Benim Peygamberi 1
Rasûlullah Efendimiz şöyle buyuruyor: “Üç şey vardır ki; bunlar kimde bulunursa o kişi imanın tadını alır: Allah ve Rasûlünü her şeyden çok sevmek, sevdiğini sadece Allah için sevmek ve Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra, tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak kadar korkunç ve tehlikeli görmek’’. Gittikçe dünyevîleştiğimiz ve değerlerimizi kaybetmek üzere olduğumuz şu süreçte bu hadis-i Şerîf’i sık sık aklımıza getirip kendimizi tartmamız gerekiyor. Zira, bu durum bize yeniden kendimizi bulmamıza ve hakiki değerlerimizin farkına varmamıza vesile olacaktır Allah’ın izniyle. Kimin kulu, kimin ümmeti ve kimin torunları olduğumuzu bize hatırlatacaktır.
Hadis-i Şerîf’te ‘Allah ve Rasûlünü herşeyden çok sevmek’ diye buyuruluyor. Hepimiz ‘tabii ki, ne demek, aksi hiç mümkün mü’ gibi ifadeler kullanırız bu ifadeyi duyduğumuzda. Peki değerli kardeşlerim! Bu sevgi nasıl bir şey acaba? Bir lahza durup düşündük mü? Peygamberimizi elbette severiz ama bu sevginin ölçüsü nerede! Aslında biraz durup bunu düşünmemiz gerektiği kanaatindeyim. Hakiki sevgi, sevdiğini kendinden önce bilmeyi gerektirir, sevdiğinle beraber hüzünlenip onunla beraber mutlu olmayı gerektirir, onun derdiyle dertlenmeyi gerektirir, sevdiğine yapılan bir yanlışı kendine yapılmış gibi saymayı gerektirir, her şey bir kenara samimiyetle sırf Allah için hissedilen sevgi tereddütsüz fedakârlık ister. Peki sormak isterim, biz Rasûlullah Efendimiz için ne kadar fedakârlık yaptık/yapıyoruz? Ona olan sevgimizi kendimize ispatlayabiliyor muyuz?
Dilden dile dolaşan bir söz vardır ‘Anam, babam sana feda olsun ya Rasûlallah’. Âmennâ ve saddaknâ, baş göz üstüne. Hiçbir mü’minin bundan zerrece şüphesi olamaz. Telaffuzu çok kolay olan bu cümleyi her yerde ve herkesin dilinde görüyor, duyuyoruz. Hakikatte, işin en kolay kısmı bu. Nasıl ki, imân dil ile ikrâr kalp ile tasdîk ile başlar da ardından ameller ile meyvesini verir ve kendini gösterir. İşte, amel ile kendini göstermeyen imânın eksik kalacağı gibi, aynı şekilde Rasûlullah Efendimizi sevdiğimizi söylemek de, amellere dökülmek ve hayatımızda kendine yer bulmak sûretiyle ispatı mûcibtir. Mü’minler, her inandığı ve söylediği güzellikleri aynı ihlâs ile pratiğe dökebilseydi, o zaman çok daha kuvvetle birbirine kenetlenmiş bir ümmet olurduk. Ancak, henüz bunu -maalesef- başaramadığımız için ümmet olarak zor bir durumdan geçiyoruz ve en kutsal değerlerimize saygısızca bir o kadar da cesurca hakaret edildiği yerde tek yumruk halinde buna karşı duramıyoruz.
Hak-batıl mücâdelesi bağlamında -maalesef- başta Rasûlullah Efendimiz olmak üzere kutsallarımıza hakaret etmeyi kendine şiâr edinmiş ‘hadsizler’ tarih boyu hep var olmuşlardır ve kıyâmete kadar da olacaklardır. Mü’minlerin üzerine düşen de kutsallarını müdafâa etmektir.
Bilemeyiz; olayların tarih boyu hep bu yönde seyretmiş olması, belki de dünyadaki imtihanımızın gereği olarak Rabbimizin bir takdiridir. Bu durumda, ‘boynumuz kıldan ince’ demekten başka bir şey gelmez elimizden. Ancak, ‘boynumuz kıldan ince’ demek, ‘o zaman yapacak bir şey yok’ demek anlamına gelmez. Zaten, yine Rabbimizin takdiri gereği biz de bu gibi durumlar karşısında üzerimize düşeni yapmakla mükellefiz.