Toplumsal Çürüme
Toplumsal çürüme ile toplumun A’dan Z’ye akide, amel, ahlak ve bütün yaşam biçiminde bozulması, sırat-ı müstakimden sapmasını kastetmekteyiz. Toplumsal çürüme öncelikle fıtrata yapılan bir saldırıdır. Fıtrat bozulunca hiçbir şeyin sağlam kalması mümkün değildir.
Toplumsal çürüme sözüyle mecazen toplumun bozulmasını, hayır yerine şerri, salah yerine fesadı tercih etmesini kastetmekteyiz.
Toplumların bozulması rastgele ve kendiliğinden değil, sosyolojik yasalara göre olmaktadır. Nasıl ki bir cam kavanozun yapılması büyük emekler karşılığındadır, tuz-buz olması ise anlık bir iş ise, ister fert isterse toplum olarak insanın iyiliğe ermesi zorlu bir sürecin karşılığıdır. Bozulması ise son derece kolaydır.
Kur’an’da toplumların helaki bağlamında toplumsal çürümeye dair çok önemli bilgiler verilmekte ve bütün insanlık bu çürümeye ve onun bir sonucu olan helake karşı uyarılmaktadır. Kur’an’da toplumsal çürümeye dair en dikkat çekici açıklama İsra suresinin 16. ayetinde yapılmaktadır. Toplumun bozulması ve helakine dair açıklamalara geçmeden önce evveliyetle şu husus açıklığa kavuşturulmuştur: Hidayete eren kendi lehine ermiştir, dalalete düşen de kendi aleyhine düşmüştür. Hiç kimse bir başkasının günahını yüklenemez, herkes kendi günahından sorumludur. Bu bahsin hülasası şudur: Allah bir nebî göndermedikçe hiç kimseye azap edici değildir. (17/İsra, 15).
Bir topluma bir nebinin gönderilmesi demek, toplumun hakkıyla bilgilendirilmesi, Allah’ın emir ve buyruklarını tebliğ etmesi demektir.
Dinin ne olduğunu bilmeyen insan Din’den sorumlu tutulamaz. Dolayısıyla toplumun çürümesinden şikâyet eden müminlerin, topluma Allah’ın dinini tebliğ etmek için bütün güçleriyle çalışmaları şarttır. Vüs’ati oranında insanlara Allah’ın dinini tebliğ etmeye çalışmayan müminlerin, çürümeden şikayetçi olmaları hak değildir.
Kur’an’ın birçok ayetinde toplumsal çürümenin nedenleri, ifsada götüren yollar, toplumsal çürümenin önüne geçmek için yapılması gerekenler ve çürümesi önlenemeyen toplumların akıbetlerine dair önemli açıklamalar yapılmıştır. Bu cümleden olarak İsra suresinin 16. ayetinde toplumların çürümesi ve bunun neticesi olarak helakine dair toplumsal yasa açıklanmaktadır. Ayette mealen, “Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde, oranın şımarmış elebaşlarına (mütref) emrederiz, onlar orada fısk işlerler böylece o ülke helake müstahak olur. Biz de orayı darmadağın ederiz.” buyrulmaktadır. Ayetin mesajını, kendi halinde seyreden bir toplumu Allah Teala’nın fıska yönlendirdiği şeklinde anlamamak için, lafızcı yaklaşımdan kaçınmak ve hem ayetin bağlamını hem de Kur’an bütünlüğünü göz önüne almak gerekir.
Allah’ın bir toplumun helakini istemesini, bir ülke halkının çürüme derecesinde bozulma neticesinde artık helak olmayı hak etmesi olarak anlamak gerekir. Allah kullarına zulmetmez, kullar kendilerine zulmederler. (10/Yunus, 44). Allah toplumsal yok oluşu hak etmiş halkları helak etmektedir. Allah’ın verdiği sivrisinek temsili nasıl ki insanların bir kısmının imanını artırırken, diğer bir kısmını dalalete düşürmekteyse (2/Bakara, 26), mütref zümresinin fıskı çoğaltması da, Allah’ın ‘emretmesi’ neticesinde gerçekleşmektedir.
