HAYIRLARA ANAHTAR OLMAK İÇİN
Merhum Necip Fazıl Kısakürek’in Sakarya şiirini çoğumuz biliriz. Bir mısrasında şöyle der şair:
“Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.”
Ne güzel özetlemiş varoluş maceramızı…
Evet, insanlık tarihi bir akıştır. Hepimiz bu akan koca tarih nehrinde ancak bir damlayız. Ama akacağımız mecrayı cüzi irademizle, hidayete tabi oluşumuzla, elimizden geldiği kadar gayret göstermemizle seçiyoruz.
Her gün, her saat, halimizle, hareketimizle, bedenimizin ve kalbimizin meşguliyetleriyle, “Birinden nur akar, birinden kir,” diye ifade edilen iki yoldan birini seçiyoruz.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki:
“Cennet size ayakkabılarınızın bağından daha yakındır. Cehennem de öyledir.” (Buhârî, Rikak 29)
Cennet ve cehennem nasıl yakın olur? Elbette onlara götüren amelleri işlememiz sayesinde. Bugün cennete de cehenneme de götüren ameller, parmaklarımızın ucunda…
Telefonumuzun ekranı kadar, televizyonumuzun kumandası kadar yakın bizlere, her ikisi de… Feyizli, ikaz edici sohbetler dinlemek, bilmediklerimizi öğrenmek, tatlı Kuran tilavetleriyle kalplerimize bir ürperiş tattırmak da elimizde, nefsani kirlerin aktığı oluklara meyletmek de…
Tasavvuf yolunun büyüklerinden ibn-i Atâullah el-İskenderi der ki:
“Kalbin öldüğünün alametlerinden biri de, insanın kaçırdığı iyiliklere üzülmemesi ve yaptığı kötülüklerden dolayı pişmanlık duymamasıdır!”
Bizler bu dünyaya, başka bir şey için değil sadece ahiret hayatına hazırlanmak için geldik. Ahiret hayatının da çok geçitleri olduğunu biliyoruz. Öyleyse ona hazırlanmak için elimizden geleni yapmamız gerekmez mi?
Eğer mahşer gününü gözümüzün önüne getirsek, boş şeylerle ömrümüzü geçirdiğimiz için ne kadar pişman olacağımızı anlardık.
Düşünelim, mizan terazisi kurulmuş, amel defterleri açılmış, birer birer amellerimiz getiriliyor, ortaya konuluyor. Ama Allah'ın verdiği nimetler o kadar çok ki, onlara karşı şükür için yaptığımız ameller hep az geliyor. Üstelik güvendiğimiz birçok amellerimiz de kusurlu ve hatalı…
Eğer bunları hatırlasak, o zaman bütün gücümüzle “Rabbimizin rızasını kazanmak için neler yapabiliriz?” diye düşünüp, gayret ederdik. Yalnız kendimiz için değil, sevdiklerimiz ve bütün insanların da kurtuluşu için çaba gösterirdik.
Kim böyle hayırlara vesile olmaya çalışırsa, inşallah hayırlara anahtar, şerlere kilit olan bahtiyarlar zümresine dahil olur.
Nurlu Yolun Öncüleri…
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor:
“İnsanlardan öyleleri vardır ki, onlar hayra anahtar, şerre de kilittirler. Öyleleri de vardır ki, şerre anahtar, hayra kilittirler. Allah’ın, ellerine hayrın anahtarlarını verdiği kimselere ne mutlu! Allah’ın, şerrin anahtarlarını ellerine verdiği kimselere de yazıklar olsun!” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 19)
Hayırlara anahtar olmak ne kadar güzel bir ifadedir. Sanki o hayırlı iş, kilit altında tutulan bir hazineymiş de, ancak bir kişinin adeta bir anahtar gibi, kilitleri açmasıyla o hazineye ulaşılacakmış gibi…
Hayra anahtar olmak; Allah'ın sevdiği amellerin, hayırlı işlerin yapılmasına öncülük etmek, hatırlatıcı olmak, teşvik etmek ve bu yolda imkanları seferber etmek demektir.
