Ah Bu Ön Yargılarımız yok Mu
Sağlıklı düşünmemizin, doğru hareket etmemizin veya asıl hedef ve gayeye ulaşmamızın önündeki temel engellerden biri de kafamızda, zihnimizde oluşturduğumuz ön yargılarımızdır.
Kendiliğinden oluşmayan bu yargısız infaz biçiminin kaynağı, gerçek olmayan yanlış bilgi kirliliği veya zan ile yaklaşımımız olduğu gibi yetiştiğimiz aile/akraba veya kültürel çevre de olabiliyor.
Ön yargı kişiden kişiye, toplumdan topluma değişkendir. Yer, zaman ve coğrafi bölge de ön yargılarımızda önemli etkendir.
Bazı zamanlar değiştirmek istemediğimiz yanlış inancımızdan mütevellid “inanca bağlı ön yargı” olarak önümüze çıkarken, bazen de kendi soyumuzdan/ırkımızdan hariç herkese farklı bakışımızdan ve bir türlü atamadığımız “etnik ön yargı” şeklinde karşımıza çıkar.
Kimi zaman küçük boyutlu gelişen ön yargılarımız da yok değil.
Mesela dernek, cemaat veya tuttuğumuz spor takımı da (ötekiler denilen) kişilere bakış açımızda farklılık duygusu oluşturabiliyor.
Bu terimin felsefi boyutuna/açılımına girmek değil amacım...
Tahrif etmeye hiç kimsenin gücünün yetmeyeceği ve İlahi dinlerin sonuncusu İslam Dinini, pratik hayatlarında tatbik eden seleflerimizin hayatlarına, “Asr-ı Saadet” devrinin başlangıcına götüreceğim sizi.
Âlemlerin Rabbi şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır...” (Hucurat 49/12)
Peygamberimize vahyin geldiği ilk yıllar! Ona ön yargısız inanıp tabi olanlar olduğu gibi öz amcası Ebu Leheb tipi, iman etmedikleriyle kalmayıp düşman olanlar ve hatta bir kaşık suda boğmak isteyenler de çoğunluktaydı.
Mekke’ye, Yemen’den misafir olarak gelen Tufeyl b. Amr ed Devsî’ye (ra), Mekkeli müşrikler, o sırada dışarıdan gelen her yabancıya yaptıkları o ön yargıya iten iğrenç uyarıyı yaparlar.
“Bak! Kendini peygamber diye tanıtan, insanları sözleriyle büyüleyen; karı-kocayı birbirinden, anne-babayı evladından uzaklaştıran bu adamın, Muhammed’in seni de etkilemesinden korkarız.
İyisi, sen işini çabuk bitir ve bir an önce buralardan hemen git!”…
Bu asılsız uyarılara neredeyse kanmak üzere olan Tufeyl, bu dedikodunun da etkisiyle bir ara Kâbe’de namaz kılan Peygamberden uzak durur…
Kendisi anlatıyor: “Bu sözü o kadar çok söylediler ki, artık O’nunla konuşmamaya, O’nun sözünü asla dinlememeye karar verdim.
Hatta Kâbe‘ye girdiğim zaman, belki sözlerini duyarım endişesiyle kulaklarıma pamuk tıkamak zorunda kaldım.”
Ancak bir şekilde kulağa tatlı gelen sese de engel olamadığını söyler. Şöyle karar alır, Tufeyl:
“Ama ben akıllı, zeki ve meşhur bir şairim, Allah kelamı ile sihri/şiiri birbirinden ayıracak yeteneğe de sahibim, buna kendim karar verebilirim.
Onu biraz dinlesem, ne çıkar; yanlışsa ret eder, doğruysa kabul ederim” der.
Sonra kulaklarından pamuğu çıkartır ve O’nu (sas) dinler ve hakikaten de işittiği sözlerin insan ötesi, ancak göklerden gelebilen, insanı derinden etkileyen manevi sözler olduğuna kani olur.
Ertesi gün O’nu (sas) evine kadar takip edip, orada Müslüman olur ve sonraları muhteşem bir hayat yaşar.
Evet, ön yargı hastalığının en bariz şekli: “Ben/biz farklıyız; doğru olan biziz ve o/onlar farklıdır; yanlış yoldalar, bu yüzden ne yaparlarsa yapsınlar asla bana/bize bir katkı sunamazlar ve onlarla bağdaşamayız…” şeklinde ortaya çıkan başkasına karşı olumsuz düşünce, davranış ve ötekileştirmedir.
Bu bakış, insanı hakka karşı kör eder! Kaf dağının arkasını bir türlü gördürmez!
Koca dünyaya tek pencereden, tek düzey bakmaktan kurtulamaz!
Başkasında var olduğu sanılan eksiklik/yanlışlık üzerinden hareket etmek, gerçekte hayran bırakacak veya kabullenilmesi kaçınılmaz olan mükemmelliklerin gün yüzüne çıkmasına da engel olacağından bu kör düşünce, zalimliktir/zulümdür.
Başkasının hak ve hakikate ulaşmasına engel veya sebep olan iyiniyetli “Ulul Azm” bir peygamber de olsa fark etmez; bu tavır yanlış ise düzeltilir, nitekim düzeltilmiştir…
“Âmâ geldi diye yüzünü ekşitti ve döndü. Sen ne biliyorsun, belki o, arınacak veya öğüt alacaktı da o öğüt kendisine fayda verecekti! Ama ihtiyaç duymayana (duymak istemeyene) gelince, sen ona yöneliyorsun…” (Abese 80/1-6)
Bu inatçı ruh hali, farklı toplumlara, kültürlere veya onlara ait “muhteşem” kabul edilecek eserlerin/fikirlerin kapısına, hiç açılmayacak şekilde kilit vurmak ya da kilitli bırakmak olur.
Bu sebeple, başkası hakkında haksızca hüküm vermeyi de böyle düşünmeye itecek tavırlardan da şiddetle kaçınmalıyız.
Nitekim şüpheli tavırlar içinde olmak da ön yargıyı çağrıştırır…
Zira Peygamberimiz (sas), bir gece hanımı Hz. Safiyye ile yolda giderlerken, karşılaştıkları iki sahabe de kendilerine selam verip geçmişler.
Arkalarından Hz. Peygamber onlara… “Bu benim eşim Safiye’dir” buyurmuş... Onlar, yanlış anlamadıklarından “fesubhanellah!” demişler.
Peygamberimiz (sas) şöyle buyurmuşlar:
“Muhakkak ki şeytan insanoğlunun kanının dolaştığı her yerde dolaşır. Ben onun içinize bir vesvese bırakmasından korktum.” (Buhari, İtikaf)