İsra suresinin 16. ayeti lafzen, “mürtefine emrettik, onlar da fısk işlediler” buyurmaktadır. Halbuki Allah’ın hiç kimseye fısk yapmayı emretmeyeceği izahtan beridir. Bazı müfessirler “emernâ” (emrettik) fiilini, “onlara iyilik yapmalarını emrederiz, onlar da kötülük yaparlar” diye tefsir etmişlerse de, Zemahşerî’nin haklı olarak itiraz ettiği üzere bu, yanlış bir yorumdur. Çünkü “iyilik yapmayı emrederiz” anlamında bir kelime hazfedilmiş değildir. Zemahşerî’nin dediği üzere geriye sadece mecaz şıkkı kalmaktadır. Burada ‘emretme’ mecazi anlamdadır. Allah Teala topluma (öncelikle toplumun önde gelenlerine) nimetlerini yaydıkça yaymış, verdikçe vermiştir. İnsanlar her türlü imkana sahip olmuşlardır. Bu nimetler ise toplumun şükrünü, tevazuunu artıracağı yerde, kendilerini daha da azgın yapmış, nimet ve imkân bolluğu onları itaatten çıkmaya sevk etmiştir. Allah insanlara fâsıklığı değil, itaati, salih olmayı, takvayı emretmiş, insanlar ise Allah’ın emirlerinin tam aksini işleyerek, Allah’a ve elçisine meydan okumuşlardır. Kalpleri de böylece mühürlenmiştir.
Şu hâlde toplumsal çürümeyi anlatan anahtar kelime, gerçek anlamda toplumsal bozulmaya delalet eden fısktır. Fısk kelimesi sözcük olarak taze meyvenin kabuğundan çıkmasını anlatır. Mecazen kişinin, ilk başta kabul edip teslim olduğu şeriatın sınırından dışarı çıkmasını ifade eder. Fıskın küfürden en belirgin farkı şudur: Kafir şeriata hiç dahil olmamış, baştan karşı olmuş, Allah’ın uluhiyetine ve rububiyetine karşı diklenmiştir. Fâsık ise şeriata girmiş, dini benimsemiş, dinî hükümleri kabul ve ikrar ettikten sonra onların tümünü ya da bir kısmını ihlal etmiştir. Bu sebeple Rağıb el-İsfahanî fıskın küfürden daha kapsamlı olduğu görüşündedir. Fâsıka “günahkâr Müslüman” denemez. Bir insan hem Müslüman hem de fâsık olamaz. Çünkü fâsık Allah’a itaatten çıkmıştır; tıpkı İblisin Rabbinin emrinden çıkması gibi. (18/Kehf, 50). “Fâsıklar iman etmezler” hükmü, Allah’ın, fâsıklar üzerine hak olmuş bir yasasını anlatır. (10/Yunus, 34).
Toplumsal çürüme ile toplumun A’dan Z’ye akide, amel, ahlak ve bütün yaşam biçiminde bozulması, sırat-ı müstakimden sapmasını kastetmekteyiz. Toplumsal çürüme öncelikle fıtrata yapılan bir saldırıdır. Fıtrat bozulunca hiçbir şeyin sağlam kalması mümkün değildir.
Kadın ve çocuk mefhumu, ahlak anlayışı, değerler silsilesi bütünüyle tepetaklak olmakta, toplumu ayakta tutan binlerce yıllık kadim değerler çöpe atılmakta, bütün bir toplum tamamen insanın azdırılmış arzularına teslim edilmektedir. İslam’a olan teslimiyet hevaya teslimiyetle yer değiştirmiştir.
Toplumlar neden fısk işlerler diye sormanın bir anlamı yoktur çünkü insanın nefsi günaha meyyaldir. Allah müjdeci ve uyarıcılar olarak rasullerini göndermiştir fakat kâfirler sırtlarını bâtıla dayayarak, ondan aldıkları güçle
hakkı ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. (18/Kehf, 56). Toplumları azdırıp saptırmada mele ve mütref takımı öncüdür. Mütrefîn kelimesi ‘mütref’in çoğuludur. Teref (mütref) kelimesi bolluk, genişlik, rahatlık demektir. Mütref, toplumun önde gelen, her türlü maddi imkana sahip varlıklı ve nüfuz sahibi kesimidir.
Kur’an’da mütref zümresinden hiç olumlu bahsedilmez. Bunlar, Allah’ın ayetleri kendilerine okunduğunda kibirlenip arkalarını dönen müstağni ve müstekbir kimselerdir. (15/Hicr, 66-67). Nimetler kendilerini alabildiğine şımartmıştır. Edindikleri servetin kendilerine, kendi maharetleri icabı verildiği zannındadırlar. (28/Kasas, 78). Allah’ın bir nebisi ile, tıpkı Allah gibi kendilerinin de diriltme ve öldürme gücüne sahip olduğu tartışmasına girebilmişlerdir. (2/Bakara, 258). Toplumda azgınlığı, haddi aşmayı, sınır tanımamayı, hakkına razı olmamayı, eğlenceyi, fuhşu, zorbalığı vb. işleyenler ve bu hususta topluma öncülük edenler mütref zümresidir. Yani mütref zümresi toplumun öncüleri ve ulu önderleridir. Mütrefîn, güç zehirlenmesiyle başı dönmüş fâsıklar zümresidir.
