OLUR Kİ SAKINIRSINIZ
Eskiden hoca efendilerin vaazlarında anlattığı, nükteli bir hikâye vardı. Bir Hoca Efendinin saf kalpli bir hanımı varmış. Bu hanım bir Ramazan günü telaşla hoca efendinin yanına koşmuş. “Hoca efendi, bu sabah ne görsem beğenirsiniz? Bizim kedi, mübarek Ramazan günü oruç yiyor!”
Hoca efendi tebessüm etmiş, “Hanım, oruç insanlar içindir. Hayvanlar oruç tutmaz. Onlar ne bilsin oruç tutmayı, onların aklı yok ki. Onlara oruç farz değil. Oruç akıl sahibi olan insanoğluna farz kılınmıştır, hayvanlara değil.”
Belki kahkahalarla güldürecek fıkralara alışkın olanlar, bu nükteyi pek komik bulmayacak “Eee, ne var bunda!” diyecek. Öyle ya, şimdilerde bizi düşündüren incelikli nüktelere tebessüm etme ahlakını unuttuk; kaba saba, çirkin, müstehcen komikliklere kahkaha atmaya alıştık.
Bu hikâyenin nüktesi, gözümüzün önünde duran ama fark edemediğimiz bir hakikate dikkat çekiyor: “Oruç tutmak insana mahsustur.”
Bir yönüyle ne kadar basit değil mi? Tabi ki öyle olacak, sadece insan kendine hâkim olabilir, acıktığı halde kendini yemek yemekten alıkoyabilir. Hayvan bunu nasıl ve ne diye yapsın? Onda bir gaye uğruna nefsanî arzularını gemlemek gibi bir hususiyet ne arasın?
Kendini Rabbine beğendirmek, onun rızasını kazanmak için geçici sıkıntılara sabretmek gibi üstün bir davranışı, ancak, akıl ve ruh sahibi olan insanlar gösterebilir. Hayvanlarda akıl yok ki, böyle yüksek gayelere sahip olsun, o gayeler uğruna kendine hâkim olsun.
Akıl Nefsini Dizginleyebilmektir
Birçoğumuz bilmeyiz ama akıl kelimesi “bağlamak”tan gelir. Kelimelerin doğuşunu araştıran âlimler, akletmek fiilinin evvelce bedeviler arasında, deve kalkıp gitmesin diye dizini bağlamak manasında kullanıldığını tespit etmişler.
Nefsin ve bedenin de ruh için bir binek olduğunu kabul edecek olursak, bu durumda aklı, nefsin dizine vurulmuş bir bağ olarak düşünmek mümkün. Yani akıl, özü itibarıyla nefsini dizginleyebilmek demek.
Kuran-ı kerimde akıl manasına kullanılan diğer kavramlarda de bunu görmek mümkündür. Mesela “ûl’ün-nühâ” kavramı buna iyi bir örnektir.
“...Doğrusu bunda akıl sahipleri(ûlü’n nühâ) için ibretler vardır.” (Taha, 54) ayetinin mealine baktığınızda “akıl sahibi” diye çevrilen ifade, kök anlamı itibarıyla “kendini kötülüklerden alıkoyabilme, nefsini nehy etme gücüne sahip olan” demektir.
Zaten bizim medeniyetimizde esas itibarıyla insanı insan yapan “akıl” budur. Diğer akıllar da ancak bu hususiyet sayesinde inkişaf eder, faydalı hale gelir. Yoksa bir insanda kurnazlık nevinden bir zekâ türü olsa, kendini kötülüklerden nehyetme kabiliyeti yoksa o kabiliyetini kötülüğe de kullanabilir.
Zekâ hayvanda da bulunabilir, mesela tilki çok kurnazdır, karga gömdüğü yüzlerce cevizin yerini hatırlayacak kadar güçlü hafızaya sahiptir, maymun alet kullanabilir, yunuslar çeşitli numaralar öğrenebilir, arıların yaptığı balı insanlar yapamaz… Örnekler çoğaltılabilir. Ama bir gaye uğruna kendini çirkinliklerden, aşırılıklardan, kötülüklerden alıkoymak hatta acil bir ihtiyacını dahi erteleyebilmek insana mahsustur. İslam medeniyetinde akıl denilince kastedilen, imanı, hayâsı, şerefi, izzeti uğruna kendine hâkimiyet kurabilme kabiliyetidir.
İslam’da insanlar Allah'ın emir ve yasaklarından ancak “âkıl ve bâliğ” oldukları takdirde sorumlu tutulurlar. Aklî dengeleri yerinde olan ve büluğ çağına erişmiş insanlar, beş vakit namaz kılmaktan, Ramazan orucunu tutmaktan, malı varsa zekât verip hacca gitmekten sorumlu olurlar.
İslam dini büluğ çağına ulaşmış bir insanın artık kendine hâkim olabilecek olgunluğa sahip olduğunu kabul eder. Eğer aklî dengesi yerinde olduğu halde nefsine hâkim olamıyorsa bu ciddi bir noksanlıktır.
