* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: Hakkı Olan Gelsin Alsın  (Okunma sayısı 440 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
Hakkı Olan Gelsin Alsın
« : Mart 25, 2018, 10:11:42 ÖS »
Hakkı Olan Gelsin Alsın!

Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin hastalığı şiddetlenmişti. Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Son Nebi, vazifesini tamamlamış, birkaç kere, fani dünyayı terk etme zamanının yaklaştığını işaret etmişti. Daha evvel bir gece vakti çıkıp Bâkî Kabristanı’nda medfun bulunan ashabını ziyaret ederek onlar için istiğfar etmişti. Yine bir gün Uhud dağında şehit düşen sahabelerini ziyaret edip uzun uzun dua etmişti. Ahirete göçmüş ashabıyla vedalaştığı gibi şimdi de ardında bırakacağı ashabıyla da vedalaşmak istiyordu.

Hastalığının şiddetinden ayakta duramayacak halde olduğu halde, bir koluna Hz. Ali, diğer koluna Fadl b. Abbas radıyallahu anhuma girmiş olarak güçlükle ayağa kalkıp mescide geçti. Yanındaki onu minbere oturtunca Hz. Bilal radıyallahu anhuya:

“Ya Bilal! Halka seslen de; mescide toplansınlar. Onlara vasiyet etmek isterim. Bu, benim son vasiyetim olacaktır!” dedi.

Hz. Bilâl, söyleneni yapınca Müslümanlar hemen koşup mescidde toplandı. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, Allah’a hamdu senâ ederek sözlerine başladı. Sonra ashab-ı kirama şöyle hitap etti:

“Ey insanlar! Aranızdan ayrılma vaktim iyice yaklaşmıştır! Sizden birine vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun! Birinizin malını almışsam, gelsin, hakkını alsın! Sakın hak sahibi, ‘Rasulullah bana gücenir mi?’ diye çekinmesin. Bilin ki benden hakkını isteyene gücenmek benim yaratılışımda yoktur. Benim yanımda en sevimliniz, hakkı varsa, ya gelip benden isteyen veya helâl edendir. Ben, Rabbimin huzuruna, üzerimde kul hakkı olmadan varmak istiyorum!”

Sözlerini tamamladığı halde kimseden ses çıkmayınca Rasulullah aleyhisselatu vesselam sözlerini tekrarladı ve nihayet cemaatin içinden bir kişi ayağa kalktı:

“Yâ Rasulallah! Sizden üç dirhem alacağım var!” dedi.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem:

“Kimsenin iddiasını inkâr etmem ve ‘Yemin et’ diye teklif de etmem. Ancak bu üç dirhemin bana nasıl geçtiğini öğrenmek istiyorum!” dedi.

Adam, “Yâ Rasulallah! Bir gün yanınıza bir fakir gelmişti. Bana, ‘Şu fakire üç dirhem ver, ben elime geçince sana veririm,’ diye emrettiniz. Ben de verdim.” dedi.

Resulullah sallallahu aleyhi vesellem, “Doğru söylüyorsun!” deyip amcaoğluna seslendi, “Ey Fadl! Bu kişiye üç dirhem borcumu öde!” buyurdu. (İbn Kesir, Sîre, c. 4, s. 457)

Biraz düşünecek olursak, Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin o kadar ağır vazifelerinin arasında birkaç kuruşluk bir kul hakkına bile bu kadar hassasiyet göstermesi gerçekten hayranlık vericidir. O insanlığın hidayeti için o kadar çile çekmiş, ümmetine selamet yolunu öğretmek için o kadar emek vermiştir.

Rabbimizin rızasını kazanmamız ve böylece ölümden sonra başlayacak sonsuz hayatımızda selamete kavuşmamız hep Rasulullah efendimizin bu emekleri sayesindedir. Onun bizim üzerimizde ne kadar büyük hakkı var. O kadar büyük hakkın yanında birkaç dirhem nedir ki? Üstelik onu da başkasının ihtiyacını gidermek için istemişken. Ama o bize örnek olmak için bunu yapıyordu. Böylece, her haliyle bize örnek olan Şanlı Nebi bize “helalleşme” adabını da en güzel şekilde öğretiyordu. Böylece hayatı boyunca öğrettiği kula haklarına hassasiyetin önemini yaşayarak göstermiş oluyordu.

Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin kul hakkına riayette gösterdiği bu hassasiyet bize çok önemli bir ölçü vermektedir. Bir insan ne kadar çok ibadet yaparsa yapsın, İslam’a hizmet etmek için ne kadar gayret sarf ederse etsin, ne kadar hayır hasenatta bulunursa bulunsun bu ona bir kişinin kul hakkına girme imtiyazı tanımaz. Çünkü Allah-u Zülcelâl kul hakkına karışmıyor, kullar kendi aralarında helalleşmedikçe hakkına müdahale etmiyor. Bunun için bilhassa kamu malı, vakıf malı gibi, bütün hak sahipleriyle helalleşmenin mümkün olmadığı haklarda çok daha hassasiyet göstermek gerekiyor.

Bizim ecdadımız da bu şuurla hareket ediyorlardı. Tarihimizde de nice hayranlık verici hadiseler vardır. Ecdadımızın tek başarısı, üç kıtada at koşturmak değildir; belki asıl başarısı bunu yaparken, bir askeri seferde koca ordu üzüm bağlarının arasından geçip gittiği halde hiçbirinin heybesinden üzüm çıkmamasıdır.

Kanuni zamanında bir sefer esnasında, koca ordu üzüm bağlarına dokunmamış, sadece bir nefer, ücretini yerine bağlamak suretiyle bir üzüm salkımı koparmıştır. Ancak Kanuni buna da razı olmamış, o neferi ordudan uzaklaştırmıştır.

İslam devletlerinin yükseldiği devirlerde idareciler daima kul hakkına karşı çok hassas olmuşlardır. Kadılar davalara bakarken bir gayrimüslim zımmî ile padişahı eşit seviyede tutarak aralarında adaletle hükmetmişlerdir. İşte onların bu adaleti ve kul hakkına riayeti sayesindedir ki, yüzyıllarca farklı dinlerden topluluklar İslam devletlerinin idaresi altında barış içinde yaşamışlardı.

Hakkı Üstün Tutan Üstün Olur

Dünyada her şey hızla değişmektedir. Teknoloji ilerlemekte, üretim usulleri, ulaşım ve iletişim imkânları çoğalmaktadır. Ancak değişmeyen bir şey vardır, o da doğruluğun ve hakka riayetin önemidir.

Bugün birçok ünlü marka, kalite standartlarını korumaya ve müşteri haklarına riayete önem verdikleri için tercih edilmektedir. Yani dünyaya hükmeden çok uluslu şirketler, bizim dinimizin ve ecdadımızın iş ahlakını alıp, bugüne uygulamaları sayesinde dünyevi başarı elde etmektedirler. Peki ya bizim durumumuz nasıl? İşte bugünkü hale nasıl düştüğümüzü ve nasıl kurtulacağımızı bilmek istiyorsak bu gerçeği göz önünde bulundurmamız gerekiyor.

Dünyada da, ahirette de izzet ve şeref, ancak Allah'ın emirlerine uymakla mümkündür. Allah-u Zülcelâl her işimizde dürüst olup, haklara riayet etmemizi emrediyor. Ölçü ve tartıda haksızlık yapmamayı, kimsenin hakkını zimmetine geçirmemeyi emrediyor. Haksızlık yapanlara “zalim” adını veriyor.

Kur'an-ı Kerim’de zulüm ve zalim kavramlarının çok yer tuttuğunu görüyoruz. Birçok ayette Allah-u Zülcelâl zulmedenleri tehdit etmekte ve lanet ederek rahmetinde uzak tutacağını bildirmektedir:

“Biliniz ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir.” (Al-i İmran; 192)

Zulüm, herhangi bir kula, herhangi bir hakkı hususunda haksızlık etmek demektir. Bu mal yönünden olabilir, gönlünü inciten bir söz söylemek suretiyle olabilir, arkasından konuşup hakkında suizanna sebep olmak suretiyle olabilir. Hangi şekilde olursa olsun, bu haklar unutulup yok olup gitmeyecek, mutlaka mahşer gününde, o büyük mahkemede inceden inceye hesabı sorulacaktır. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki:

“Kimin üzerinde din kardeşinin haysiyeti, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyamet günü gelmeden evvel o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sâhibine verilir.) Şayet iyilikleri yoksa zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikâk 48)

Bu gerçekten büyük bir tehdittir. Çünkü o gün insan en küçük bir sevaba dahi muhtaç olacak, en ufak bir günahı için bile büyük pişmanlık duyacaktır. Bir de sevaplarını başkalarına verip onların günahını yüklenirse hali ne olur?