Kur’an mütref zümresini aynı zamanda şehirlerin “günahkâr büyük adamları” (ekâbira mucrimîhâ: mücrim liderler) olarak tanımlamaktadır. (6/En’am, 123). Toplumsal çürümenin öncüleri olan bu günah liderlerini, çürüyen toplumun ekserisinin onlara yere öğe sığdırılamayacak kadar büyük unvanlar yakıştırmasından tanımak mümkündür. Çürüyen toplumun ekserisi ahirette günahın ve fıskın öncüsü bu reislere ve büyüklere uyduklarını itiraf edeceklerdir. (33/Ahzap, 67). Fâsıkların tanrılaştırdıkları önde gelenler (endad) (2/Bakara, 165) ve Allah’a rağmen rab edinilen haham ve rahipler (9/Tevbe, 31) de mütref zümresinin bir başka ayağını oluşturmaktadır.
Mücrim ekâbir zümrenin fıskları, hile ve tuzakları toplumsal çürümenin hem sebebi hem de sonucudur. Nuh, Âd, Semûd, İbrahim kavimlerinin Allah’a ve elçilerine meydan okuyan kafirce tutumları, Lût kavminin sınır tanımayan ahlaksızlıkları, İsrailoğullarının, sözcüklerin tanımlamakta yetersiz kaldığı nankörlükleri ve son olarak Mekke cahiliyesi toplumsal çürümenin tarihe kazınmış belli başlı örnekleridir. Allah’ın gönderdiği her nebinin karşısına ya bir Nemrut ya bir Firavun ya bir Samirî ya Ebu Cehil dikilmiş, Allah’ın nurunu söndürmek için türlü oyunlar kurmuş, tuzaklar hazırlamışlardır. Bugün yeryüzünde bir nebî ve resul yoksa da, Rasullerin ve nebilerin yürüdüğü sırat-ı mustakîm tümden halî değildir. Kur’an bütün risalet silsilesinin özeti olarak insanları Allah’a davet etmeye devam etmektedir. Nemrut, Firavun, Ebu Cehil ise daha ‘yeşile’ boyanmış olarak sırât-ı mustakîm üzerinde pusu kurmaya devam etmektedirler. Toplumların çürümesi bilhassa —muhafazakâr olarak da adlandırılan— ‘abdestli-namazlı’ zümrelerin eliyle gerçekleşmektedir. Toplumsal çürümenin yasal güvencesi olan mevzuat namaz kılan, Kur’an okuyan başkanların attıkları imzalarla yürürlüğe girmektedir. Bir başka deyimle İslam’a izafe edilen toplumlar Allah’ın indirdikleriyle değil, mütref zümresinin güdümündeki başkanların indirdikleriyle yönetilmektedir. Kur’an yasaklanmışsa da, Resmî Gazete icat edilmiştir. Yeni mütref zümrenin ve güdümlerindeki demokratik yönetimin indirdikleri hükümler marufu değil, fahşa ve münkeri emretmekte; ahlaksızlığı, haramları, Lût kavminin yaşam biçimini güvence altına almaktadır. Mütref zümresi, bize gönderilmiş olan şeyin kafirleri olarak (34/Sebe, 34) toplumu ifsat etmeye devam etmektedir.
Toplumsal çürümeyi açıklayan terimlerden biri de ‘fitne’dir. Müminler, vuku bulduğunda sadece içlerinden zulüm işleyenlere isabet etmekle kalmayıp, Müslüman-kafir demeden herkesi kuşatacak olan bir fitneye karşı uyarılmaktadırlar. (8/Enfal, 25). Fakat fitneden korunabilmek için müminlerin önce kendilerini ihya edecek şeylere çağıran Allah’a ve Rasulüne icabet etmeleri istenmektedir.
Corona gibi salgın hastalıklar, tabiattaki doğal dengeyi bozmaktan kaynaklanan iklim değişiklikleri, teknolojinin getirdiği kimi hastalıklar nasıl dost-düşman demeden herkesi kuşatıyorsa, toplumun kimyasını bozan inançsızlık ve ahlaksızlık salgınları da herkes için tehdittir. Cinsiyet farkını ortadan kaldırmayı ve Lût kavminin yaşam biçimini benimsetmeyi hedefleyen projeler korona gibi salgınla kıyaslanamayacak kadar tehlikeli bir fitne olup, bu fitne olaylarına kim bîgane kalırsa, onu da mutlaka kapsam alanına alacak, pisliğini bulaştıracaktır.