Haramlardan kaçınmak, farzları eda etmek “aklı eren” her Müslüman için bir vazifedir. Çocukluk çağı ise bu mesuliyetlere alışma devresidir.
Çocuklar alışma devresinde ibadetlerini yerine getirirken bir yandan da kendilerindeki aklî kabiliyetleri geliştirirler. Bir yerde ibadetler, aklımızın gıdasıdır, akıl gücümüzü, yani kendimize hâkim olma istidadımızı besleyip kuvvetlendirir. Böyle talimlerle çocuklarımız, ergenlik çağıyla beraber başlayacak olan nefis mücahedesine hazırlanırlar. Ve bu hazırlık bir ömür boyunca devam eder… Çünkü hayatları boyunca onları bekleyecek çok tehlikeler var…
Oltaya Gelmesinler Diye
Bilirsiniz, balıkçılar yakalamak istedikleri balığın oltayı yutması için ucundaki iğneye solucan takarlar. Kuş avcıları tuzağa yem serper, fareyle mücadele etmek isteyenler fakın içine peynir koyarlar. Çünkü bilirler ki hayvanat yiyecek bulmak için yaşar, yiyeceği görünce “Bunu benim önüme koyan kim, bundan gayesi ne?” diye düşünmez.
Bilim adamları da aynı şekilde deney farelerini labirentte bir yere yönlendirmek istedikleri zaman yiyecek kullanırlar. Bir yerden uzak tutmak için de hafif elektrik şoku gibi can acıtan ama zararı olmayan araçları kullanırlar. Çünkü bilirler hayvanların şu dünyada tek arzusu lezzete koşmak ve acı veren şeylerden kaçmaktır. Bundan başka bir düşüncesi de yoktur.
Hiçbir fare içinde tutulduğu laboratuarı inceleyip, bilim adamlarının ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışmaz. “Bizim üstümüzde deney yapıyorlar. Bunu niçin yapıyorlar acaba?” diye merak etmez. Sadece kendisinden beklenen davranışları gösterir.
Zamanımızda insanları da aynı böyle gören, maddiyatçı bir zihniyet ortaya çıkmıştır. Onlar insanları da havuçla ve sopayla istedikleri gibi güdebileceklerini düşünmektedir.
İnsanın da diğer etten kemikten yaratılmış mahlûkat gibi, lezzete koşacağını, acıdan kaçacağını, bundan başka bir şey düşünmeyeceğini farz edenler, hesabını buna göre yapanlar vardır. Onlar bizim nesillerimizi deney faresi gibi, zevk veren tüketim araçlarına çağırıyor. İzzetli, şerefli bir hayatın gereği olan vazifeleri zevksiz ve sıkıcı şeyler olarak gösteriyor, uzaklaştırıyor.
Bu zamanda imkânlar çok, seçenekler sınırsız. Çocuklarımızın eline, iyiye de kötüye de kullanabilecekleri birçok teknik imkân geçiyor ve geçecek. Bunları iyiye kullanabilmeleri için ilk önce kendi içlerindeki düşmanı, nefsi dize getirmeleri gerekecek. Peki, biz onları, bunu başarabilecek şekilde yetiştiriyor muyuz?
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, bu zamanda insanlar, açlıktan, kıtlıktan dolayı değil, fazla yemekten dolayı hastalanıyorlar. İnsanlar kervanlarla uzak yerler arasında ticaret yapmak gibi zor geçim yolları yüzünden değil, nefislerine uyup gereksiz alış veriş yaptıkları için borç yükü altında eziliyorlar. Kadın ve çocuklar, kocaları/babaları savaşta şehit olduğu için değil, geçimsizliklerden, sadakatsizliklerden dolayı, boşanmalar yüzünden dul/yetim kalıyorlar. Kısacası bu asırda çokları kendi nefsinin kurbanı oluyor.
Kendi nefsine hâkim olmadığının cezasını daha bu dünyadayken çekmeye başlıyor.
Hele ahiret hazırlığına hiç kuvvet bulamıyoruz. Bütün gün rızık peşinde koşmak zorunda olduğumuz için değil televizyon karşısından kalkamadığımız için ibadet yapamıyoruz. Ne acı değil mi?
Nefsimizin fani zevklere olan tutkunluğu, geçici zorluk ve mahrumiyetlere sabredemeyişi iki dünya felaketlerine kapı aralıyor. Bu sebeple bu çağda kendine hâkim nesiller yetiştirmemiz her zamankinden daha öncelikli, daha önemli…
İslam dini çocuklarımızı büluğ çağına hazır olacak şekilde yetiştirmemizi emrediyor. 11- 15 yaş arasında büluğa erdikleri zaman nefsin en temel ihtiyacı olan yeme içmeyi dahi iftar saatine kadar ertelemelerini istiyor. Ramazan orucu İslam’ın beş şartından biri ve onların orucun mahrumiyet ve sıkıntılarına bir ay boyunca sabredecek olgunluğa sahip olmaları gerekiyor.
