Dava Sorumluluğu
“Ey iman edenler, Allah’ın yardımcıları olun. Nasıl ki İsa Havariler’e ‘Allah yolunda bana yardım edecek kim var?’ diye sormuş, Havariler de ‘Allah’ın yardımcıları biziz’ demişlerdi.” (Saff, 61/14.)
Herkesin peşine düştüğü, kendisince yücelttiği bir gayesi vardır. Kiminin gayesi nefistir, benliktir. Bunlar, şahsi çıkarlarının ötesine geçemeyen, kendilerini aşamayan insanlardır. Ömürlerini nefsani arzular peşinde, bencil tutkular uğrunda tüketirler.
Bazıları da vardır ki görünürde bir dava adamıdır ve bu uğurda birtakım zorluklara da katlanır. Ama bütün hesabı kendi menfaatidir. Dışarıdan bakanlar haktan yana gayret ettiğini zanneder. Oysa uğraşılarının tek amacı şahsi ikbalidir. İnsanlığın barış ve esenliği adına yüce bir ideali yoktur.
Gerçek dava sahiplerine gelince, bunlar yüce ruhlu kimselerdir. Onların gayeleri sonsuzluğa yöneliktir. Küçük hesapların değil, ölüm sonrasına uzanan arzuların peşindedirler. Hak ve adalet aşkıyla doludurlar. Para-pul, makam-mevki kaygıları yoktur. Bu kimseler kendileri için değil, millet için, insanlık için yaşarlar.
Bunlar, davalarında samimiyetin zirvesinde olanlardır. Yeri gelince bu uğurda canlarını feda etmekten hiç de kaçınmazlar. Bedir’de şehadeti arzulayanlarla, İstanbul’un fethinde şehit olma sırası bekleyenler, bu fedailerin sadece bazılarıdır.
Gerçek dava sahipleri, insanların sevinciyle sevinir, üzüntüsüyle üzülürler. Onlar, toplumsal vicdanın temsilcileridir. Milletleri için fedakârlık yaptıkça, hayatın anlamlı olduğuna inanırlar. İnsanlığa karşı kendilerini sorumlu hissederler. ‘Bana ne’ deyip geçip gitmezler. Zulümler onların vicdanlarını sızlatır. İnsanların günahlara dalması uykularını kaçırır, yedikleri lokmaları yutamaz olurlar.
İstiklal Marşı şairimiz, bu soylu insanlardan sadece biridir. O, bu konudaki hissiyatını şöyle dile getirir: Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? / Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum! / Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim, / Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim! / Adam aldırmada geç git! diyemem aldırırım. / Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Dinler, dava sahibi insanların omuzlarında yücelirler. Bir din, hakikat da olsa, şayet fedakâr mensupları yoksa öksüz demektir. Çünkü kuvvet ve enerjisini, atılım gücünü kaybetmiştir. Her Müslüman bu anlamda görevlidir. Ancak bir de bu dini temsil etme makamında olanlar vardır ki onların asli görevleri budur. Onlar, daima hakikat peşinde olmalı ve onu yüceltmelidirler. Zira insanlar, dinî inanç ve yaşantılarında onları önlerinde görmek isterler. Şayet onlar, bu dava ruhunu kaybetmiş iseler, İslam ve Müslümanlar adına bu oldukça üzücü bir durumdur.
Kur’an, insanı bencillikten diğer insanlarla yardımlaşmaya, kısır davalardan yüce bir mefkûreye bağlanmaya çağırır. Yine Kur’an, davası kendi ismini yüceltmek olanlarla davası Allah’ın (c.c.) ismini yüceltmek olanları birbirinden ayırır. Kurtuluşa erenlerin, kendi nefsani arzuları için değil, yüksek insani idealler için yaşayanlar olduğunu anlatır.
İlk insandan günümüze değin tevhit davasının bizlere ulaşması, fedakâr insanlar sayesinde olmuştur. Onlar, bir beklenti içerisine girmeden mücadele etmişlerdir. Çünkü nebevî ahlakı örnek alıyorlardı. Nitekim Nuh (a.s.) bunu şu şekilde dile getirir: “Ey halkım! Ben bütün bu öğüt ve nasihatlerim için sizden herhangi bir ücret, bir mükâfat beklemiyorum. Kaldı ki benim mükâfatımı siz değil ancak Allah verebilir.” (Hud, 11/29.)
