Dürüstlük
İslâm, insanı insanca yaşatmak için gönderilen ilahi bir dindir. Bu gayeye ulaşmak için birtakım kurallar koymuştur. Bu kurallar evrenseldir. Her devirde ve her yerde insanların muhtaç oldukları ilkelerden meydana gelmektedir. Bu evrensel ahlâkî prensiplerden biri de sıdk, yani dürüstlük ve güvenilir olmaktır.
İslâm ahlâkında doğruluk ve dürüstlük, insan onurunun ve sağlıklı bir toplum yapısının vazgeçilmez şartlarından biri olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla dürüstlük, gerek fert gerekse toplum için zorunlu olan ahlâkî niteliklerin tamamını kendinde toplar.
Dürüstlük, müminin en önemli ve en belirgin özelliğidir. Allah’ın varlığına ve birliğine inanan her mümin dürüst olmak zorundadır. Zaten “mümin” kelimesinin içinde bu mana mevcuttur. Dolayısıyla kendisine güvenilmeyen ve dürüst olmayan bir mümin düşünülemez. Zira bu kelimenin bir anlamı da “güven veren”dir. Güvenilmezlik ise münafıkların özelliğidir.
Dürüst kişi; doğru ve özü sözü bir olur, olanı olduğu gibi yansıtır, gerçeği saklamaz, bildiğinden, inandığından ve olduğundan başka türlü görünmez veya göstermez. Dürüst olmak, samimi olmaktır.
Kur’an-ı Kerim’de “sıdk” kelimesinin yanında “hak”, “istikamet”, “birr”, “hidayet” gibi kelimeler de doğruluk ve dürüstlük anlamında kullanılmıştır.
Dürüstlük ve doğruluğun en yalın şekli doğru sözlü olmaktır. Hz. Peygamber s.a.v., doğru sözlülüğün önemini vurgularken, yalan konuşmaktan da sakınmayı özenle dile getirmiştir: “Münafığın alâmeti üçtür: Söz söylediği zaman yalan söyler. Söz verdiğinde sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder.” (Buharî, Edeb, 120; Müslim, İman, 107).
Kalp de kalıp da doğru olmalı
İslâmiyet’te hem kalbin hem de kalıbın doğruluğu istenmektedir. Kalbi doğru olan kimsenin dili de doğru olur. Zira dil, kalbin tercümanıdır,
kalpteki güzellik dile yansır.
Efendimiz s.a.v. buyurmuştur: “Dikkat edin! İnsan bedeninde bir et parçası vardır, o düzelirse bütün vücut düzelir, o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin, o et parçası kalptir!” (Buharî, İman, 39; Müslim, Müsâkât, 20)
Doğruluk konusunda kalpten sonra dilin doğruluğu gelir. Nitekim Efendimiz s.a.v. dosdoğru olmayı emir buyurduktan sonra öğüt isteyen sahabeye dilini korumasını tavsiye etmiştir. Yine buyurmuştur:
“Bir kişinin kalbi dosdoğru olmadıkça imanı dosdoğru hale gelmez. Kişinin dili dosdoğru olmadıkça da kalbi dosdoğru hale gelmez.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/198; Heysemî, ez-Zevâid, 165)
Dürüstlük ilahi bir emir
Cenab-ı Hak, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd, 112) buyurmaktadır. Hz. Peygamber de s.a.v, “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” buyurmuştur. Ayrıca kâmil mümini tarif ederken şöyle buyurmuştur: “Müslüman, elinden ve dilinden diğer müslümanların emin olduğu, zarar görmediği kimsedir.”
Ayetin devamında Allah Tealâ işlediklerimizi görüp gözetlediğini belirtmekte ve zulme sapmaktan sakındırmaktadır. Yine doğruluk ve dürüstlükten saptığımız takdirde cehennem ateşine gireceğimizi ve o vakit bizim için ne bir dost ne de bir yardımcı bulunmayacağını bildirmektedir.
