunun olmamasıdır. Ondan da kötüsü, onun derdiyle alay edecek, onu hor görüp dedikodusunu edecek düşmanlarının varlığıdır.

Düşmanca hisler taşıyan kişiler sadece dertlilerin değil, başarılı ve mutlu insanların da ıstırap kaynağıdır. Birçok insan, hasetçilerin şerrinden dolayı Allah'ın nasip ettiği nimet ve başarıların tadını alamaz.

Hâlbuki kalpler kardeşçe bir sevgiyle birleştiği zaman başarılar, sevinçler ve müjdeli haberler de hasetsiz-garezsiz paylaşılır. Nimet sahipleri başarıları kibirle değil, tevâzu ve şükürle karşılar. Allah'ın nasip ettiği nimetler şımarmaz, kardeşlerine sırt çevirmez; aksine ikram eder, ihsanda bulunur.

Kardeşleri de, kendilerine iyilik yapan nimet sahiplerine karşı güzel duygular hisseder. Böyle bir toplumda ne husumet olur, ne haset olur, ne nefret. İşte dünyayı da cennete çevirecek nimet budur.

Sevgi, paylaşma ve yardımlaşma, dünya hayatımızı da cennete çeviren hakikî bir cennet nimetidir ve ne yazık ki bugün insanlık en çok bu nimetten mahrumdur. Üstelik barış, kardeşlik, eşitlik gibi sloganların en fazla dillere pelesenk olduğu bir asırda insanlar bu nimetten mahrum kalmıştır.

Allah-u Zülcelâl ashab-ı kirama, kalplerinin muhabbetle kaynaşıp birleşmesinin en büyük nimeti olduğunu şöyle bildiriyor:

“Hep birlikte Allah'ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O'nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.” (Ali İmran; 103)

Gerçekten de bu nimet elden gidince Müslümanlar arasına tefrika ve nefret duygusu girdi, bozulma da ondan sonra başladı. Bugün dünyayı kasıp kavuran şiddetin ardında da bu kardeşlik duygusunun ve kardeşçe paylaşma ahlakının eksikliği yatmaktadır.

Allah-u Zülcelâl’in verdiği yer altı- yerüstü zenginlikleri, eğer kardeşçe bir ahlak ile bütün insanlığı iyiliği için kullanılsa dünya cennet olmaz mı?

Ortadoğu’daki şiddet sarmalını analiz edenler şöyle diyor: “Çoğu zaman bu savaşlarda asıl saik, petrol zenginliğini kontrol etmek isteyen büyük güçlerdir. Büyük devletler yerel güçler arasındaki etnik ve mezhebi farkları kullanarak onları kamplaştırıyor ve birbirleriyle savaştırıyor.”

Bugün İslam âlemi zaten geri kalmışlık ve kötü yönetim yüzünden gelecek nesillere bir ümit sunamaz hale düşmüştür. O yetmiyormuş gibi bir de Müslüman gruplar birbirlerini kendilerince bahanelerle tekfir ederek acımasızca öldürmektedir.

İslam dini hepimizi kullukta yoldaş, ümmetlikte kardeş, Âdem aleyhisselamın soyundan gelmemizden dolayı soydaş kabul etmektedir. Her hac mevsiminde baba evine bayramlaşmaya koşan kardeşler gibi, atamız Âdem’in mescidine, İbrahim milletinin tevhid ve kardeşlik bayramına katılmaya koşuyoruz.

İslam’ın yükseliş asrına bakıldığında birbirinden uzak yerlerde yaşayan, birbirinin diline ve kültürüne yabancı, ırk özellikleri, âdet ve alışkanlıkları farklı nice milletin kardeşlik anlayışıyla kaynaşıp birlikte yaşadıkları; görgü ve bilgilerini birleştirip bir medeniyet havzası meydana getirdiklerini görüyoruz.

Elbette yeniden bu yüksek karaktere ulaşmak için kalp temizliğinin önemini kavrayarak iç dünyamızı nefsanî duygulardan temizlememiz gerekir.

Dünyayı da cennete çevirecek insanlar ancak cennete layık ahlaka sahip olmak için kalbini nefsanî hislerden arındıranlardır. Allah-u Zülcelâl hepimizi öyle kullarından eylesin.

Amin.

Hatice Kübra Ergin.