* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: Korku ve Ümit  (Okunma sayısı 190 defa)

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimiçi fanidunya NET

  • Administrator
  • *****
  • İleti: 7247
Korku ve Ümit
« : Aralık 20, 2022, 08:24:52 ÖÖ »
Korku ve Ümit

Korku birçok düşünür tarafından gölge olarak nitelendirilmiştir. Gerçekten de korku, istek ve arzulara ilişerek doğmaktadır. Arzu ettiğiniz bir şeyi elde ettiğiniz anda kaybetme korkusunun ona iliştiğini görürsünüz. Hatta bazen bu korkunun verdiği acı yüzünden istek ve arzularınızdan bile vazgeçebilirsiniz. Fakat vazgeçmeyi engelleyen ve korkunun tamamlayanı olan başka bir duygu daha vardır o da ümittir. Bütün kadim öğretiler ve en önemlisi de inancımız korku ve ümidi birlikte anar.

TDK sözlük, korkuyu şu şekilde tanımlıyor: 1. Bir tehlike veya tehlike düşüncesi karşısında duyulan kaygı, üzüntü. 2. Kötülük gelme ihtimali, tehlike, muhatara. 3. (Ruh Bilimi) Gerçek veya beklenen bir tehlike ile yoğun bir acı karşısında uyanan coşku, beniz sararması, ağız kuruması, solunum ve kalp atışı hızlanması vb. belirtileri olan veya daha karmaşık fizyolojik değişmelerle kendini gösteren duygu.

Korku, kendisiyle ilgili yapılan tanımlardan taşma eğilimi gösterir, bu yüzden tanımlanması ancak kategorilendirilerek mümkün olur. Karanlıktan korkmak, örümcekten korkmak, gelecekten korkmak gibi… Ki bu belirlemeler de yine kendinden taşma eğilimi nedeniyle eksiklik barındırır.

Tanımlamanın meydana getirdiği bir sorun daha vardır: Korku tanımlandığında müptelasını da var eder. Çünkü korkunun ne olduğu (mahiyeti bakımından) kişinin ne olmadığıyla (dışsallık) ilişkilidir. Tanım yapılır yapılmaz kişi bunu içselleştirip kabullenerek korkuya dönüştürebilir. Bu durum tersinden de geçerlidir yani tanım yoksa korku da yoktur. Korkuları biraz da tanımlamalar var eder.

Korku, zihnimizde oluşan bir tasavvurdur, hayaldir. Korkulacak olanın kendisinden değil (çünkü onu göremiyoruz ve bilemiyoruz), onun zihnimizdeki (çoğu kez yanlış olan) tasavvurundan, hayalinden (üstelik kendi oluşturduğumuz bir hayaldir bu ya da başkaları tarafından üretilip zihnimize sokulmuştur) korkarız. Ümit de böyledir, gelecekte gerçekleşmesi mümkün olanı tasavvur ederiz. Bu tasavvur yani hayal bize zevk verirken onun gerçekleşmeme ihtimali (ya da gerçekleştikten sonra kaybetme ihtimali) bize korku verir ve acıya dönüşür. Henüz ortada olmayan, fiilen varlığı ortaya çıkmamış olan “şey” yüzünden zevk ya da acı duyarız.

Spinoza, mevcut bir nesnenin imgesinden etkileniriz, geçmiş veya gelecekteki bir nesnenin imgesinden de zevk veya acı duyacak şekilde etkileniriz, diyor. Bir nesnenin imgesinden etkilendiğimizde o imgeyi var kabul ederiz. Geçmiş, gelecek veya şimdiki zamana ait imge sanki mevcutmuş (yanı başımızdaymış) gibi etkileniriz. Etkileniriz ama nesnenin varlığı şüphe yaratır. Çünkü etkilendiğimiz şey onun imgesidir, kendisi değil. O zaman korku, “şüphe duyduğumuz nesnenin imgesinden” kaynaklanan geçici bir acıdır. Eğer şüphe ortadan kalkarsa etkilenme (yani ümit etme), güvene; korku da umutsuzluğa dönüşür. Böylece etkilenme (ümit) zevk verirken korku umutsuzluğa düşürür, yani acı verir. Korku acı duymaktır.

