İnsanın Yaradılış Gayesi
İnsan, gâye ve amaçları için yaşar. Herhangi bir işe başlarken, hedeflenen bir takım amaçlar yoksa, başarıya ulaşmak güç olur. Çünkü niçin çalışıldığı belli değildir ve ne kadar mesâfe alınması gerektiği de aynı şekilde belirsizdir. İşte bu yüzden, insanı yaşatan, onun yaşamını anlamlı hâle getiren gâyeleridir.
Şu uçsuz-bucaksız kâinattaki her şey, bir gâye için var edilmiştir. Canlı-cansız bütün varlıkların belli işlevleri, görevleri vardır. Bu gerçeği ifade eden âyetlerden biri şöyledir:
“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun olsun diye yarat-madık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmi-yor.”
Allah’ın yarattığı varlıkların en şereflisi ve kıymetlisi ise insandır. Yüce Allah, biz insanları en güzel şekilde yaratmış ve binlerce mahlûkâtı istifademize sunmuş-tur. Emrimize âmâde kıldığı sayısız nîmet vardır. Bu husus, Kur’an-ı Kerîm’de şöyle açıklanır:
“Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O’dur.”
Kendisine bunca nîmet verilen insan, boşuna mı yaratılmıştı? Tabii ki hayır! Onun da yaratılış gâyesi vardır. İnsanın var edilip dünyaya gönderilişi, öylesine bir hâdise değildir. Bu duruma işaret eden âyet-i kerîme şudur:
“Sizi boş yere yarattığımızı ve bize geri döndürülmeyeceğinizi mi sandı-nız?”
İnsan, madem ki boş yere yaratılmadı. Acaba yaratılışındaki hikmet ne idi, niçin yaratılmıştı? Bu sorumuzun cevabını almak için bir diğer âyete kulak verelim:
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”
O halde, dünyadaki hiçbir şey, boşuna değildir. Cinler ve insanların da Allah’a (c.c.) kulluk yapmak, O’nu yegâne yaratıcı bilip sadece O’na ibadet etmek gibi çok önemli bir ödevleri vardır.
Kâinatta bulunan herşeyin bir yaratılma amacının olduğunu bildiren Cenab-ı Hak, insanın dünyada oluşunun sebebini ve gâyesini ise şu şekilde açıklamıştır:
“Hanginizin daha güzel amel sahibi olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.”
Nasıl ki bir baba evlâdını, bir ana çocuğunu, hattâ bir hayvan dahi yavrusunu başıboş bırakmıyorsa, insana bunca lûtuf ve ihsanda bulunan, onu yoktan var eden Allah da (c.c.) kulunu başıboş bırakmamıştır. Onun hem dünyada hem de âhirette mutlu ve huzurlu olmasını diler. Onun için bizler, Allah’ın kulları olarak sorumluluğumuzu ve sahip olduğumuz şeylerden bir gün hesaba çekileceğimizi düşünerek hazırlıklı olmalıyız. İnsanın sorumsuz olmaması gerektiğini ifade eden âyetlerden biri şöyledir:
“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder.”
Âyetten de anlaşılacağı üzere, dünyadaki canlılar içinde vazîfe ve sorumluluk taşıyan varlık, insandır. Esâsen, insan hayatını anlamlı kılan, ona değer katan temel özellik, insanın bir vazîfe ve sorumluluk varlığı oluşudur. Bu sebeple, görevlerini ihmal eden ve sorumsuz bir hayat yaşayan insanlar, gerçek anlamda insanlık değerlerini yitirmiş olurlar.
