Hac ve Hayat Yolculuğu
üz, şu kavimden bu kavimden, ayırt etmeden herkesi kucaklayan bir emniyettir bu. İnsanın insana sunduğu değil, Rabbin kullarına bahşettiği bir emniyet iklimidir; yalnız Allah'a kulluk etmek isteyen her özgür ruha kanat açan…
Beyaz Günler
Ekim’in 6’sı itibarıyla kavuşacağımız Zilhicce ayı boyunca beyaz günlere boyanacak, “Allah'ın haremi” olan mukaddes topraklar.
O topraklar ki, insanlar mikat mahallerinden itibaren, oraya dikişsiz beyaz kumaşlara bürünmüş olarak girecek.(erkekler)
Türk, Kürt, Arap, Arnavut, Boşnak değil; sadece Ademoğlu olarak…
Fabrikatör, akademisyen, sanatçı, esnaf, çiftçi olarak değil; sadece kul olarak…
Siyah beyaz, kadın erkek, zeki ahmak olarak değil; sadece insan olarak…
İnsanlar dikişli elbiseleriyle beraber, kendilerini oyalayan ve yaratılış gayesini unutturan bütün kimliklerden ve rollerden de sıyrılacak; sadece kul sıfatıyla varacaklar Rablerinin evine…
Dili, teni, rengi farklı ama imanı bir olan kullar, sel gibi akarak Rabbinin evine mihman (misafir) olmaya koşacak. Mukaddes Çıtlak hocamızın terennüm ettiği gibi;
Gönüller bir haller başka,
Dualar bir diller başka,
İnançlar bir iller başka,
Mihmanıdır Beytullah'ın.
Sadece Allah için varacaklar o diyara; ne bir yakınlarını ziyaret etmek için ne de kazanç elde etmek için değil. Ama gidince bütün yakınlarından daha Yakın Olan’a kavuşmuş ve bütün kazançlardan daha büyük kazanç elde etmiş olacaklar.
“(Ey Habibim!) İnsanlara haccı ilân et (onları hacca çağır). Gerek yaya olarak ve gerekse uzak yolları aşarak yorgun develer üzerinde sana gelsinler. Gelsinler ki, kendilerine ait birtakım menfaatlere şahit olsunlar.” (Hac, 27)
Hürmet İşaretleri
Beyt-i Atik. Kabenin isimlerinden. Hem eski ev demek, Allah’a ibadet etmek için kurulmuş ilk mescid olmasına işaretle; hem de “hür ev” demek, Allah için hür kılınmış beyt.
Kimsenin değil. Hiçbir kavmin değil. Allah'ın evi ve kullarına verdiği buluşma adresi.
“Lebbeyk, lebbeyk” diye diye… “Buyur Yarabbi, emret. İşte geldim emrindeyim!” diye diye koşacağımız buluşma adresimiz…
Orada buluşuyoruz, mekandan münezzeh olan; şarkın ve garbın; göklerin ve yerin sahibi olan Rabbimizle.
Başka yerlerde namaz kılarken oraya yönelerek kılıyor, oraya yönelerek dua ediyoruz. O yöne hürmet ediyor, ayağımızı uzatmıyor, edebe mugayir şeyleri yapmıyoruz.
O taraf hürmetin işaretleriyle dolu; “Meş’ar’il-Haram” Yani, hürmet gösterilsin diye konulmuş işaret yerleri.
Oraya gösterilen hürmeti kendisine gösterilen hürmet saymış Rabbimiz. Oraya ziyarete gelenlerin sınırlardan geçer geçmez hürmetle geçmesini istemiş.
Bu yüzden ihrama girdiğiniz andan itibaren “rafes, füsuk ve cidal yok!”
Nedir bunlar, hayasızlık, saygısızlık ve taşkınlık diye özetleyebileceğimiz edepsizlikler.
İhram sadece bürünülen kumaş değil aksine o kumaşlar, bürünülen halden almış adını… İhram; ziyaretine koştuğun zatın hürmetine, her türlü edebe aykırı halden sakınmak, saygılı ve edepli olmak demek…
Öyle bir edep ki, ihramlı olduğun sürece sadece cinsi münasebet değil, buna dair bir söz bile yasak. Sadece günah işlemek değil, ayıp bir hareket bile yapmamak gerekiyor. Değil bir insanla dövüşmek, küçük bir münakaşa bile etmek yok. Hatta bırakın insanı, bir hayvanı, bir böceği bile incitmeye izin yok.