İnsanı duygusal olarak inceleyen uzmanlar, onun ya acıya ya da zevke yöneldiğini söylüyorlar. İnsanı harekete geçiren iki önemli saik “acı” ya da “haz/zevk” arayışı. Günümüz insanının ise özellikle acıdan kaçtığı, böylelikle de tasavvur etmekten (hayal kurmaktan) imtina ettiği görüşündeler. Bu da insanların korku tarafından ele geçirildiği anlamına gelir. Bütünüyle korku hâkim olduğunda ümit de büyük oranda yitirilmiştir. O zaman varlık dünyevi olana yönelmiş, maddi kazanımlar elde etmiş, konforunu sağlamış ve onları kaybetmemek için korkuya saplanıp kalmış demektir. Ümitsiz korku, korku olmaktan çıkıp karamsarlığa dönüşme ihtimali taşır. Dünyevi olan korkuyu beslerken aşkın olan ümidi besler. Ümit yitirildiğinde korku her şeyi ele geçirir. Artık hayal distopik bir dünyaya yönelir, yıkımdır bu.

Görüleceği üzere korku, istek ve arzularımızın gölgesi olarak var olurken aynı zamanda acıya sebep verir. Dolayısıyla korku bir gözlük gibidir, onu gözümüze takar ve dünyaya “korkunun” arkasından bakarız. Bu bir savunma mekanizması olarak işlev görür. Gereklidir. Korkusuzluk sınırların kaybolması demektir. Kişi sınırlarını kaybettiğinde kendisini hatta hiçbir şeyi tanımlayamaz ve yok olur. Yok olmamak için ümit gereklidir. Ümit, korkuya anlam verir ve onu işlevsel hâle getirir. Ümidin yokluğunda korku, her şeyi ele geçirip yok eder. Fakat ümitle birlikte korku yön verir, istikameti doğrultur.

Ümit ve korku birbirlerini sürekli ima ettikleri sürece işlevseldirler. Korkusuz bir ümit, tedbirsiz yolcu gibidir. Hiçbir hazırlığı, donanımı, alet ve edevatı olmayan yolcu, karşılaşacağı sorunları ön göremeyeceği gibi o sorunlarla karşılaştığında ne yapabileceğini de bilemez. Bir adam trenle seyahat ederken bilet görevlisi biletini sormuş. Adam bir cebi hariç bütün ceplerine, bavuluna, küçük çantasına bakmış ve kan ter içinde bileti bulamamış. Biletçi, yahu demiş şu cebine bakmadın. Adam da, orası son umudum demiş, oraya bakarsam ve bulamazsam bilet kayboldu demektir. Ümitle korkuyu dengelemek tam da böyle bir şey. Hiçbir yerde bulunamadığında bakılacak bir yerin varlığı, bulma ihtimalini ayakta tutacaktır. Son cep karanlık bölgedir. Karanlık bölgenin varlığı aydınlık bölgeyi daha dikkatli incelemeye ve anlamaya yöneltir. Böylelikle karanlık bölge (korku) aydınlık bölgeyi (ümidi) sarsar, uyandırır, bilinçlendirir.

