Can ve Mal
“Allâh mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır...” (et-Tevbe, 111)
İmtihan için gönderildiğimiz şu fânî âlemde, insanoğluna lutfedilen kıymetlerin başında “can ve mal” gelir. Mü’minler, bu kıymetleri ciddî gâyeler ve ulvî idealler uğrunda kullanmaya mecburdurlar. Zîrâ âyet-i kerîmede:
“Allâh mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır...” (et-Tevbe, 111) buyrulmuştur.
Allâh Teâlâ’nın insanoğluna lutfettiği can ve mal gibi her türlü imkân birer emânettir. Bütün nîmetler O’ndandır ve O’na âittir. Bu yüzden ârif gönüllerin Hakk’a karşı duyguları dâimâ:
“Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen!.. Ne verdinse odur. Dahî nemiz var!..” ifâdeleri istikâmetinde olmuştur. Bunun netîcesinde Allâh dostları, bir kul olarak Hak katındaki hiçliklerini idrâk hâlinde olup, nâil oldukları nîmetleri, o nîmetlerin gerçek sâhibi olan Allâh’tan esirgemek gafletinden son derece kaçınmışlardır.
Allâh’ın, kendisine yaklaşmaya vesîle kıldığı nîmetleri Cenâb-ı Hakk’ın emrinin hilâfına yanlış yerlerde kullananlar içinse acı bir îkâz-ı ilâhî vardır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler size Allâh’tan, Rasûlünden ve Allâh yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise, artık Allâh emrini getirinceye kadar bekleyin. Allâh, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (et-Tevbe, 24)
Âyet-i kerîme muktezâsınca dünyâ hayatında bizlere bir imtihan vesîlesi olarak emânet edilen can ve mal nîmetlerini rızâ-yı ilâhî istikâmetinde kullanabilmek, Cenâb-ı Hak ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbetimizin en bâriz ölçüsüdür. Zîrâ seven, sevdiği uğruna, sevgisi ölçüsünde fedâkârlık yapmayı en büyük zevk olarak telakkî eder. Bu hâl, sevginin şiddeti nisbetinde tâ candan yapılacak fedâkârlıklara kadar ulaşır.
En ağır ve meşakkatli bedel, îmân muhabbetinin bedelidir. Zîrâ o sâyede kalbin ufukları açılır, can da mal da bu bedeli ödemek için Hakk’ın râzı olacağı en isâbetli yerlere cömertçe ve seve seve sarf edilir. Îmânın lezzet, heyecan ve hazzıyla can ve mal gibi her türlü imkânlardan fedâkârlık yapmak, gönülde bir huzur kaynağı ve kalbde bir meslek hâline gelir.
Yine bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“(Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allâh yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allâh bilir.” (el-Bakara, 273)
Allâh yolunda fedâkarlık yapanların kalblerinde, âyet-i kerîmede buyrulan “Sen onları sîmâlarından tanırsın.” beyânının tecellîsiyle bu hususta bir firâset, yâni ince düşünüş hâsıl olur, infak duygusu bir meslek hâline gelir. Her meslek sâhibi, mesleğiyle ülfet hâlindedir. Yukarıdaki âyet-i kerîmenin şümûlüne girebilmek için kendisini Hakk’a adayanların ve bilhassa Kur’ân-ı Kerîm hizmetinde bulunanların durumlarına gönül gözüyle nazar edip onlarla ülfet hâlinde olmak gerekir. Zîrâ âyet-i kerîmenin mefhûm-ı muhâlifine dikkat edersek, Allâh yolunda gayret eden mahfiyet sâhibi gönül insanlarına duyarsız bir kalb ile onlardan uzak durmanın en fecî bedbahtlıklardan biri olduğunu kolayca anlayabiliriz.
Bu itibarla îmanlı zenginler servetlerini ilme, ahlâka ve bilhassa kendilerini Kur’ân hizmetine adayanlara seferber etmeli; muhtaç yoksullarla ilgilenip garip yaşayan çilekeş mü’minlerin civârından kaçmamalıdırlar.