Belki merhameti yanlış anlayan bazı anne babalar, -güya- çocuğuna kıyamıyor, “Hava da pek sıcak, günler de ne kadar uzun” diyerek onlara gerekli ihtarda bulunmuyor.
Hâlbuki bu şekilde onlara acımış olmuyorlar. Onların aklının gelişmesi için, kuran tabiriyle “ûlü’ un-nühâ” olmaları için bu irade ve sabır taliminden geçmeleri gerekiyor. Allah böyle emretmişse demek ki böyle olması gerekiyor.
Çocuklarımızın olgunlaşmaları için, yani çocukluk çağının dayanıksızlığından kurtulup erişkinlik özeliklerine ermeleri için bu sınavı vermeleri lazım. Bunu ihmal etmek, çocuğumuzu bu çağın yemlerle dolu tuzakları karşısında, akılsız, iradesiz, başıboş salıvermek demek olur.
Peygamberimiz aleyhissalatu vesselamın bekârlara olan tavsiyesi malum: “Ey Gençler topluluğu, sizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Çünkü gözü haramdan korur... Evlenmeye gücü yetmeyen oruç tutsun.” (Buhari, Nikâh 3, 60)
Bu zamanda bekârlık devrinin ne kadar uzun sürebildiğini de hepimiz biliyoruz. Harama düşmenin pek kolay olduğu bu çağda, onları oruç eğitiminden geçirmeden hayatın içine salıvermeye gönlümüz nasıl razı olur?
Onları halsiz, solgun görmek belki annelik duygularımız için zor geliyor olabilir. Ama bu onların yüzünü cehennem alevlerinin arasında dehşetle çığlık atarken görmekten daha iyi değil midir?
Unutmayalım ki nefs bir demir gibiyse cehennem mıknatıs gibidir. Onun cazibesine kapılmaması için biraz zayıf düşürülmesi, dizginlenmesi, itaat altına alınması gerekir. Bunun için de oruçtan daha iyi terbiye yoktur.
Babalara Çok İş Düşüyor
Çocuklara dini vazifeleri ciddiyetle emretmek hususunda asıl görevli olan babalardır. Onlar çocuklarına söz geçirme konusunda daha etkilidirler. Bilhassa erkek çocuklar anneden pek çekinmeseler de babalarının sözünden ve tembihlerinden daha fazla etkilenirler. Onlar tarafından kınanmaya, küçük görülmeye tahammül edemezler.
Bu sebeple çocuklarımızın mahşer meydanında azarlanmaması ve azap görmemesi için bu dünyada gerekli ikazları bizler yapalım. Meselenin ciddiyetini kavramaları için gerekli en uygun dili kullanalım.
Babam –Allah razı olsun- daha küçükken bile Ramazan günü yemek yiyen çocuklara takılır, “Orucunu yiyen, abdala baba diyen” diye tekerlemeler söyleyerek sataşırdı. Böylece oruç tutmadığı için utanmasını sağlardı.
Belki de bu yüzden daha yedi yaşındayken “biz de oruç tutacağız” diye tuttururduk. Oruç tutmaya dayanamasak bile ulu orta yiyemez, gizlice mutfakta birkaç lokma atıştırırdık. Böylece oruç tutamamaktan dolayı utanmayı öğrenirdik. Daha sonra da bu halden kurtulup büyüklerin arasına kabul edilmenin güzelliğini yaşamak için orucu tamamlamaya azmetmeyi öğrenirdik.
Oruç tuttuğumuz günün akşamında sofraya oturup büyüklerle beraber iftar saatini beklemek nasıl da keyifliydi. Artık biz de bunu başarıyorduk.
Büyüklerin yapabildiği bir şeyi yapabilmek çocukları nasıl da mutlu eder, kendine güvenini pekiştirir. Bundan sonra başka şeyler de yapabileceğine dair inancını kuvvetlendirir.
Müslümanca bir özgüvenin temeli ancak, “Ben Allah'ın kulu ve halifesiyim. Hak dinin mensubuyum. Doğru yoldayım. Dinimin gereklerini de elden geldiği kadar yapıyorum.” Duygusuyla atılabilir.
Bu duyguların gelişiminde ibadet alıştırmalarının çok büyük değeri vardır. Çocuklarımızın kötülüklerden korunması için bu izzet ve şeref duygusunu kazanmasını sağlayalım.
Allah-u Teâlâ;
“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. O ateşin başında gayet katı, çetin, Allah’ın kendilerine verdiği emirlere karşı gelmeyen ve kendilerine emredilen şeyi yapan melekler vardır.” (Tahrim,6) buyuruyor.
Allah dostları büyüklerimizin ikaz ettiği gibi, kalp hastalıklarımızın devası Kur’an ayetlerindedir. Bize düşen İlahi reçeteyi hem kendi nefsimize hem çocuklarımıza tatbik edip şifaya kavuşmak. Böylece iki dünya saadetine erişmek. Allah hepimizi buna muvaffak eylesin.
Amin.
Hatice Kübra Ergin.