Dünyevileşme Karşısında İnsan
Modern insanın temel problemi modernizmin ürünü olan yaşam biçiminin onu esir almasıdır. Adına “refah toplumu” dediğimiz ve insanın maddi tatminine yönelik modernizmin ona gerçekten refahı sağlayıp sağlamadığı bugün bir kesim Batı insanının sorgulamasına muhatap olmuştur.
Kızıl Haç örgütünde hemşire olarak çalışan ve birçok ülkeyi gezen bir batılının sözlerini unutamıyorum. Çünkü modernizmin insanın özüne uygun bir şekilde gerçekleşmediğini anlatıyordu sözleri. Şöyle diyordu bu Batılı: “Gezdiğim birçok ülkede çok önemli bir tespitim oldu. Hayatın daha sade, daha basit olduğu yerlerde insanların daha mutlu olduklarını, refah seviyesi yüksek yerlerde de daha mutsuz ve iç huzurundan yoksun olduklarını gördüm.”
Onun bu sözleri Erich Fromm’un refah toplumunu sorgulamasının belki de somut bir örneği. Refah kelimesinin “bolluk” anlamına geldiğini vurgulayan Fromm, bolluğun her zaman olumlu anlam taşımadığını savunur. Mesela hasadı bol olan bir çiftçi için “bolluk” olumlu bir anlam taşırken, Nil nehrini taşıracak kadar bol yağan yağmur olumsuz anlam taşır. Maddi bolluk anlamında refah yaşayan Batı toplumunun içinde bulunduğu durumun bu açıdan değerlendirilmesi gerektiğini söyler Erich Fromm.
Sahip olma hastalığı…
Modernizmle eş anlamlı kullanılan bu “refah” anlayışı insanları hangi noktaya getirdi? Tabii ki, televizyonu ya da müzik seti olmayan insanlar normal görülmemeye başlandı. Tüketici olmayı bir onurlu hâl görür oldu modern insan. Bu yaşama biçimi insanların fizik ötesi dünyaya ait tasavvurlarını bile değiştirdi. Artık modern toplumun insanı, cenneti her şeyin bulunduğu, kredi kartlarını limitsiz kullanabileceği ve hatta sadece her istediğini değil, komşusundan biraz daha fazlasını alabileceği devasa bir süpermarket olarak hayal etmekte. Artık insan kendi değerini sahip olduğu şeylerle ölçmekte. Ona göre kendisinin ne olduğu değil, neye sahip olduğu önemli.
Modernizmi doğuran endüstriyel süreç, insanların “sahip olma” duygusunu geliştirdi. Hatta yeteri kadarını değil, daha fazlasını elde etme duygusudur bu. Ama insanca yaşamanın ve mutlu olmanın temel ilkesi “sahip olma” değil, insanın “kendisi olması”dır. Batı insanının manevi bunalımının temelinde bu önemli ayrımın yattığını, insanın kendi varlığını anlamlandırması için âlemin kozmik yapısında kendisine bir yer biçmesi ve maneviyatın göz ardı edilmemesi gerektiğini belirten psikolog ve psikoterapistlerin sayısı belki de postmodern bir söylem içinde artmaktadır. Onlara göre depresyonların, iç sıkıntılarının temelinde bu gerçek yatar.
Bugün Batı modernizminin çocuklarının bir kısmı babalarının miraslarını kabul etmeyerek, kimlik arayışına girmişler, kendilerini katı bir akılcılığa kilitleyen dünya görüşüne isyan etmişlerdir. İnsanlar artık modern dünyanın getirdiği bunalımın stresinden kurtulmak istiyorlar. Çağdaş psikiyatri veya psikoterapiye alternatif arıyorlar.
Birey hızla toplumdan uzaklaşıyor
Modern insan kendisinden uzaklaşmakta, tabiatla kendisi arasındaki bağı, diğer insanlarla insani ilişkilerini gerçekleştirecek ortamı kaybetmektedir. Bilim ve teknolojinin gelişmesi ile modern dünyanın en önemli özelliği hâline gelen “bireycilik” kişiyi toplumdan soyutlanmış bir varlık hâline getirmiştir. Kişi toplumun ortasında yaşar, tamamıyla ona bağımlıdır, ama onun ne işe yaradığını anlayamaz.
Seyyid Hüseyin Nasr bugün Batı’nın modern kentlerinde yaşayan hemen herkesin bir şeylerin eksik olduğunu sezinlediğini, bunun da tabiatı mümkün olduğunca saf dışı eden yapay bir çevreden kaynaklandığını belirtir. Nasr’a göre modern insan tabiata birlikte yaşayacağı bir varlık olarak değil, kendisinden mümkün olduğunca yararlanılacak bir nesne gözüyle bakmıştır. Bunu doğuran motivasyon da şüphesiz insanın sahip olma duygusudur. Nasr insanın var oluşunun tabiatla ilgili bu hayati boyutunu kaybetmesi ile ortaya çıkan boşluğun kimi zaman şiddet, kimi zaman umutsuzluk şeklinde tezahür ettiğini belirtir.