Malı ve canı yanlış yere sarfedenler, Allâh’ın vermiş olduğu nîmetlerin ziyanlığı içindedirler. Cenâb-ı Hak, bu gaflete düşenlerin fecî âkıbetini âyet-i kerîmede şöyle beyan buyurur:
“…Altın ve gümüşü yığıp da onları Allâh yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele! (Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): «İşte bu, kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azâbını) tadın!»” (et-Tevbe, 34-35)
Bu itibarla; kazançlarımızı ve ömür nîmetini, ebedî hayâta elverişli bir şekilde düzenlemekle mükellef bulunmaktayız. Şeyh Sâdî’nin dünyâ metâına aşırı düşkünlükle cimrilikte bulunanlara yaptığı şu îkaz ne kadar ibretlidir:
“Para yığmakla yükseleceğini sanma. Duran su fenâ kokar ve kurur. Bağışlamaya ve akıtmaya çalış. Akan suya gök yardım eder. Yağmur yağdırır, sel gönderir, onu deryâ eder.”
Dolayısıyla asıl mârifet, cömertlik ve diğergâmlıkla gönlü deryâ hâline getirip Hakk’ın lutfettiği nîmetleri ve dünyâ ticâretini âhiret zenginliğine dönüştürebilmektir. Bu bakımdan malın hayırlısı, sâhibinden önce âhirete gönderilen; canın hayırlısı da Allâh rızâsı istikâmetinde kullanılabilendir.
Nitekim Ebû Zer -radıyallâhu anh-’a âit şu hikmetli sözler, aynı zamanda bir mü’minin dünyâ nîmetlerine bakış tarzının nasıl olması gerektiğini de hulâsa etmektedir:
“Bir malda üç ortak vardır. Birincisi mal sâhibi, yâni sen, ikincisi kaderdir. O, hayır mı, yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz. Üçüncüsü mîrasçıdır. O da bir an önce başını yere koymanı (yâni ölmeni) bekler, ölünce malını alır götürür, sen de hesâbını verirsin. Eğer gücün yeterse sen bu üç ortağın en âcizi olma.
Allâh Teâlâ: «Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe birre (hayrın kemâline) eremezsiniz…» (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor. İşte benim en sevdiğim malım şu devemdir, (âhirette karşıma çıkması için) onu kendimden önce gönderiyor (sadaka olarak veriyor)um.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163)
Bu bakımdan Allâh’ın lutfettiği nîmetler, kulu Rabbine yaklaştıracak bir ebediyet ışığı olmalıdır. Zîrâ can ve mal nîmetleri Allâh yolunda sarf edildiği takdirde Kur’ânî ifâdeyle bir “zînet” olurken, aksi hâlde “fitne”ye dönüşmektedir.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmetinin müstakbel fitnesi hakkında şöyle buyurur:
“Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi de maldır.” (Tirmizî, Zühd, 26/2336)
Bizler için birer imtihan sebebi kılınan can ve mal nîmetlerini doğru kullanabilmeye dâir pek çok îkâz-ı ilâhî bulunmaktadır. Nitekim bu husustaki birkaç âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Peygamber ve onunla beraber inananlar, mallarıyla ve canlarıyla cihâd ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (et-Tevbe, 88)
“Ey îmân edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allâh’a ve Rasûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allâh yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (es-Saff, 10-11)
Birgün bir bedevî Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:
“–Yâ Rasûlallâh! Hayırlı insan kimdir?” diye sorar.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“–Canı ve malı ile Allâh yolunda çalışan mü’mindir.” (Buhârî, Cihâd, 2; Müslim, İmâret, 122) buyurur.
Âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde ifâde buyrulan mal ve can ile cihattan maksat, yalnız kılıç harbi değildir. Kılıç, zulmü kaldırmak, hakkı tevzî etmek gibi zarûret hâllerinde kullanılan bir demir parçasıdır. Esas fetih, gönüllerin fethidir.
Nitekim cihad âyetlerinin çokça indiği Mekke döneminde mü’minlerin henüz ciddî bir harp gücü yoktu. Câhiliye insanlarının terörüne karşı İslâm’ı, yâni insanlığı, hakkı, adâleti tevzî ve tebliğ adına yalnız bir mü’min yüreği sergileyebiliyorlardı. Târihte hidâyet fütûhâtlarını seyrettiğimiz zaman bunu daha bâriz bir şekilde görmekteyiz. I. Murad Han’ın Kosova’yı, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın da Bosna’yı fethinden sonra bu mıntıkalara gönül ehli, temiz Anadolu halkı yerleştirilmiş, Arnavutlar ve Boşnaklar, onların gönül güzelliklerine meftûn olarak hidâyetle şereflenmişlerdir.