Nuh (as) bu fitneye karşı avazını en fazla yükseltenlerdendir. Onun çığlığını belki birçok insan kavramakta zorluk çekmektedir. Nuh (as) kavmini gece-gündüz, yüksek sesle, açıktan ve gizli şekilde davet ettiğini (72/Nuh, 5-9) Rabbine arz etmekte, artık kendilerinden iyice umudunu kestiği kavmini Allah’a havale etmekteydi. Rabbine, yeryüzünde kafirlerden hiç kimseyi bırakmaması için yakarıyordu çünkü diyordu “Sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar, yalnız ahlaksız kafirler doğururlar.” (72/Nuh, 26-27). Nuh (as)’ın anlatmak istediği şuydu: Allah’a ve Rasulüne meydan okuyan bir toplum, doğan çocuklarını da aynen kendi ideolojileri doğrultusunda yetiştireceklerdir. Dolayısıyla doğan bebekler rüşd çağına geldiklerinde ebeveynlerinin dini üzere olacaklardır. Kısacası Nuh (as)’ın bu duası toplumsal çürümeyi bir başka açıdan izah etmektedir. Bir toplum, onları hayra çağıran, marufu emredip münkerden nehyeden öncüler olmadığı sürece, kendiliğinden İslam’a girmeyecek, cahiliye hayatını terk etmeyecektir.
Toplumsal çürümenin önüne geçebilmek için öncelikle rasullerdeki gibi bir basiret ve tevhid-şirk ayrımını tam kavramış bir bilinç gerekmektedir. Çağını iyi okuyamayan nesiller, herhangi bir çürümenin önüne geçemezler, kendileri zaten çürümenin örneğidirler. Allah öncelikle toplumun kendisini hayır yönünde değiştirmesini istemektedir. Toplumun hayır yönünde değişme iradesi yoksa, Allah o toplumun durumunu değiştirmeyecektir. (13/Ra’d, 11). Bunun zıttı da geçerlidir: Toplum kötülük (çürüme) yönünde kendini değiştirmedikçe Allah onların kötü olmalarını istemez. Fakat Allah’ın azap sözünü hak edenlere de artık azabı durduracak hiç kimse bulunmaz. (13/Ra’d, 11). Bir topluma verdiği nimeti, o toplum değiştirmedikçe Allah nimetini değiştirmemektedir. (8/Enfal, 53).
İslam, müntesiplerini mabedin köşesinde ibadete ve uzlete çağıran bir din değildir.
İslam dinamik, canlı bir dindir. Müminlere Allah yolunda bütün güçlerini ortaya koyarak çalışıp çabalamalarını emreder. Marufu emir münkerden nehiy cihadın bir parçasıdır.
Marufu emredip münkerden nehyetmek en az namaz kadar müminlere farzdır. Bu farzı yerine getiren müminlerin Allah katında mazeretleri vardır. (7/A’raf, 164). Marufu emir münkerden nehiy görevini yapmayıp, bunu Allah’a ısmarlayan müminler, fitnenin kendilerini de kuşatmasına razı olmuşlar demektir.
İfsat olmuş toplumları cezalandırmakta Allah Teala aceleci değildir. (18/Kehf, 58). Eğer Allah sapkınların cezalarını peşinen verseydi, yeryüzünde (cezalandırılacak) hiçbir canlı kalmazdı. (35/Fâtır, 45). Helakin bir takvime bağlı olması, toplumsal yasanın bir parçasıdır.
(18/Kehf, 59; 15/Hicr, 4). Helak olmayı hak etmiş bir ümmet helak vaktini (ecelini) ne öne alabilir ne de erteleyebilir. (7/A’raf, 34; 15/Hicr, 5; 23/Mü’minûn, 43).
Kafirler yeryüzünde ne kadar seyrü sefer etseler de, ibret nazarıyla bakmadıkları için, kendilerinden önceki mütref zümresinin helak edilmiş olmasından ibret almamaktadırlar.
Çünkü bunların bedensel gözleri değil ama göğüslerde bulunan kalpleri körleşmiştir. (22/Hac, 46).
Bizden önce yığınlarca insan, çok sayıda toplum geldi geçti. Bu toplumların pek çoğu Allah’ın gazabı gereği helak oldular.
Cehennemde ebedi azap da onları beklemektedir. Biz de geçmiş toplumların bir parçasıyız; onların tâbi oldukları toplumsal yasalara tâbiyiz. İçinde yaşadığımız toplumla beraber ateş çukuruna yuvarlanmaktan kurtulmamızın tek yolu, gücümüzün yettiği kadar hayra çağırmak, şerre sessiz kalmamaktır. Dünyada huzura, ahirette ebedi felaha kavuşmamız bu çabamıza bağlıdır.
Çürüyen, bozulan topluma her aklı başında mümin kimsenin yapacağı hayırlar vardır. Hayrın başı, çürüme ve yozlaşmaya sessiz kalmamaktır.
Mehmed Durmuş.