İnsanın kendi tırnağını bile kesemeyeceği günler bu günler. Kendi kılını bile koparamayacağı. Kokulu sabun bile kullanamayacağı. Öyle bir eline, diline sahip oluş; öyle bir kendini alıkoyuş.
Bu günlerde eline diline sadece Rabbin hükmedecek.
Her girişiminden önce, hatta her saniye başı duraklayıp düşüneceksin, “Bunu yapmam, söylemem, düşünmem Allah’a karşı hürmetsizlik olur mu?”
Çünkü ziyaretine geldiğin Rabbin, senin sahibin. Zaten ona aitsin ve hesap vermek üzere O’na döneceksin.
Belki şimdi görmüyorsun onu, ama O (c.c.) seni görüyor. Sen de gördüğüne inanıyorsun.
İnandığın için geldin. Geldin ve bu kare planlı siyah taştan yapılmış evin etrafında dönüyorsun. İnandığın için her tavafa ve sa’ye başlayışında o köşedeki siyah taşa, Hacer’ül Esved’e selam veriyorsun. İnanmasan bu hareketlerin ne manası var?
Fakat sen inanıyorsun, bu insan selinin içine karışıp, O’nun Beytinin etrafında ışığa tutkun pervaneler gibi yana yakıla döndüğünü bir Bilen var.
Senin böyle, girdaba yakalanmış gibi kendini bu çekime kaptırışını gören ve bundan Razı Olan var. Bundan ümidini kesmiyorsun.
Cenaze Gibisin Burada
Mümkünse başı açık yalın ayak koşuyorsun bu ziyarete; tezellül için (erkekler). Sadelikle, basitlikle, neredeyse mahşer günü gibi etten ve kemikten ibaret çıplak varlığınla.
Tıpkı kabre giren cenazeler gibi sadece sen ve amelin varsın orada. Yoksulsun, garipsin, memleketinden uzak, kimsesizsin…
Bir mahşer mi kopup gelen,
Beyazlar sarmış her beden,
Hatırlatır kabir kefen,
Uryanıdır Beytullah'ın
Memleketinden çıkarken, işini, evini, çoluk çocuğunu geride bıraktın.
Hele bir de isteklerini, emellerini hayal ve hedeflerini de bıraktıysan, gönlündeki bütün tutkuları, nefretleri, söküp çıkarabildin ve Allah’tan başka her şeyden boşalmış bir halde gelebildiysen ne mutlu sana!
Bu memlekete boş gelen dolu döner. Yani garip ve yoksul olduğunun şuuruyla gelen, eteği bağış ve ihsanla dolu döner.
Tavafını bitirince muvahhidlerin öncüsü, peygamberler babası Hz. İbrahim aleyhisselam gibi, onun makamında namaza duruyorsun. “Bunu bizden kabul buyur Ya Rabbi!” diyorsun.
Sonra Hz. Hacer misali sa’ye koşuyorsun. “Allah'ın rahmeti ve yardımı ne taraftan gelip yetişecek?” diye çabalayıp, üstüne düşen sa’y-ü gayreti gösteriyor; bir Safa tepesine bir Merve tepesine gidip geliyorsun.
Kucağında bebeğiyle ıssız bir vadide tek başına kalmış bir kadın kadar güçsüz, yapayalnız ve ziyadesiyle muhtaç olduğunu itiraf ediyorsun. Elinden bir şey gelmediğini, ancak yardımını gözetleyip durduğunu, bunun için çırpınmaktan başka bir şey yapamadığını gösteriyorsun.
Bunların hepsini yalnız inandığın için yapıyorsun, başka hiçbir şey için değil!
Evinden yurdundan çıkıp gelmen, bu kurak diyarlara kavuşmak için para sarfetmen, koşup yorulman, izdihama katlanman, türlü türlü insanla yan yana, omuz omuza aynı garipliği, aynı zavallılığı paylaşman yalnız O’nun için; O’na inandığın için…
Böylece imanın hal ve harekete dönüşüyor. İmanı yaşıyor, imanı tadıyor, hatta kana kana içiyorsun. Tavaftan sonra kana kana içtiğin zemzem suyu gibi etine kanına karışıyor iman…
İşte umreni tamamladın; şimdi saçını traş ettirip ihramdan çıkabilirsin.
Artık tevriye gününe kadar doy Rabbinin komşuluğuna!
Arefeden bir gün önce, vakfe için çıkacağın güne kadar bol bol tavaf et, sa’y et, namaz kıl! Yapabilirsen mikat mahalline kadar git, gel, tekrar tekrar umre yap…
Tevriye günü gelince, işte Hac ibadetinin asıl menasiki şimdi başlıyor.