Çanakkale harbi esnâsında Müslüman Türk askerlerine esir düşerek gördüğü şefkat, merhamet, fazîlet ve îmân nezâketi karşısında öldürmeye geldiği mü’min askerlerin gönül iklîminde rûhu dirilerek hidâyetle şereflenen Josef Miller (Anzaklı Ömer) ve daha niceleri, gönül fütûhâtının târihî misâllerinden sadece birer örnektir. Fethettikleri beldelerin halkını selâmete garkederek muzdarip ruhlara hayat veren ecdâdımız, kan dökücü olarak değil, kalb kurtarıcı olarak savaşmışlardır.
Kur’ân-ı Kerîm’de insanları hidâyete kavuşturma gâyesiyle “Allâh yolunda cihâd etme”ye dâir pek çok ifâde yer almaktadır. Ancak bunların mahdud bir kısmında sıcak savaş demek olan kıtalden bahsedilir. O da zarûret hâlindedir. İslâm’da müdâfaa veya îlâ-yı kelimetullâh, yâni Allâh’ın kelimesini yüceltmek gâyesi dışında yapılabilecek bir harp yoktur. Sırf toprak elde etmek için yapılan savaşlar, insanlığın yüz karası bir zulümdür. Hâlbuki İslâm’da savaş mutlakâ hakkı tevzî, hidâyetlere vesîle olmak ve zulmü bertaraf etmek gibi ulvî gerekçelere istinâd eder. Zîrâ Kur’ânî ifâdeyle:
“…Kim, kâtil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim (de) bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (el-Mâide, 32)
İşte bu ölçüler dâhilinde ve İslâmî gâyeler uğrunda mü’minlerin mallarıyla ve canlarıyla yapacakları her türlü fedâkârlık, Hak katında cenneti satın almak gibi büyük bir ilâhî lutfa medâr olacak davranışlardır.
Diğer taraftan, canı ve malı Hak yolunda kullanabilmek, güzel ahlâka bürünmek ve amel-i sâlihlerle rûhumuzu arındırmak; onları Allâh ve Rasûlü’nün buyurduğu istikâmette sarf etmek sûretiyle olur. Bir mü’min; fakir, orta hâlli veya zengin, hayatın her ne kademesinden olursa olsun, Allâh Rasûlü’nün nezih hayatını kendisine örnek almalıdır. Zîrâ Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- varlıkta da yoklukta da cömertliğin zirvesinde idi. O, ashâbını zengin-fakir ayırt etmeksizin cömertlik ve infâka teşvîk ederdi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbına dînî bir gâye için yardım teklifinde bulununca kadınlar ve hattâ küçük kız çocukları bile zînetlerini huzûr-ı saâdete döker; küpelerini, bileziklerini, gerdanlıklarını kopararak gönülden fedâkârlıkta bulunurlardı.
Sahâbe-i kirâmın, infaktan muaf olacak derecede imkânı bulunmayanları dahî infak ecrine nâil olabilmek için kimisi dağdan odun getirerek, kimisi ise kuyudan su çekerek tasaddukta bulunur, velhâsıl infak heyecânı içinde elinden gelen gayreti gösterirdi.
Bu infak heyecanını yaşayanlardan biri de Ebû Akîl el-Ensârî -radıyal¬lâhu anh-’tır ki, o da iki ölçek hurma karşılığında bütün gece sırtında su taşımış, kazancının yarısını âilesinin ihtiyâcı için alıkoyup diğer yarısını Allâh’ın rızâsını kazanmak ümîdiyle Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e getirmiştir.
Dolayısıyla sadakaların miktârı husûsunda herkesin tâkati kendisi için bir kıyas ölçüsü olmakla birlikte onun asıl Hak katındaki kıymetini belirleyen, infaktaki fedâkarlığın derecesi ve kalbdeki cömertliğin ölçüsüdür.
Mal ve canın Hak yolunda kullanılmasının en güzel örneğini Ashâb-ı Güzîn Efendilerimiz sergilemişlerdir. Onlar, hakkın, hayrın ve ebedî kurtuluş dâvetinin, imkânlarının varabileceği son noktaya kadar ulaşabilmesi gayretiyle canlarını ve mallarını bu uğurda cömertçe seferber etmişlerdir.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın şu hâli de bunun sayısız misâllerinden biridir. Kendisine Hayber ganîmetlerinden kıymetli bir arazî düşen Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek:
“–Yâ Rasûlallâh! Hayber’de bir yer edindim ki bugüne kadar onun gibi kıymetli bir yer elde edememiştim. Onu ne yapmamı emredersiniz?” dedi.