Allah-u Zülcelâl’in emrettiği, iyilikleri emretme, kötülüklerden sakındırma emri, hassasiyet gerektiren bir vazifedir. Çünkü bu vazifeyi yerine getirirken sahih ilme sahip olmak gerekir. Bu da yetmez, güzel ahlaklı olmak ve nazik bir üslup ile sevdirici davranmak icap eder.
Her mümin mümkün olduğu kadar ilim öğrenmeli, kendini yetiştirmeli ve nefsinin huylarını tezkiye edip, düzeltmelidir. Bunu yapabilecek kabiliyete sahip olan herkes kendini mesul hissetmelidir.
Bir ayet-i kerimede Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“(İnsanları) Allâh’a davet eden, sâlih ameller işleyen ve; “Ben müslümanlardanım!” diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33)
Bu ayet-i kerimede önce, Allah'a davet edenlerden bahsediyor. Onlar, Peygamberler ve Peygamber varisi alimlerdir. Herkes onlar gibi olamaz. Kimisinin dili dönmez, kimisinin ilmi yoktur, beceremez.
Eğer insanları Allah'a davet etmeye gücümüz yetmiyorsa, o halde vazifemiz davet edenlere uymak, onların hizmetlerine yardımcı olmak, imkânlarımızı elimizden geldiği kadar seferber etmek...
Her kul, kendi gücü ve imkânı ölçüsünden mesuldür. Elinden gelen ne ise onun karşılığını alacaktır. Mesela bir ev hanımı, hiçbir şey yapamıyorsa, evini sohbete açabilir. Konu komşusunu, akrabalarını çağırıp, sohbeti dinlemelerini sağlayabilir.
Bir aile babası, bir işveren, kendi ailesindeki kişilere, çalıştırdığı kişilere, kendisi sohbet edemiyorsa; sohbet edebilecek bir kişiyi çağırır. Onlara bir sohbet ortamı hazırlar.
Birçok hayırlı iş ve hizmet vardır ki, belli bir imkan gerektirir. Mesela toplumda dini ilimleri derinlemesine öğrenen, ilmiyle amil ve takvalı alimlerin yetişmesine ihtiyaç vardır. Ama bu mesele, bir kişinin tek başına çözebileceği bir konu değildir.
İlim talebelerinin maddi ve manevi ihtiyaçları vardır. Onlarla ilgilenecek bir eğitim kadrosu gereklidir. Bu eğitim kadrosunun maneviyatlı olup, talebeleri takvalı ve ihlaslı bir şekilde yetiştirmesi gerekir. Bütün bunlar için maddi manevi şartların hazırlanması gerekir.
Elbette bu iş kolay değildir. Ancak Allah'ın yardımıyla ve bu yola kendini adayan Allah dostu alimler sayesinde mümkün olmaktadır. Sadat-ı kiram zatlar, evvela ilim öğrenme ve amel etme, sonra öğretip yetiştirme yolunda ömürlerini sarf etmektedirler. Böylece hadis-i şerifte haber verildiği gibi, hayırlara anahtar olmaktadırlar.
Sonsuza Uzanan Hayır Silsilesi…
Öyle bir hayır hazinesi ki, sadece belli bir zamanla, mekanla, kişiyle sınırlı kalmaz. Yetişen alimler, gelecek nesilleri yetiştirir, onlar da sonrakileri, sonrakileri…
Kıyamete kadar o silsilede yetişen alimler ve talebelerin işlediği ve işlenmesine vesile olduğu ameller, Allah katında en kıymetli hazinedir. Allah'ın bir kulunu böyle bir hayra anahtar kılması ne kadar büyük bir lütuftur.
Üstelik alimler, insanları Allah'a kulluğa, kullara iyiliğe ve Allah'ın razı olduğu işlere teşvik ettikleri gibi, razı olmadığı şerleri işlemekten de alıkoyarlar. Böylece nefsin, şeytanın ve ehl-i dünyanın işlenmesini teşvik ettiği nice şerleri engeller, adeta kilit olurlar. Böylece iki taraflı hizmet ederler.