Arafat, Muhtaçlığını Bilmektir
O gün nefsini ve Rabbini bilme günü. Günahkarlığını ve affa muhtaçlığını… Cahilliğini ve hidayete muhtaçlığını… Acizliğini ve her türlü yardıma muhtaçlığını bilme günü…
Ve bütün ihtiyaçlarının, af ihtiyacının, hidayet ihtiyacının ve her türlü yardım ihtiyacının cömertçe giderecek bir Sahibinin olduğunu bildiğin gün…
Ellerini duaya açtığın, yalvarıp yakardığın bütün günlerde ve gecelerde hep burasının, Arafattaki bu Rahmet dağının hayalini taşıdın içinde.
“Bir gün orada vakfeye durup dua edeceğim inşallah” diye niyetlendin. “Nasip et ya Rab!” diye diledin, dilendin. İşte ihsan edildi…
En büyük ihsan ise günah yükünden kurtulduğun gibi günah işleme meylinden de kurtulmak olur, inşaallah.
Çünkü sen, yoluna oturmuş, seni Allah yolundan çevirmek ve saptırmak isteyen şeytanlara karşı bir zafer kazandın. Hz. İbrahim misali, seni istek ve tutkularını Allah için kurban etmeye giderken alıkoymak isteyen şeytana bir, bir de değil yedi taş attın.
Hacer gibi, İsmail gibi taşladın, yoluna çıkan şeytanları! Artık bundan sonra yoluna her çıktığında ne yapacağını biliyorsun.
Biliyorsun artık; hayat da hac gibidir; bir uzun yolculuktur, konup göçmedir… durup yerleşme yeri değildir bu dünya; görüyorsun, ana rahminde birer birer geliyor, mezar kapısından birer birer dönüyoruz.
Çocukluk gençlik, ihtiyarlık… evlatlık, eşlik, anne babalık… fakirlik, zenginlik, hastalık, sağlık, meşguliyet, emeklilik… bunların her biri birer konak sadece. Her konakta üstüne düşen farklı bir vazife var ama hepsinin özü bir: Allah'ın senden istediği gibi bir kul olmak, ahsen-i amel işlemek…
İşte varlığın anlamını kavradın. Şu hac yolculuğu gibi, yavaş ama kararlı adımlarla, ölçülü, ahenkli, güzel geçimli, kurallara uyan ama hiç durmayan bir yolcu olarak yürüyüp gitmektesin hayatın içinden.
Hayatta karşılaştığın her şey Allah’a karşı hürmet ve muhabbetini göstermek için bir işaret. Kimisini tavaf ediyorsun kimilerinin arasında sa’y ediyorsun, kimisinde duruyorsun kimisinde durmayıp hızla geçiyorsun, kimisine de taş atıyorsun.
Tek bir doğru hareket yok, her hareket kendi yerinde ve zamanında yapılınca doğru. İşin sırrı, “Allah nasıl emrettiyse öyle!”
Sakin bir hareketlilik içinde, Müzdelife’de Mina’da konup göçe göçe, vazifelerini yapa yapa dönüp yine Beyt-ül Harama gelirsin.
Memleketine dönmeden önce son bir veda tavafı yapar, son bir kere sözleşmeni tazelersin. Hacer-ül Esved ile Kâbe’nin kapısı arasına varıp, yalvar yakar olursun.
“Bir daha görüşmek nasip olur mu?” bilememenin acısıyla yanar kavrulur, hüzünle ayrılırsın.
Bedenin ayrılsa da gönlün hep orada kalacaktır ama emniyetli beldeden hayat kavgasına geri dönerken yanında sana ruh bahşeden güçlü hatıraların vardır. Artık daha güçlü, daha tecrübeli, daha donanımlısın.
Hiçbir şey bitmedi, aksine yeni başlıyor. Kuşandığın cehd-ü gayretinle dalarsın savaş meydanına…
Allah'ın ismini yüceltmek için, hayata kulluk mayası mayalamak için ve seni yolundan alıkoymak isteyenlerle mücahede etmek için son nefese kadar bitmeyecek bir savaşın vardır senin.
Hacı olmanın hayattan el etek çekmek demek değil, hayata mana ve kıymet mayalamak olduğunu gösterirsin cümle aleme…
Allah cümlemize böyle bir hac nasip etsin.
Amin.
Hatice Kübra Ergin.