Aslandan Kaçar Gibi Haramdan Kaç
Cenâb-ı Hak; Âli-i İmrân Sûresi'nin 26. âyetinde şöyle buyurmaktadır:
"(Rasûlüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allâh'ım!.. Sen mülkü dilediğine verirsin ve dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik Sen'in elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin..."
Demek ki, insanlar, ellerindeki mal ve mülkün gerçek sahibi değiller; sadece birer emânetçi... Mülkün sahibi olan Allah, o malı-mülkü kuluna ihsan ederken ona bunu hangi şekilde emânet ettiğini ve nerelere sarfetmesi gerektiğini de bildirmiştir. Kul, bu emir ve yasaklara riâyet ettiği ölçüde Allâh'ın emanetine sahip çıkmış, aksi hâlde bu emanete hıyânet etmiş olur.
Merhum Musa Topbaş Efendi, sohbetlerinde sık sık insanın bir veznedar olduğunu ifade etmişlerdir. Veznedarlar, nasıl ellerine geçen paranın sahibi olduklarını iddia edemezlerse, bütün insanlar da mallarının birer emânetçisidirler. Veznedarlar, nasıl bağlı oldukları müessese nâmına alırlar, verirler ve parayı o istikamette kullanırlarsa, insanlar da Allâh'ın kendilerine emânet etmiş olduğu her şeyi; bedeni, hayatı, malı-mülkü, makam ve mevkiyi Allâh'ın istediği şekilde sahiplenmeli ve yine O'nun istediği şekilde kullanmalıdırlar.
* * *
Bu düşünce ve hayat tarzının en güzel misâli, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'dir. O, Allâh'ın Sevgili Peygamberi, hayatı boyunca zühd, kanaat ve takvâyı seçmiştir. Kendisi, birçok kereler çok varlıklı olma imkânına sahip olduğu hâlde, o böyle bir hayatı seçmek yerine, malını bir emânetçi şuuruyla Allâh'ın ihtiyaç kulları arasında taksim etmiş ve hayatı boyunca kendisinden bir şey isteyeni kesinlikle eli boş çevirmemiştir. Hatta O'nun bu cömertliğini görenler, "O'nun fakir olmaktan korkmayacak kadar Allâh'a tevekkül ve teslim oluşuna" hayran kalmışlar ve O'nun anlattığı dinin esaslarını cân u gönülden kabul etmişlerdir.
Biz de, O büyük Peygamberin ümmeti olarak, O'nun kendisine seçmiş olduğu kanaat, tevâzu ve zühd hayatını seçmeli, dünya maişetini temin etmek için kazandığımız paraları, kalbimizin kasasına yerleştirmemeliyiz. Çünkü kalbin kasasına teslim edilen paralar, orada muhabbetullah ve mârifetullah tohumunun yetişip yeşermesine fırsat vermez.
Paralar, nereden kazanılırsa oraya gider. Helâl yollardan kazanılan paralar, yine helâl ve hayırlı hizmetlere doğru giderken; şüpheli ve haram yollardan kazanılan paralar da maalesef şâibeli işlere ve haramlara kayar.
Allah dostları, bir insanın boğazından bir lokma haram girdiğinde, onun kırk gün ibâdetlerinden lezzet alamayacağını söylemişlerdir. Eğer eve gelen lokmalar, şüpheli ve haram olmaya başlarsa, âilede huzur, birlik ve düzen bozulur; hanım beyine, bey hanımına sabredemez hâle gelir. Çocuklar, anne-babayı dinlemez. Allah korusun, ibadetler bir yük olarak görülmeye ve terk edilmeye başlar.
Tasavvuf yolu, helâl lokma ile başlar. Haram yiyen kimseden, derviş olmaz. İçimizdeki haram lokmalar temizlenmeden kalbimize mârifet nûru düşmez. İnsanın en büyük mahrumiyeti, Allâh'ın muhabbetinden mahrum olmaktır. Kalbi haramla dolu, bedeni haramla beslenmiş, dili haramdan başka söz bilmeyen bir insanın Allâh'ın muhabbet, merhamet ve mârifetine lâyık olması düşünülebilir mi?
Rabbimiz, bizlerin içini dışını haramlardan temizle!.. Kalbimizi, Senin ilâhî muhabbet, mârifet ve lütuflarına aç!.. Gönlümüze katılık veren, ruhumuzu kirleten her türlü haram ve şüpheli şeylerden, bizi, âilemizi ve bütün Müslümanları muhafaza eyle.
Âmin