İman, Güven Duygusu ve Bağlılık Ahlakı
İnsanlık tarihi inançlar tarihidir ve bu anlamda inanç, hayatın vazgeçilemez ve reddedilemez gerçekliklerinden birini teşkil etmektedir. Yeryüzünde farkında olduğunun farkında olan tek canlı türü olarak insan, inanma iradesine sahip ve inanan bir varlıktır. İnanma, insanın fıtratında, varlık yapısında yer alan en temel niteliklerden ve en derin duygulardan biridir. İnanç, insanı, kendisini aşarak özünü aramaya ve o öze ulaşmak için çabalamaya zorlar. İman, insanın kendi sınırlarının ötesine varmasıdır. İnsan ancak bunu başarabildiğinde yetkinleşebilir ve kâmil insan olabilir. İnsan, hayatını sürdürebilmek, anlamlandırabilmek, ilişki kurabilmek ve bağlanmak için de inanmak zorundadır. İnanmak, insanı biyolojik bir makine, sırf bir algı kutusu olmaktan çıkarmış; tarih yapan, kültür ve medeniyet kuran bir varlık hâline getirmiştir. Din ise bu kapasiteyi genişletmiş, insana yol göstermiş ve bir yörünge kazandırmıştır. Dinî inanç ya da iman, dinlerin merkezi kavramlarından biridir. Belirli inançlara sahip olmak veya herhangi bir dinî inanç sistemine mensup olmak, uluhiyet, tabiat, insan, tarih, medeniyet, kültür ve gelecek hakkında da belirli fikir ve anlayışlara sahip olmak demektir. Bir başka deyişle, inançlarımız ile dünya görüşlerimiz, bilgilerimiz, algı ve idraklerimiz, ilişki ve deneyimlerimiz arasında sıkı bir münasebet vardır.
Türkçede “güven ve emniyet” olarak karşılık bulan ve “karşısındakine güven vermek, güven duymak, tasdik etmek ve gönülden benimsemek” anlamları verilen iman, İslam dininin en önemli ve en merkezi kavramlarından biridir. Kavramın önemine işaret etmek üzere Kur’an-ı Kerim’de iman, İslam, ihsan, tasdik, yakin gibi olumlu inanç özelliklerinin yanı sıra; yalanlama, inkâr etme, ortak koşma, terk etme, inatla inkâr etme, kalbinde olmayanı söyleme, şüphe etme gibi olumsuz inanç nitelemelerinin de sıklıkla yer alması; kısacası, Kur’an’ın anlam örgüsü içerisindeki bütün bu olumlu ve olumsuz inanç nitelemeleri, inançların, sonuçta bir iman ahdi/sözleşmesi üzerine kurulduğunu hatırlatmak içindir. Yani iman her şeyden önce “güven ve bağlılığı” içeren ahde dayalı bir yapıdadır. (Mesela bkz., Bakara, 2/27, 40, 80, 100; Âl-i İmran, 3/76; Ra’d, 13/20; Nahl, 16/91; Mü’minun, 23/98; Ahzab, 33/15; Feth, 48/10.) Bu ahitleşme insanın gerçek tabiatına dönmesi ve özgürleşmesidir. Güvenme ve bağlanma ihtiyacı, imanı besler ve güçlendirir. Allah’a inanmak, aynı zamanda O’na güvenmek ve bağlanmaktır. Zira bu bağlılık, insana asla sarsılmayan, onu her daim esirgeyen, koruyan ve bağışlayan ilahî bir güvence teklif etmektedir.
İmanı özel kılan ve onu diğer bütün inanç türlerinden ayıran en önemli özellik gayp alanı ile ilgili olmasıdır. İmanın bu özelliği insanın öncelikle duyular üstü ve madde ötesi bir âlemin varlığına inanması hususunda kabiliyetlerini, ruhsal, zihinsel ve duygusal melekelerini geliştirmekte ve onu “müteal/aşkın” olanla içsel bir bağ kurma girişimine hazırlamaktadır. İnsanı bu seviyeye eriştirdikten sonra artık muhteva itibariyle gayp kavramını tayin eden konuların mahiyetini temellendirmekte, bunları kavrama ve anlama çabasında ona rehberlik etmekte ve birtakım değerler sunmaktadır. Bu bağlamda gayp kavramı, duygu ve düşünceye sonsuzluk, sınırsızlık ve mükemmellik olgusunu kazandırıp geliştirerek, insan düşüncesini maddenin boyutları arasında tekrara düşüp boğulmaktan ve duygularını bu kalıplar içerisinde sıkışıp kalmaktan kurtarmaktadır. Gayba imanın, inanana, bu dünyayı aşan, fizik ötesi âleme uzanan bir bakış açısı benimsetmesi, sembolik düşünme yöntemlerinin kullanılmasına geniş şekilde imkân açmasına, düşüncenin boyutlanıp zenginleşmesine de büyük katkıda bulunmaktadır.