Cemaatlerin Kıymetini Bilelim
Allah-u Zülcelâl'in İslam toplumunun içinde böyle hayra anahtar şahsiyetler yetiştirmesi, bu ümmete en büyük lütfudur. Bu nimetin kadr-i kıymetini bilmek; böyle mübarek zatlar etrafında birleşip, hayra davet eden ve vesile olan bir cemaat haline gelmek ahir zaman Müslümanının üzerine düşen bir vazifedir.
Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun.” (Âl-i İmrân, 104)
Bu ayet, İslam’ın fert olarak Müslümanlara emrettiği ibadetler ve hükümler olduğu gibi, toplum olarak da yerine getirmeleri gereken bazı görevler olduğunu bildirir.
Her mümin İslâm’ı kendi özel hayatında yaşamakla memur olduğu gibi, ailesinde ve toplumda da, gücü yettiği ölçüde yaşatmakla vazifelidir. Yoksa Müminlerin bir kısmı akıntıya kapılmış çerçöp gibi zamanın tesirleri ile savrulabilir.
Dünya üzerinden nice ümmetler gelip geçmiştir. Eski ümmetlerin akıbetine bakıldığı zaman, yetişen nesillerin, anne babalarının bıraktığı emanetleri sahiplenmediği için dinin tahrif olup, unutulup gittiği görülmektedir. Bugün İslam ümmetini de aynı tehlikeler beklemektedir.
Allah-u Zülcelâl Kur'an-ı Kerim’i kıyamete kadar muhafaza edeceğini vaad etmiştir. Evet, Kur'an-ı Kerim, harf ve kelime olarak değişmeyecektir. Ama eğer Kur'an-ı Kerim hayata geçmez, içindeki nur ve hidayetten kimse istifade etmezse o zaman Allah'ın dini, “mehcur” yani terk edilmiş olacaktır.
Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle ikaz ediyor:
“Peygamber, “Ey Rabbim! Kavmim şu Kur’an’ı mehcur, (terk edilmiş bir şey) hâline getirdi” dedi.” (Furkan, 30)
Rabbimiz bizi böyle bir kötü netice ile ikaz etmektedir. Evet, Kur'an-ı Kerim iki kapak arasında Mushaf olarak, lafızlar ve manalar olarak muhafaza edilecektir ama sadece rafta duruyor, hayata geçmiyorsa bizim kurtuluşumuza nasıl vesile olacak?
İslâm’ın ve Ümmet-i Muhammed’in geleceği hakkında elinden geleni yapmak her müminin üzerine mübarek bir vazifedir. Bu vazifeyi yerine getirmekte tek başına bir şey yapacak gücü olmayan zayıflar da, cemaatle birlik beraberlik içinde olmak, ona elinden geldiği kadar katkıda bulunmakla o sevaptan hisse alır.
Bize düşen, gücümüz yetiyorsa hayırlara anahtar olmak, gücümüz yetmiyorsa bunu yapanlara tabi olup, elimizden geldiği kadar hizmet etmektir.
Rabbimiz bize pişmanlığın en büyüğünü yaşayanların halini şöyle haber veriyor:
“O gün zalim kimse, (çaresizlik içinde) ellerini ısırıp şöyle diyecektir: “Ne olurdu ben de Peygamberle beraber aynı yolu tutsaydım!”
“Yazıklar olsun bana, keşke (beni hak yoldan saptıran) falanı dost edinmeseydim!”
Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yüzüstü bırakıp rezil rüsvay eder.” (Furkan, 25-27)
İnşallah bizler, hiç bir şey yapamıyorsak da gücümüz yettiği kadar sadıklarla beraber olalım. Bir topal Kıtmir misali, düşe kalka da olsa o nurani simaların peşinden ayrılmayalım. Allah-u Zülcelâl hayırların anahtarı, şerlerin kilidi olan o hidayet rehberlerini başımızdan eksik etmesin… Onlara uymaktan bizi mahrum etmesin. Amin.
Hatice Kübra Ergin.