İnsanın yapması lâzım gelen vazîfelerin ilki, tabii ki Allah’a kulluktur. Ondan sonra da diğer insanlara yani topluma karşı yapılması gerekli görevler gelir. Bir kısım insanlar, dünya hayatında insanlığın gereği olan ödevlerini ihmal etmiş ve bunların sorumluluğundan kurtulmuş olabi-lirler. Ancak, birçok âyet açıkça gösteriyor ki, ilâhî sorumluluktan kurtulmak ve Allah’ın huzurunda hesap vermekten kaçmak, hiç kimse için mümkün değildir. Bunun aksini düşünmek, ahlâk nizâmını ve bu nizâmın temeli olan mutlak adaleti inkâr etmek sonucuna götürür.
Yeryüzündeki konumu diğer yarattıklardan farklı olan insanoğlu, yaratılış biçimi açısından da apayrıdır, özeldir. “Tîn” sûresindeki bir âyet-i kerîmede konu ile ilgili olarak şöyle buyurulur:
“Andolsun, Biz insanı en güzel şekilde yarattık.”
Kâinatta mevcut canlılar içerisinde, bilinen varlıklar arasında vücut yapısı bakımından insandan daha mükemmeli olmadığı söylenir. Buna ilâve olarak ona bir de akıl verilmiştir. Değeri bu kadar büyük olan insanoğlu, yaratılışının gereği olan davranışları sergilemez ise şeref ve haysiyetini kaybetmiş olarak büyük bir düşüş gösterecektir. Bunun cezası da o nisbette fazla olacaktır. Böyle bir kimse, Allah’ın (c.c.) şu hitâbına muhatab olmakla karşı karşıyadır:
“Sonra onu aşağıların aşağısına gönderdik (cehenneme attık).”
İnsan düşünecek, durumunu idrak edecek ve kendi kendisine soracak:
-Ben neyim, kimim? Nereden geldim ve nereye gidiyorum? Son olarak nereye gideceğim? Bu uçsuz-bucaksız âlem, bunca yaratık ne demek oluyor ve bütün bunlar niçin insanoğlunun emrine verilmiştir? İşte bunun adı tefekkürdür.
Yoktan var edilen insan, nereden geldiğini, niçin dünyada bulunduğunu, nereye ve nasıl gideceğini düşünmeli ve böylelikle hayatın anlamını kavramaya çalışmalıdır. Bu sorular ve bulduğu cevaplar, onu aslına ve özüne, yani kimliğine kavuştura-caktır. Zihinleri meşgul eden, gönüllere taht kuran fânî dünyanın geçici zevk ve safâsının değersiz olduğu, ancak hak ve hakîkat uğruna çalışmanın fayda vereceği gerçeklerini de hatırlamış olacaktır. Akıl sahibi bir insan, bu düşüncesi netîcesinde şu hakîkatleri kolaylıkla farkedecektir:
-Evet! Her mahlûkun bir görevi vardır ve hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır. İşte güneş ve işte şu koskoca dağlar...
Herşeyin ayrı bir fonksiyonu vardır.
Bütün bunları düşünen insanoğlu, sonra kendisine döner, vücut yapısını, ondaki inceliği, zerâfeti ve akıllara durgunluk veren maddî – mânevî hallerini idrak eder. Yine, hiçbir şeyin kendiliğinden var olamayacağını bilen bir insan, kâinatın yaratıcısını ve var edilen şeylerin ustasını düşünür. Rabbini bulur, O’nun Kitabı’ndaki bir âyet-i kerîmeyle baştan beri kendisine sorduğu suallerin cevabını kesin bir şekilde netîceye kavuşturur:
“Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz.”
Tekvîr sûresinde Cenab-ı Hak, insana şu soruyu yöneltir:
“Nereye gidiyorsunuz?” Bunun manâsı şudur: Niçin Rabbinizin yolundan gitmiyorsunuz?
Gidişâtınıza dikkat edin! Bir gün huzuruma gelecek ve yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz.