Zayıfların Hakkından Korkun!

Belki birçoğumuz bilerek haksızlık yapmıyoruz ama farkında olmadan, alışkanlıkla kul hakkına girecek sözler, hareketler yapıveriyoruz. Belki yabancı, tanımadığımız kişilerin malını almıyor, kul hakkına girmemeye dikkat ediyoruz ama bazen yakınlarımıza karşı aynı hassasiyeti göstermiyoruz. Aslında en çok korkmamız gerekenler, elimizin altında olduğu için aldırış etmediğimiz kişilerin hakları. Mesela eşimiz, gelinimiz, dünürümüz, hizmetkârlar ve işçiler gibi kişiler…

Bu geçici dünyada onlar bizden hakkını alamaz, bir hak iddia da edemez. Çünkü bir yönden bizim elimize mahkûmdurlar. Ama eğer onları haksız surette incitiyorsak, Rabbimizin ahirette onların hakkını bizden alacağını unutmamalıyız.

Peygamber aleyhisselatu vesselam ashabına:

“Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sormuştu. Onlar:

“Bize göre müflis, parası ve malı olmayan kimsedir.” şeklinde cevap verdiler. Resûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Şüphesiz ki ümmetimin müflisi şu kimsedir: Kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelir. Fakat şuna sövdüğü, buna zina isnâd edip iftirada bulunduğu, şunun malını yediği, bunun kanını döktüğü ve şunu dövdüğü için iyiliklerinin sevâbı şuna buna verilir. Üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sâhiplerinin günahları kendisine yükletilir ve neticede cehenneme atılır.” (Müslim, Birr, 59; Tirmizî, Kıyâmet, 2; Ahmed, II, 303, 324, 372)

Bu hadis-i şeriflerden anlıyoruz ki, eğer Allah'ın kullarına karşı zulmedersek, Allah için yaptığımız ibadetlerin sevabı elimizden gidiyor, bize fayda vermiyor. Öyleyse ibadetlerimizin sevabının bize fayda vermesi için, kul hakkına riayet etmemiz gerekiyor. Çünkü o gün Allah katında en yüce mertebeye ulaşmış olan şehitler dahi kul haklarını ödemeden hesap yerinden ayrılamıyor.

Allah Rasûlu aleyhisselatu vesselam, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Şehidin, kul hakkı dışındaki bütün günahlarını Allah Teâlâ mağfiret eder.” (Müslim, İmâre, 119)

Allah yolunda canını feda eden şehitler dahi kul hakkından hesaba çekiliyorsa bizim durumumuz ne olacak? Öyleyse kul hakkı konusunda tehlikeli durumlara düşüyorsak en azından bunların affına vesile olacak iyilikler yapmaya ve helâlleşerek gönül almaya çalışmalıyız. Çünkü iyilikler, kötülüklerin unutulmasına ve affedilmesine vesile olabilir.

Mesela bir kardeşimizin gıybetini yaptıysak hemen onun hakkında bildiğimiz iyi yönleri de söylemeliyiz. Sonra da mümkün olduğu kadar helalleşmeye çalışıp, “Kusura bakma bir an boş bulundum, senin hakkında ağzımdan şu söz çıkıverdi, helal et,” demeliyiz.

Bu davranış belki bu dünyada bize zor gelebilir ama aslında böyle samimi davranışlar kalplerdeki husumeti giderir. Hiçbirimiz kusursuz değiliz, zaman zaman zafiyet gösteriyoruz. Birbirimizi affetmeli, ufak tefek meselelerdeki haklarımızı helal etmeliyiz ki Allah-u Zülcelâl de bizi affetsin.

Hatice Kübra Ergin.