Eleştiri Kültürümüze Ne Oldu
Din ve dini değerler tarih boyunca belki de hiç bu kadar görünürde ve gündemde olmamıştı. Ancak topluma hayat veren bu değerlerin bu denli gösterişe feda edildiği, hatta örselendiği bir dönem de hemen hemen yok gibidir.
Öte yandan görüldüğü kadarıyla hemen her kes iyiye, güzele, hakka ve adalete ulaşmaktan söz etmekte. Lakin ıskalanan ya da ihmal edilen konu; hep başkalarına söyleyip de kendimizi unutmamızdır. Bu durumda yapmamız gereken birbirimizi uyarmak; iyilikleri hatırlatıp kötülüklerden sakındırmak değil midir?
“Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. Doğru olanı emreder, eğri olandan alıkoyarsınız…” (Al-i İmran,3/110)
Dini hayatımız olması gerektiği gibi mi?
Din denilince çoğunlukla aklımıza namaz ve oruç gibi ibadetler gelir. Zekât ve Hac ibadetleri zenginleri ilgilendirdiğine göre din adına üzerimize vazife olarak geriye; ramazan ve kurban bayramlarında fakirleri hatırlamak kalır. Hayatı ‘Sırat-ı Müstakim üzere’ sürdürmek ise; nasıl olsa ahirette ‘Sırat Köprüsü’ olarak karşımıza çıkacağına inanılır… Hal böyle olunca da dinin sosyal, siyasal ve ekonomik yönü tamamen hayatımızdan çıkarılmış, “Ey iman edenler! İman edin…” (Nisa,4/136) ilahi ihtarı göz ardı edilmiştir.
Oysa Sırat-ı Müstakim köprü değil hayat tarzıdır; İslam’ın bizatihi kendisidir. Her namazın her rekâtında okuduğumuz Fatiha Suresinde; “nimet verilenlerin yolu” diye belirtilir ve özellikle de ‘istememiz’ öğretilir. Sırat-ı Müstakimde olanlar ise şöyle sıralanır: “Kim Allah’a ve Resul’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisa,4/69)
Hz. Peygamber; “ insanlara eziyet veren yolun üzerindeki bir taşı kaldırmanın bile imanın gereği olduğunu” belirtmiştir. Buna göre toplu taşımalardaki davranışlarımızdan komşuluk ilişkilerimize; işçi-işveren ilişkilerinden; yöneten-yönetilen münasebetlerine kadar hayatın bütün alanlarında dinin ölçüleri vardır ve Müslümanlar için bağlayıcıdır.
Günümüzdeki anlayış ve uygulamaya bakıldığında dindarlık artarken ahlaki değerlere bağlılıkta bir artışın olmadığı, aklı kullanma ve bilimsel çalışmaların ise azaldığı, velhasıl insanlığın bitme noktasına geldiği açıkça görülecektir. Öyle ki Mehmet Akif’in, yıllar önce Sofuluk Şiirindeki tasvirleri bugün de geçerlidir;
Sofuluk satıyorsun, elinde boy boy tesbih
Çevrende dalkavuklar; tapınır gibi, la-teşbih!
Sarık cübbe ve şalvar; hepsi istismar, riya
Şekil yönünden sanki Ömer’in devri, güya!
Herkes namaz oruçta; hepsi sözünü dinler
Zikir Kur’an sesinden, yerler ve gökler inler!
Ha bu din, iman, takva; inan ki hepsi yalan
Sen onları kendine taptırırsın vesselam!
Derdin davan sadece, hep nefsi saltanatın
Şimdilik putu sensin, tapılan menfaatin!
Hey kukla kafalı adam, dinle sözümü tut
Bunların dilinde hak; ama kalbi dolu put!
Peki, “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!” diyerek yanlışlara kim ses çıkaracak, hakikati kim haykıracak? Birbirimizi uyarmak, doğruları hatırlatmak ve yanlışlardan alıkoymak için daha ne kadar beklenecek?
Bilinmelidir ki; çıkarlarının zedeleneceği kaygısıyla toplumsal ya da siyasal konumları gereği ‘uyarıcılık’ görevlerini yapmayanlar, ‘siyaseten susmaları’ sebebiyle topluma en büyük kötülüğü yapmış olurlar.
Nasıl Bir Eleştiri?
İnsanlar çoğunlukla hata ve kusurlarının eleştirilmesinden rahatsız olurlar. Bazı insanlar kendilerine yapılan eleştiriyi sorgulayıp değerlendirirken bir kısmı da eleştiriyi kendilerine yapılmış bir saldırı olarak kabul edebilir. Burada kullanılan üslup ve dil son derece önemlidir. Önce kendimizi sonra başkalarını eleştirmek de ayrıca önemlidir. Zira özeleştirisi olmayanın, eleştirisi dikkate alınmaz.
Bilinmelidir ki, kişiyi üzmemek ya da onunla ilişkilerinin bozulacağı endişesiyle hatalarını söylemekten çekinmek var olan sıkıntıları gidermeyeceği gibi problemin daha da büyümesine yol açacaktır. Hatta sıkıntıların sıradanlaşıp normal hale gelmesi kaçınılmaz olacaktır. Çünkü inandıkları gibi yaşamayan insanlar, zamanla yaşadıklarına inanmaya başlarlar. Bu yüzden gereken yerde gerekli eleştiri mutlaka yapılmalıdır.
Zengin bir eleştiri kültürüne sahip olan Müslümanların günümüzdeki durumu anlaşılır gibi değildir. Zira cemaat, cemiyet ve bütün bir İslam toplumunun eleştiriye soğuk baktığı, hatta eleştiri ve sorgulanmadan çekindiği bilinen bir gerçektir. Bu yüzden de her söyleneni kabul eden, fikir üretmeyen ve ne yazık ki sorunlarına sağlıklı çözüm üretemeyen bir toplum haline gelmiştir.
Eleştirinin, kardeşlik hukuku temelinde bir hak ve sorumluluk olduğu unutulmamalıdır. Şunu da belirtmeliyiz ki Müslüman; her konuda olduğu gibi eleştiri konusunda da Kur’an’ın metodunu uygulamalıdır: Muhataplarını eleştirirken öncelikle ıslah ve inşa dilini kullanan Kur’an; kendinden önceki geleneği tamamen yok saymaz, eleme yapmak suretiyle doğruları alır yanlışları atar.
Güçlü birliktelik için günümüzde yapmamız gereken de tüm bilgi ve birikimlerimizi süpürüp atmak değil; kırıp dökmeden, daha kuşatıcı, muhatabımızı kazanacağımız, adalet ve merhamet dilini tercih etmek olmalıdır. “Yalnızca paylaşılmayan acılar bizi yıkabilir” der Cemil Meriç. Bu bağlamdan hareketle denilebilir ki; hangi konumda olursa olsun yanlışı eleştirmeyen, sorgulamayan ve buna ihtiyaç duymayan hiç bir Müslüman düşünülemez. Zira sorumluluk sahibi kimseler de ahiret gününün olduğunu ve her Müslüman gibi elbette hesaba çekileceklerini bilmektedirler.
Hakikati ihtar etmek durumunda olanların; Herkesin hesaba çekilmeden evvel kardeşinin ihtarına, uyarısına ihtiyacı olduğunu bilmelidir. Doğruyu işaret edecek sesler kısılırsa hangimiz kendi yanlışlarını düzeltme imkânı bulabilir ki?