Fahr-i Kâinât Efendimiz de şöyle buyurdu:
“–İstersen onun aslını (Allâh için) hapset ve onu(n gelirini) vakfet!”
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, arâzîsini şu şartlarla vakfetti: Onun aslı satılamaz, hibe edilemez ve ona vâris olunamaz. O, fakirler, yakın akrabâlar, köle âzâd etmek, Allâh yolunda harcamak ve yolda kalmış kimseler içindir.” (Buhârî, Şurût, 19; Müslim, Vasiyet, 15)
Bugün bizler de, ashâb-ı kirâmdaki îmân aşk ve vecdiyle kendi hâlimizi mukâyese edip bir vicdan muhâsebesine girmek mecbûriyetindeyiz. Ashâb-ı kirâm, dünyâ hayatını âhiret saâdetine sermâye kılmak için fakirlikten korkmaksızın bir infâk seferberliğine girmişlerdi. Bizler de âhiretimizi tefekkür ederek, onların bu yüce fazîletinden nasîb alabilme heyecânı içinde olmalıyız.
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Kimin endişesi âhiret olursa, Allâh, zenginliği onun kalbine koyar, işlerini dağınıklıktan kurtarır ve dünyâ ona boyun eğerek gelir. Her kimin endişesi de dünyâ olursa Allâh fakirliği onun gözü önüne koyar, kendisini derbeder eder ve dünyâdan kendisine ancak takdîr edildiği kadar gelir.” (Tirmizî, Sıfâtü’l-Kıyâme, 30)
Dolayısıyla mü’mine yakışan, Allâh rızâsı için mâlî ve bedenî fedâkârlıkta bulunmak sûretiyle cömertliğin vicdan huzûrunu, cimriliğin fânî ve nefsânî vesveselerine tercih etmektir.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, cömertlik hasletini ve cimrilik iptilâsını ne güzel ifâde eder:
“Cömertlik cennet selvisinin dalıdır. Bu dalı elinden bırakana eyvahlar olsun. Ekin eken, önce ambarı boşaltır, ama sonra hâsılâtı pek çok olur. Fakat tohumu ambarda tutan ise, sonunda onu farelere yem eder.
Unutmamak gerekir ki mülk, hakîkatte Allâh’a âittir. Kul ancak muayyen bir zaman için onun tasarrufçusu veya veznedârı durumundadır. Aksi hâlde malının kendisini bâkî kılacağını zannederek, yeryüzünde yerli edâsı içinde ve gâfilâne yaşayarak ziyân edilen can ve mal, sâhibine yüz karası olmak ve rûha zehir saçmaktan başka ne işe yarar?
Bu husustaki îkâz-ı ilâhî ne müthiştir:
“Allâh’ın, kereminden kendilerine verdiklerini (infâk etmekte) cimrilik gösterenler sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için pek fenâdır. Cimrilik ettikleri şey de kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allâh’ındır. Allâh bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Âl-i İmran, 180)
Allâh’ın verdiği nîmetleri ziyân edenler için Cenâb-ı Hak îkaz mâhiyetindeki diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurur:
“(Rasûlüm!) Onların malları ve çocukları Sen’i imrendirmesin. Çünkü Allâh, bunlarla ancak dünyada onların azaplarını çoğaltmayı ve onların kâfir olarak canlarının güçlükle çıkmasını istiyor.” (et-Tevbe, 85)
Gönlüne mânevî âlemin nurlu parıltılarını düşürmeyen dünyâ sermâyeleri; ancak şeytanların paylaşacakları nasiplerdir. Yalnız cüzdan ve kasalar üzerinde ziyân edilen bir ömrün, iki mezar taşı arasında bir fâciâ ifâdesi olacağını kavramak zor değildir.
Rivâyet edilir ki; kıyâmet gününde zengin bir kul getirilir:
“–Seni bana kulluktan alıkoyan ne idi?” denilir. O zengin:
“–Yâ Rabbî! Malımın çokluğu beni meşgûl etti.” der.