Rehber ve örnek olarak gönderilen Hz. Peygamber s.a.v., bir doğruluk ve dürüstlük timsali idi. Bir başka deyişle, O, olduğu gibi göründü, göründüğü gibi oldu. Onun söyledikleri ile yaptıkları arasında bir farklılık yoktu. Hayatı boyunca insanları doğruya ve doğruluğa, dürüstlük ve samimiyete sevk etmeye gayret gösterdi.
Sahabeden Süfyan es-Sekafî r.a. kendisine gelerek, “Ey Allah’ın Rasulü! İslâmiyet hakkında bana bir öğüt ver ki, sizden sonra artık kimseden bir şey sormaya ihtiyacım kalmasın..” dedi. Bunun üzerine Efendimiz s.a.v., “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol.” buyurdu. Görülüyor ki Efendimiz s.a.v. doğruluk ve dürüstlüğü Allah’a imandan sonra dile getirmiş ve doğrulukla Allah’a iman arasında bağlantı olduğunu belirtmiştir.
Dosdoğru yol
Fatiha suresinin 6. ayetinde “Bizi dosdoğru yola ilet!” diye ifade edilen yol, en geniş anlamıyla Kur’an’ın çizdiği yol ve bu doğrultuda yaşayan peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve salih kimselerin yoludur.
Doğru ve dürüst olabilmek için içi ve dışı ile doğru olanlarla beraber olmak gerekir. Nitekim Cenab-ı Hak bu hasleti kazanabilmemiz için bize yol göstermektedir: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla/sadıklarla beraber olun.” (Tevbe, 119). Dünya hayatında doğrularla beraber olmak ebedi cenneti kazandırır, cennette de onlarla beraber olmayı sağlar.
Asr-ı Saadet’te yaşanan şu olay, dürüstlüğün Allah katındaki kıymetini göstermektedir:
Uhud Savaşı sonrası bir haber almak için Medine’nin dışına çıkan kadınlar arasında Hz. Aişe r.anha da vardır. Harre mevkiinde yine sahabi bir hanım olan Hind bint Amr’a rastlarlar. Hind, savaşta şehit düşmüş kocası Amr b. Cemuh, oğlu Hallâd ve kardeşi Abdullah’ın naaşlarını bir deveye yüklemiş getirmektedir. Fakat bir süre sonra deve çöker, Medine tarafına devam etmez. Uhud’a çevrildiğinde ise koşarak gider. Hind, Efendimiz s.a.v.’in yanına gider ve sorar: Efendimiz s.a.v.;
– Deve memurdur, Amr’ın herhangi bir vasiyeti var mıydı, diye sordu. Hind r. anha:
– Amr, Uhud’a gideceği zaman kıbleye dönmüş; “Allahım, bana şehitlik nasip et! Beni (şehitlikten) mahrum bir halde ev halkıma döndürme!” diye dua etmişti, dedi. Bunun üzerine Rasulullah s.a.v. buyurur:
– İşte bunun içindir ki deve yürümüyor. Ey Ensar topluluğu! Sizden her kim Allah’a yemin etmişse ona sadık kalsın. Ey Hind! Kocan Amr sadıklardandır, şehit edildiği andan itibaren melekler kanatlarıyla üzerine gölgelik yaptılar ve nereye defnedilecek diye bakıp durdular. Ey Hind!
Cennette Amr bin Cemuh da, oğlun Hallâd da, kardeşin Abdullah da bir araya gelecek ve arkadaş olacaklar.” (Kâdî İyâz, eş-Şifa bi-Ta‘rîfi Hukuki’l-Mustafâ, 2/18; eş-Şâmî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 4/228)
Yine Allah Rasulü s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Doğruluktan ayrılmayınız! Doğruluk insanı Allah’ı razı edecek iyiliğe götürür. İyilik de insanı cennete götürür. Kişi doğru söyler ve doğruyu ararsa Allah katında doğru olanlardan yazılır. Yalandan sakınınız! Yalan insanı günaha, o da cehenneme götürür. Kişi yalan söyler ve yalana devam ederse, sonunda Allah katında yalancılardan yazılır” (Buharî, Edeb, 69; Müslim, Birr, 102-103)
Sözü Efendimiz s.a.v.’in bir vasiyeti ile bitirelim. Efendimiz buyurur:
– Siz şu altı hususta bana söz verin, ben de sizin cennete gireceğinize kefil olayım.