Karanlık, tehlikenin sebebi değildir ama belirsizliğin ve korkunun doğal ortamıdır, der Zygmunt Bauman. Yani ışığın yokluğu belirsizliğe, belirsizlik de korkuya neden olmaktadır. Nasreddin Hoca, gece evine dönerken sokak lambasının altında bir süre soluklanır, sonra yaklaşık elli adım ilerideki evinin kapısına varır, anahtarını çıkarıp tam kapıyı açacakken anahtar elinden düşüverir. Hemen biraz önceki sokak lambasının altına gider ve dizleri üzerinde anahtarı aramaya başlar. Yoldan geçmekte olan bir adam, hocam hayırdır ne arıyorsun, diye sorar. Hoca, anahtarı düşürdüm onu arıyorum der. Adam da hocayla birlikte başlar aramaya fakat sonuç alamayınca, hocam anahtarı tam olarak nerede düşürdün, diye sorar. Hoca, evin kapısının önünde düşürdüm, deyince adam, hocam madem kapının önünde düşürdün neden burada arıyorsun, der. Hoca, burası aydınlık o yüzden, der. Hoca burada bizi ters köşeye yatırarak “yitirdiklerimizi, sabit bir ışığın altında bulamayacağımızı” ama karanlık bölge nedeniyle de aydınlık bölgenin taranarak iyice bilinmesini sağlar. Sokak lambası taşınabilir bir lamba olsaydı hoca lambayı alıp kapının önüne gidecek ve anahtarı ışığın yardımıyla kolayca bulacaktı. Bunu yapamadığı için kendisi ışığın altına gitti. Korkuyla ilişkimiz tam da böyle bir ilişki. Belirsizliğin ve korkunun doğal ortamı olan karanlığı taşıyabileceğimiz ışıkla aydınlatarak belirsizliği oradan kaldırabiliriz.

Bilgiyi kendimiz üretmediğimizde üretilen bilgileri sabit zannederiz ve yitiklerimizi bu sabit bilgilerin ışığında bulmaya çalışırız. Yitiklerimiz sabit bilgilerin ışığında değildir ama sabit bilgileri iyice anlayıp şimdi karanlığa yönelebilir ve orayı nasıl aydınlatacağımızı keşfedebiliriz. Karanlığı bahane ederek kaybettiklerimizi bulamayız. Karanlığın varlığı bizzat kaybettiklerimizi bulmak için bir araca dönüşür ve işlevsellik kazanır. Anahtarı bulamadığımızda karanlığı suçlayamayız. Sokak lambasının altına toplanıp karanlıktan şikâyet edemeyiz. Ama biletini arayan adamın son cebe bakmaması gibi sokak lambasının altında anahtarı arayarak karanlığı ümidimizin nesnesi kılarız. Çünkü karanlığı aydınlatma ihtimaliyle (ışığı oraya taşımak) kendimizi korkunun nesnesine dönüştürür, böylece de aydınlığı anlayarak (donanım kazanarak) karanlığa yönelebiliriz.

Korkunun nesnesi her zaman ve daima kişinin kendisidir. Korku, kişinin kendisi ile korktuğu şey arasında durur ve kişiyi nesneleştirerek (çünkü korku daima zihnimizdedir) üçlü bir ilişki kurar: korkan-korku-korkulan. Korku, korkan ve korkulan arasında çok gözlü bir akışkandır, sürekli olarak birinden (mesela korkandan) diğerine (korkulana) aradaki mesafeyi kısaltıp uzatarak gider gelir, böylece şiddetini de ayarlar. Öyle ki korkan korkulana, korkulan korkana dönüşebilir. Korkunun şiddeti en üst düzeye çıkıp dehşete dönüştüğünde korkusuzlukla aynı seviyeye ulaşır böylece korkan-korkulan ilişkisini tersine çevirir.

Kişinin kimden ya da neden korktuğu/nasıl korktuğu ayrı bir inceleme alanı olsa da korkma biçimi yaşamı üzerinde belirleyicidir. Korkunun kökeni, psikolojik nedenleri, sosyolojik nedenleri gibi hususlar kısa bir araştırma sonucunda öğrenilebilir. Burada önemli olan korkunun “varlığı”dır. O yüzden korkan, korku ve korkulan arasındaki ilişkiyle korkunun işlevselliği ortaya çıkar. Bu işlevsellik korkunun nesnesinin bizzat kişinin kendisi olduğu bilinciyle anlam kazanır. Tam da bu anda korkuyu kullanıma hazır hâle getiren ümit devreye girer. Yani korkunun nesnesi kişinin kendisi olmadığı durumda ümit varlık kazanamaz, çünkü ümit gelecekte gerçekleşecek iyi ve güzel bir şey içindir, bu da ancak kişinin kendisi tarafından beslenebilecek bir duygudur.