Dava sahibi bu insanlar, küçük hesapların peşinde olmamışlardır. Onlar daima himmetlerini âli tutmuşlardır. Hayal ve arzuları ahirete yönelik olmuştur. Eğer onların gayretleri olmasaydı, İslam bayrağının kıtalar ötesine, asırlar sonrasına ulaşması mümkün olmazdı. Bu uğurda onlar, evlerini barklarını, yerlerini yurtlarını terk etmişler, tevhit meşalesinin insanlara ulaşmasını yegâne gaye edinmişlerdi.
Dava sahibi olmanın ne demek olduğunu gerçek manada peygamberler bizlere öğretmişlerdir. Hz. Nuh’un mücadelesi, Allah’ın (c.c.) dinine hizmet eden bütün davetçiler için unutulmayacak bir örnektir. O’nun yılmaz mücadelesine ilgili surenin girişinde genişçe yer verilir. Burada geçen yakarışlarından biri şudur: “Ey rabbim! Ben gece gündüz demeden halkımı imana davet ettim.” (Nuh, 71/5.)
Nuh (a.s.), ‘din işte böyle tebliğ edilir’ dercesine olağan üstü bir gayret göstermiştir. (Nuh, 71/2-10.) Onun bu kutlu mücadelesi, bizler için hep bir ilham kaynağı olmuştur. Dava sorumluluğunun unutulduğu, heyecanların kaybedildiği günümüzde Hz. Nuh’un ruhuyla kuşanmaya ne kadar da ihtiyacımız vardır.
Yine Kur’an, Hz. İsa’nın Havarilerini bizlere anlatır. Onların hayatı, bu dine hizmet etmenin çağlar üstü örnekliğini oluşturur. İsa Peygamber, tebliğ ettiği dine yardımcı olmaya çağırmıştı onları. Havariler de ‘ensarullah’ yani ‘Allah’ın yardımcıları’ olmayı kabul etmişlerdi. (Saff, 61/14.)
Havarilerin yardımına Allah’ın (c.c.) ihtiyacı mı vardı ki? Hâşâ! Ancak ilgili ayette ifade ‘ensaruddin’ yani ‘dinin yardımcıları’ değil de bu şekilde geçer. Dolayısıyla Allah (c.c.), bu kimseleri âdeta kendisine yardımcı olarak kabul etmektedir. Şu hâlde bu, davetçinin Allah’a (c.c.) olan yakınlığına ve şerefine işaret eder. Yine burada Allah’a olan aidiyetten, bir manada ‘Allah’ın adamı’ olmaktan bahsedilmektedir. Her hâlde bu da, İslam davetçilerine verilebilecek en büyük müjdelerden biridir.
Ayet, her dönemdeki İslam davetçilerini bu kutlu topluluğu örnek almaya davet eder. Allah’ın yardımcısı olanlar elbette ki O’nun yardımına da mazhar olurlar. Nitekim buna da bir başka ayet vesilesiyle işaret edilir. (Mü’min, 40/51.)
Dava sorumluluğu konusunda bizim Hz. Peygamber’den de alacağımız çok şey vardır. Onun bu konudaki hassasiyetini peygamberliğine bağlayıp işin içinden çıkmaya çalışmamız hiç de doğru değildir. Çünkü o, örnek alınsın diye insanlara gönderilmiştir. Dava ahlakı konusunda onun hayatı bizlere eşsiz bir örnek sunmaktadır.
Nitekim Şuara suresi 3’de müşriklerin inanmamaları sebebiyle, Allah Rasulü’nün aşırı bir şekilde üzüldüğü belirtilmektedir. Burada geçen “bâhiu’n-nefs”, tabiri “nefsini öldüren” manasında kullanılmaktadır. İfade, muhatapların inkârda ısrar etmelerinin, Hz. Peygamberi ne denli bir kedere boğduğunu açıkça göstermektedir.
Allah Rasulü, insanların imana gelmemelerinden kendisini sorumlu tutuyor bir nevi suçluluk psikolojisi yaşıyordu. Çünkü o, ilahî buyruklara teslim olmamanın doğuracağı feci akıbeti görüyordu. İnsanların ahiretteki hâllerini düşündükçe göğsü daralıyor, neredeyse kendini yiyip bitirecek hale geliyordu. Yazımızın sonunda bizler sadece şunu niyaz ediyoruz: ‘Ya Rabbi bizlere de bu duyarlılıktan nasip eyle’.