Sahabiler, “Onlar nelerdir?” diye sorunca, Efendimiz s.a.v. şöyle buyurur:
1. Sizden biri konuştuğunda yalan söylemesin.
2. Söz verdiği zaman yerine getirsin.
3. Emanet edildiği zaman hıyanet etmesin.
4. Gözleri ile harama bakmaktan sakınsın.
5. Edep yerini muhafaza etsin, iffetli olsun.
6. Ellerini harama uzatmasın. (Hâkim, el-Müstedrek, 2/359; Herâitî, Mekârimü’l-Ahlâk, s. 30)
‘Böyle Biri Yalan Söylemez’
Hz. Peygamber s.a.v.’den İslâm’a davet mektubu alan Bizans Kralı Hirakl (Herakleios) onun hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak istemiş, o sırada Suriye’de bulunan Arap tüccarlarını sarayına çağırmış ve kendilerine Rasulullah s.a.v.’i sormuştu.
Bu tüccarlar arasında bulunan ve henüz müslüman olmayan Ebu Süfyan, Rasul-i Ekrem s.a.v hakkında istemeye istemeye doğru söylemek zorunda kalmıştı. Aralarında şu şekilde bir konuşma geçmişti:
– Ona en çok uyanlar kimlerdir, zenginler mi, fakirler mi? – Fakirler. – Hiç ona inananlardan dönenler oldu mu? – Şimdiye kadar hayır. – Ona inananlar artıyor mu, eksiliyor mu? – Her geçen gün biraz daha artıp çoğalıyorlar. – O’nun hayatında hiç yalan söylediğini duydunuz mu? – Hayır, hiçbirimiz O’nu yalan söylerken duymadık.
Henüz müslümanların en amansız düşmanlarından biri olan Ebu Süfyan’dan aldığı bu cevaplarla sarsılan Hirakl, kendini tutamayarak şöyle dedi:
– Bir insanın bunca zaman insanlara yalan söylemekten kaçınıp da Allah’a karşı yalan söylemesi düşünülemez.
(Buharî, Bed’ü’l-Vahy, 6)
Sözünde Duran Yiğit
Sahabeden Enes b. Nadr r.a., Bedir Savaşı’na katılamadığı için büyük üzüntü duydu ve Efendimiz s.a.v.’e gelerek, “Şayet Allah beni müşriklerle kaşı karşıya getirirse, onlara neler yapacağımı herkes görecektir!” dedi.
Nihayet Uhud Savaşı’na katıldı. Müslümanların bozguna uğradığını görünce, kılıcını çekip düşman saflarına doğru ilerlemeye başladı. Karşılaştığı müslümanlara;
– Ben cennetin kokusunu Uhud Dağı tarafından alıyorum, diyordu. Onların geri dönüp savaşa katılmalarını tavsiye etti.
O sırada “Muhammed öldü” diye düşmanın çıkardığı asılsız habere inanıp morali iyice bozulanları uyardı ve:
– Allah Rasulü neyin uğrunda öldüyse aynı şey uğrunda ölmek gerek, diyerek onları kendilerine getirdi. Sonra da düşman saflarına yiğitçe daldı. Önüne geleni tepeledi ve nihayet şehadet şerbetini içti.
Savaş bittikten sonra vücudunda seksenden fazla kılıç yarası tesbit edildi. Onun mübarek bedeninden intikam almaya kalkan merhametsiz kâfirler burnunu, kulaklarını ve diğer bazı organlarını kesmişlerdi. Kız kardeşi Enes’i zor tanıdı. İşte bunun üzerine şu ayet nazil oldu:
“Müminlerden öyle erler (yiğit kahramanlar) vardır ki, Allah’a verdikleri sözü yerine getirip sadakatlerini isbat ettiler.” (Ahzab, 23)
(Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 3/224; Kurtûbî, el-Câmi li-Ahkâmi’l-Kur’an, 7/146; Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 1/168.)