Şu hâlde korkulan “şey” ile “ümidin yöneldiği kudret” arasındaki ilişki bir bağlantı gerektirir. Kişi asıl ve öncelikli olarak her şeyin sahibi olan Allah’tan (c.c.) korktuğunda bu bağlantı sağlanmış olur ve tüm korkular yönlendirici bir role girer. Ümit korkularla birlikte, korkuların karşısına dikilir. Bu tıpkı sadece Padişah’tan korkan ve başka hiç kimseden korkmayan adamın durumu gibidir. Padişah adamın bu samimi korkusu nedeniyle onu himayesine alır. Fiziki gerçeklik Padişah’ın yönetimindedir, dolayısıyla adam Padişah’ın kudretini arkasına aldığı için hiç kimseden korkmasına gerek kalmayacaktır. Adam aynı zamanda Allah’tan korkan biri olduğunda fiziki olmayan yani metafizik gerçekliğin de yöneticisi olan Allah’tan korktuğunda bütün bilinmeyenler de bütün belirsizlikler de adam için korku nedeni olmaktan çıkacaktır. Çünkü adam Allah’ın kudretine sığınmıştır. İşte her türlü korkunun karşısına dikilen kudret ümittir. Efendimiz (s.a.s.) bu kudrete atfen şöyle buyurmuştur: "Allah Teâla Hazretleri diyor ki: ’Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. O, beni andıkça ben onunla beraberim. O, beni içinden anarsa ben de onu içimden anarım. O, beni bir cemaat içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir cemaat içinde anarım. O, şayet bana bir karış yaklaşacak olursa, ben ona bir zira yaklaşırım. Eğer o, bana bir zira yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak giderim.’" (Buharî, Tevhid 15; Müslim, Zikir, 2)

Ali Necip Erdoğan.

RADYO  FANİDUNYA FM.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

 


* BENZER KONULAR

Dualarımız Neden Kabul Olmuyor Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 08:10:43 ÖÖ]


Birlikte Hizmet Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:59:59 ÖÖ]


Gizli Halleri Açık Hallerinden Daha Hayırlı Adamlara İhtiyacımız Var Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:40:31 ÖÖ]


Mücahitler Kazandığınızı Kaybetmeyiniz Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:32:32 ÖÖ]


İnsanlardan Övgü Beklemek Ateşle Oynamak Gibidir Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:24:29 ÖÖ]


Zamanın Kıymetini Bilmek Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:17:13 ÖÖ]


Allah’ı Ne Kadar Seviyoruz Gönderen: anadolu
[Dün, 08:40:07 ÖS]


Böyle Sevdik Gönderen: anadolu
[Dün, 08:35:30 ÖS]


Dostluk Üzerine Gönderen: anadolu
[Dün, 08:27:16 ÖS]


Sevmek-Sevilmek Gönderen: anadolu
[Dün, 08:21:12 ÖS]


Sermayemiz takvamız olsun Gönderen: anadolu
[Dün, 08:14:00 ÖS]


Bize De Dua Yâ Rasulallah (S.A.V) Gönderen: anadolu
[Dün, 08:09:36 ÖS]


Çoban Deyip Geçmeyelim 2 Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 08:04:55 ÖÖ]


Çoban Deyip Geçmeyelim 1 Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 07:57:14 ÖÖ]


Yabancılaşmadan Değişmek ve Gelişmek Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 07:44:43 ÖÖ]


Suriye Olaylarının Perde Arkasında Neler Var 8 Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 07:34:29 ÖÖ]


O insanı Yetiştiremezsek 1 Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 07:25:16 ÖÖ]


Mutluluğun Sırrı Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 07:12:56 ÖÖ]


Murada Ermek İçin Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 07:07:00 ÖÖ]


Bize Kalana Bakın Siz Gönderen: gurbetciyim
[Aralık 21, 2024, 06:02:09 ÖS]