Cenâb-ı Hak, Süleymân -aleyhisselâm-’ı misâl getirerek:
“–Sen Süleyman kulumdan da mı zengin idin? Onu niye o kadar mülkü meşgul etmedi?” buyurur. (Bkz. Rûhu’l-Beyân, IV, 258; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, V, 202-203)
Cenâb-ı Hak, mal ve dünyâ sevgisine gönül kaptırmanın fecî âkıbetini âyet-i kerîmede de şöyle ifâde buyurur:
“(O), malının kendisini ebedî kılacağını zanneder. (Nereden gelip nereye gideceğini düşünmez. İşi gücü saymak ve ona güvenmektir.) Hayır! Andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır. Hutame’nin ne olduğunu bilir misin? Allâh’ın, tutuşturulmuş, (yandıkça) tırmanıp kalblerin ta üstüne çıkan ateşidir.” (el-Hümeze, 3-7)
Dünyâ günlerini şuursuzca bir mal toplama ihtirâsı içinde geçirenlerin mezar yolculuğuna çıkarken avuçlarında topraktan başka bir şey bulamamaları ne hazindir. Hayat, beşik ile tabut arasındaki dar bir koridorda yolculuktur. Dünya ve âhiret saâdeti, kundak ile tabut arasına sıkışan insan idrâkinin ölüm bilmecesini çözmesiyle başlar. Bu muammâyı çözebilen fazîletli ve gönül zengini mü’minler, servetlerini kalblerinin içine sokmazlar, bu sâyede ömür şeridi üzerinde ahlâkî fazîletler, hayırlı ameller ve unutulmaz güzellikte hâtıralar bırakır, ardından rahmetle anılırlar.
Nefsânî arzuları bertaraf edip mal sevgisini kalbe sokmamanın ehemmiyetini Hazret-i Mevlânâ şu misâllerle ne güzel ifâde eder:
“Su, geminin içine girerse gemiyi batırır; geminin altındaki su ise gemiye istinâd olur, onu istediği menzile kavuşturur.”
“Temiz bir gönül gözü ve akl-ı selîm istiyorsan, tamah perdelerini yırt.”
Mal ve canın ilim ve güzel ahlâkın refâkatinde kullanıldığı bir memlekette cennet manzaraları seyredilir.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına sorarlardı:
“Bugün bir yetim başı okşadınız mı?”
“Bir hasta ziyâret ettiniz mi?”
“Bir cenâze teşyîinde bulundunuz mu?..”
Bu yüzden mü’minler olarak biz de etrâfımızdan kendimizi mes’ûl hissedip ictimâî ibâdetleri ihmâl etmemeye çalışmak zorundayız.
Malı ve canı gereği gibi kullanmayı bilenler, güneş sıfatlıdırlar; hayır hasenât ile her karanlık kuytuyu aydınlatır, muhtaç, garip ve yorgun gönüllere fazîlet ve sehâvet ışıkları saçarlar. Güneş için aydınlatmamak veya ısıtmamak nasıl imkânsız ise, yüksek rûhlar için de insanlara acımamak, ıztırap ve çileler karşısında duygusuz kalmak, öyle imkânsızdır.
Müjdeler olsun o mü’minlere ki, kalblerine îmânı, sînelerine Kur’ânı, vicdanlarına güzel ahlâkı yerleştirip ebedî saâdetin baharı içinde yaşarlar.
Helâlinden kazanıp servetlerini Allâh yolunda sarf ederler. Sâlihlerle berâber olup onların hasbihâllerinden feyz alır, hikmetlerden nasibdâr olurlar. Kendisini insanların hidâyeti için Hakk’a adayanları, ehl-i iffet fakirleri sever ve onları mihnet altında bırakmadan Hak rızâsı için ihtiyaçlarını görür, onların hizmetlerinde bulunurlar. Nefislerini temizleme gayreti içinde olduklarından, huylarını ıslâh edip güzelleştirirken gönüllerini ilâhî neş’e ve feyizlerle doldururlar. “Servetinin fazlasını ver.” (el-Bakara, 219) emr-i celîlinin muktezâsınca imkânlarını Hak yolunda harcarlar. Emânete dikkat eder, ahitlerine riâyet ederler. Allâh’ın rahmet ve himâyesi, rızâsı yolunda çalışan mü’minleredir. Güzellikler, takvâ sâhiplerine âittir.
Cenâb-ı Hak bizleri de hayırların anahtarı, şerlerin kilidi olan o bahtiyar kullar zümresine dâhil eylesin. Ömrün kısa günlerini âhiretin sonsuz hayâtı için sarf ederek ebediyet ülkesine yüz akı ile gidebilmeyi cümlemize nasîb eylesin!..
Âmin.