Rabbimiz bizlere gerçekten büyük lûtuflarda bulunmuştur. Sahip olduğumuz şeylerin kıymetini bilip O’na daima şükür hali içerisinde olmalıyız. Zîra şükür, nîmeti arıtırır, nîmetlerin devamlılığını sağlar. İşte bu manâdaki âyetlerden bazıla-rı:
“O, size istediğiniz herşeyi verendir. Şâyet Allah’ın nîmetlerini sayacak olsanız, onları sayamazsınız. Buna rağmen insan, nefsine karşı çok zalim ve nankördür.”
“Yeryüzünde bulunan her canlı, yok olacak, ancak azâmet ve ikram sahibi Rabbi’nin zâtı bâkî kalacaktır. Öyleyken Rabbinizin hangi nîmetlerini yalanlayabilirsiniz.”
“(Ey insanlar ve cinler!) Hesabınızı görmek için yakında size geleceğiz.”
Madem ki insan da diğer varlıklar gibi ölümlü. O halde dünya hayatını, Rabbi-nin kendisinden istediği gibi değerlendirmeli. Bir gün yaptıklarının hesabını vereceğini hissederek yaratılış gâyesine uygun yaşamalı.
Unutmayalım ki, Rabbi-mize kullukta dâimî olduğumuz sürece yaratılışımızın gâyesini idrak etmiş olaca-ğız. Allah’a kulluğun, ibadetin hayat boyu sürmesi gerektiğini belirten Kur’an âyeti şudur:
“Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!”
Yaratılışımızın gâyesi olan ibadet, kelime olarak; boyun eğmek, itaat etmek, kullukta bulunmak anlamlarına gelir.
Terim olarak ise, en geniş anlamıyla; yaratılışın gereği olarak yerine getiril-mesi lâzım gelen, Kur’an ve Sünnet’te ifadesini bulan her türlü davranıştır.
İbadet, hayatın anlamı ve inancın meyvesidir. Nîmetlerin şükrü, Allah (c.c.) huzurunda âcizliğin ifadesidir. İbadet, kulun Rabbi ile olan diyaloğu, Onunla buluşmasıdır. İbadet, Allah’a (c.c.) kul olmak, O’na kul olmanın şuurunda olabilmektir. Kimi zaman bir duadır, kimi zaman Allah’ı (c.c.) hatırlamaktır ibadet.
Kullar olarak, hayatımız boyunca bir imtihan sürecinden geçmekteyiz. Bunu ifade eden pek çok âyet vardır. Bu âyetlerden biri şöyledir:
“Andolsun, sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan ederiz.”
Ömür ne kadar uzun olursa olsun, insan hangi imkânlarla ve ne kadar çok yaşarsa yaşasın, vazîfe, yetki ve sorumluluğu ne ölçüde büyük olursa olsun; bir gün konuşan dillerin susacağına, gören gözlerin görmez hale geleceğine, her türlü nîmetten uzaklaşılacağına, Cenab-ı Hakk’ın şu buyruğu dikkat çekmektedir:
“Her canlı ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyiliklerle deneyeceğiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.”
Bu âyet, bize sorumsuz yaşamanın mümkün olmayacağını, hayatın iyi ve kötü bir çok imtihanlarla dolu olduğunu anlatıyor.
Sözün burasında şu hususa dikkat çekmeyi uygun buluyoruz: Yaratılış gâyesindeki kulluk ve ibadet anlayışı sadece hacı-hoca, yaşlı-emekli, fakir-yoksul gibi belli zümreler için tahsîs edilmiş değildir. Bakara sûresinin 21. âyetinde:
“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki takva sahibi olasınız” buyrulması, bütün bu farklı anlayışları ortadan kaldırıp hiçbir ayırım yapmadan, sorumluluk taşıyan bütün insanların îman ve ibadetle mükellef olduklarını emretmiş oluyor.
Allah’ın (c.c.) bizlere yaptığı çağrılara vereceğimiz karşılık da şu âyetlerde ifadesini bulmaktadır:
“Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azâbından koru!”
“Ancak Sana ibadet eder, ancak Sen’den yardım dileriz.”