Batı’yı baz alarak bir değerlendirmede bulunursak, 18. yüzyılda endüstrileşme ile başlayan ve şehirde yaşamayı gerektiren modernizm, kültürel sistemin de değişmesine, geleneksel değer ve inançların zedelenmesine yol açtı. Kültürel değişim ekonomik büyümenin kaçınılmaz bir sonucuydu. Bu süreçte Hristiyanlığın başarısız olması hâlinde insanlar ahlaki değerlerini kaybedeceklerdi, çünkü ahlak standartlarının kaynağı Hristiyanlık’tı. Nihayet Hristiyanlık başarısız oldu ve Bryan Wilson gibi din sosyologlarının da belirttiği üzere dinin tesis ettiği ahlaki kontrol, sekülerleşme neticesinde yerini mekanik ve bürokratik araçlara bıraktı. Kilise artık insanların işi olduğu zaman gittikleri bir “postane” gibi algılanmaya başlandı. Günlük hayatta modern aletlerin kullanımı insanlar arası ilişkileri asgari düzeye indirdi. Tabii bu da insanın yapısına aykırıydı. Bu gerçeğin güzel bir ifadesini Batılı bir Müslümanın şu sözlerinde buldum: “İslam dünyasında insanlarla, mesela camide yan yana namaz kıldığınız kimse ile fiziksel bir temasınız söz konusudur; yanınızdaki kimseye dokunursunuz. Birisiyle buluştuğunuz zaman el sıkışırsınız.
Fakat Batı toplumunda kız arkadaş vb. dışında insanlarla fiziksel temasınız yoktur. Sanırım Batı toplumu insan bağını kaybetti. Dinin toplumda bu anlamda yeri yok. Din, artık sadece pazar günleri yaptığınız bir şeyden ibaret.”
Bu Batılının sözleri bugün Müslümanların belki de farkına varmadıkları bir nimete sahip olduklarını ortaya koyuyor. İnsanın sosyal bir varlık olduğunu vurgulayan çok önemli bir özellik bu bence. Ama bu özelliği modernizmle birlikte yavaş yavaş kaybettiğimizi hem kendimde hem de başkalarını gözlemimde şahsen artık iyice fark ediyorum. Modernizmin aletlerine esir olmuş gibiyiz. Onlar bizim için bir araç olmaktan ziyade hayatın kendisi olma yolunda hızla yol alıyorlar. Günlük hayatımızın telaşı modern hayat biçimiyle azalacak yerde gitgide artıyor. Kilometrelerce uzakta olan bir arkadaşımdan sayfalarca dolusu bir mektup almayı bazen o kadar arzuluyorum ki. Ama telefon veya internet buna izin vermiyor. Kendisiyle işyerinde aynı odayı paylaştığım oda arkadaşım bir taraftan cep bilgisayarındaki telefon ve adresleri gözden geçirirken diğer taraftan çok uzaklardaki bir arkadaşına mektup yazması gerektiğini, ama bir türlü elinin değmediğini son altı aydır sürekli söylüyor. Belki bir on sene önce bu mektup bu kadar gecikmeyecekti. Ama arkadaşım için artık internet birinci haberleşme vasıtası oldu.
Modernizmin çocuğu modernizmin aletlerinin hem sahibi hem de esiridir. Kumanda ile kendisine hükmettiğimizi zannettiğimiz, ama aslında kendisine esir olduğumuz televizyonla ilgili şu hikâye manidardır. Baba ile 5-6 yaşlarındaki oğlu yağmurlu ve rüzgârlı bir havada arabaları ile gezintiye çıkarlar. Bir müddet sonra tekerleri patlar. Bu havada teker değiştirmenin zorluğunu fark eden çocuk, babasına seslenir: “Babacığım, başka bir kanala çevirsek ya!”
Hülasa, modernizmin Batı’da insanları bazı doğal özelliklerinden uzaklaştırdığı hususunda şüphe yok. Ama bizim de Batı’nın yolunda olduğumuz bir başka gerçek. Artık sokakta insanlarla selamlaşmıyoruz; kapı komşumuzun isminin ne olduğu dahi bizi ilgilendirmiyor; sıkıntılarımızı, dertlerimizi paylaşacağımız insanların sayısı giderek azalıyor. Bir ihtiyacımızı gidermek için en yakınlarımıza bile müracaat etmekten çekiniyoruz. Birçoğumuz dertlerimizi başkalarıyla paylaşamamanın sıkıntısını yaşıyoruz.
Modernizmi araç değil hedef olarak görme anlayışını tersine döndüremediğimiz sürece Batı’nın yıllar önce yaşadığı süreci tecrübe edeceğimizden ve neticede Batı’nın bugünkü geldiği noktaya varacağımızdan şahsen benim şüphem yok.