Hepimiz ayrı ayrı meslek gruplarındayız. Gençlerimizin bir kısmı tahsil yapıyor, diğer bir kısmı sanatkâr olarak hayatını sürdürüyor. Diğer insanlarımızın da bir kısmı ya öğretmen veya bir esnaf vs. Her ne iş ve vazîfede olursak olalım, mutlaka bir gâyemiz ve maksadımız, hattâ ideallerimiz olmalıdır. Belirlediğimiz bu maksat ve idealler, bizi hem dünyada hem de âhirette kuşatacak, her iki âlemde de bize faydalı olacak şekilde muazzam bir güçte olmalıdır. O halde böyle bir gâye ancak Hakk’a kulluk ve O’na bağlılık olabilir. Evet; tahsilimiz, çalışmamız ve bütün gayretlerimiz, hep bu gâyeye matuf olmalıdır.
Şair bu anlamda ne güzel söylemiş:
Gâye Hakk’a kulluk olmalı, zîra gerisi boş,
Yoksa ebedî yurda varılır, bomboş ve bir hoş...
Allah’ın (c.c.) bahşettiği bu ömür sermayesi içerisinde şu veya bu şekilde yaşamaktayız. Bu sermaye, sınırlıdır. Bir gün bitecek ve yeniden verilmeyecektir. Onun için, uyanık olmak ve bu sermayeyi akıllıca kullanmak gerekir.
Şu halde; hayat, anlamsız bir varoluş olmadığı gibi ölüm de sonu hiçlik olan bir yok oluş değildir. Aksine hayat, bir hayırlı faaliyetler alanı; ölüm ise bu faali-yetlerin karşılığını bulacağımız ebedî varlık sahasına geçişi sağlayan bir dönüm noktası, Rasûlullah’ın da (s.a.v.) belirtmiş olduğu şekilde bir uyarıcıdır.
Demek ki (Muhterem Kardeşlerim!) insan, şu âlemde bir imtihana tâbî tutul-muştur. Rabbini bulan ve O’na kul olan kurtulmuş, bunun dışındakiler ise mahvolmuştur. Şimdi de yaşamın anlamını anlatan birkaç mısraya kulak verelim:
Yaşamak, Hakk’a kulluktur; özün yanarcasına
Manânın her anında tefekkür; ağlarcasına...
Sonuç olarak diyoruz ki; insanoğlu, Allah’ın yarattığı varlıkların üstün olanı-dır. En güzel biçimde yaratılmıştır. Allah (c.c.) biz insanlara pek çok nîmet vermiş, sayısız mahlûkatı emrimize ve istifâdemize sunmuştur. Bütün bunlara karşılık o, gâyesiz ve mes’uliyetsiz mi olacaktı? Tabii ki hayır!
Cenab-ı Hak, insanı kendisini tanıyıp kullukta bulunması için var ettiğini, bunun için de imtihanın bir gereği olarak dünyaya gönderdiğini ifade ediyor. Yani, insanın yaratılışı, alelâde bir hâdise değildir. Bu dünyadaki yolculukların sonuncusu ve ebedî olanı ise Allah’a (c.c.) kavuşma olacaktır. Onun için, bütün yaşantımızı, ölüme ve hesaba hazırlanmakla geçirmemiz gerekiyor. Fânî dünyanın geçici zevklerine gönül kaptırmadan ve gaflete dalmadan Allah’a kulluk yapmak îcab ediyor. Dünya meşgaleleri arasında Allah’ı unutmamak ne güzel! Çünkü, bir imtihan âlemi olan dünya, hakîkî yönüyle değerlendirildiği zaman, bizler için ebedî âlemin kurtuluş vesîkası olacaktır.
Cenab-ı Hak bizlere, yaratılış gâyesine uygun bir hayat geçirmeyi lûtfetsin! Bizleri kendisine hakkıyla kulluk eden kimselerden eylesin!
Âmin.