İmanın, kapsam ve muhteva itibarıyla gaybî oluşu, bunu kabul eden insanın potansiyelleri ölçüsünde kendini aşmasına ve yenilemesine imkân sağlarken; aynı zamanda içerdiği müeyyidelerle de kişiliğinin yapılanmasına etki ve katkıda bulunmaktadır. Cemiyetin telkin ettiği değerlerle teşekkül eden üst-bilincin, mükâfat, ceza, kıyamet, ahiret, diriliş, hesap verme gibi birtakım müeyyidelerle desteklenmesi, bireyin mevcut değerlerini bu müeyyideler ışığında değerlendirmesine, tutum ve davranışlarını bu çerçevede şekillendirmesine yardımcı olmaktadır. Bireyin vicdanını sağlam bir dayanağa bağlamak suretiyle egosunu dengelemekte, düşünce ve davranışları için bütünleştirici bir başvuru kaynağı teşkil etmektedir. Bu inanç, bireysel düzeyde kişinin gerek kendisine ve gerekse kendi dışındaki diğer varlıklara yönelişinde; toplumsal düzeyde ise kurumların oluşumunda, işleyiş ve uygulamalarında değişik nispetlerde etkide bulunmakta; kısacası, bireysel ve toplumsal hayatın her safhasında belirleyici ve yönlendirici olmaktadır.
İman, güvende ve emniyette olmanın yanı sıra korkudan uzaklaşma anlamını da ihtiva eder. Buradaki korku, bilinmeyenden, yalnızlıktan, ifade edilemeyenden, ölümden ve ölümün ötesindeki şeylerden duyulan korkuyu, yani nihai kadere ilişkin korkuyu ifade etmektedir. Dolayısıyla iman eden, salih amelde, iyi, doğru ve faydalı işlerde bulunmaya devam eden ve Allah’a isyan etmekten kendilerini koruyan kimseler, emniyet ve güvenin karşıtı olan böyle bir korkudan etkilenmezler. (Maide, 5/69; En’am, 6/48; A’raf, 7/35; Yunus, 10/62.) İman edenin korkusu, Allah’a saygı ve ihtiramdan kaynaklanan ve O’nun kudreti karşısında duyulan huşu anlamına gelir. Bu da iffet, vera, takva, sıdk, itaat, reca gibi faziletleri kazanmaya yardımcı olur. İmanın mahalli kalptir, kalbi de imana hazırlamak ve eğitmek gerektir. Zira iman, kalp vasıtasıyla, kalıcı, değişmez ve sonsuz olanı idrak eder. Kalp, imanla huzur, sükûn, emniyet, güven, tatmin ve kıvam bulur; “kalpler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur.” (Ra’d, 13/28.)
İman öncelikle kişinin ruh sağlığını tehdit eden olumsuzluklara karşı çıkar. Günlük hayatın sıkıntı, çile, endişe, kaygı, korku, ıstırap ve hayal kırıklıkları karşısında mümine dayanma gücü ve teselli verir, çözülüp dağılmasını, ümitsizliğe düşmesini engeller, ümit, güven ve emniyet aşılar. Yokluğa, şüphe ve anlamsızlığa karşı direnme cesareti verir. Diğer taraftan iman, öfke, haset, azgınlık, kibir, şiddet gibi olumsuz ve yıkıcı düşünce ve duyguların sergilenmesine izin vermediği gibi bunların kontrol altına alınmasına, törpülenmesine yardımcı olur. Bireyin dengeli ve sağlıklı bir kişilik yapısı kazanmasını teşvik eder. Bu durum, bu konuda yapılan bilimsel araştırma sonuçlarıyla örtüşmekte ve yapılan tespitler inancın bireye olumsuz durum ve hâllerde destek sağladığına işaret etmektedir.
Kur’an’ın anlam örgüsü içerisinde inanç-davranış ve inanç-ahlak birlikteliğinin çok sık ve çok geniş bir muhtevada vurgulanması, gerçekte imanın eyleme dönüştürülmesi ve çeşitli erdemlerle desteklenmesi gerekliliğine işaret etmektedir. Müminin bütün davranışları, iman tarafından motive ve organize edilen bir varlık, tabiat, toplum ve tarih anlayışının, bir dünya görüşünün, topyekûn bir hayat tarzının yansımalarıdır. İster dua ve ibadetin sembolik formu içerisinde isterse herhangi bir başka ilişkinin daha anlaşılır formu içerisinde olsun, bütün bu davranış ve yansımalar, insana düşündüğünden daha çok anlam ifade eder ve gerçekleştirdiği şeyi aşan bir gerçekliğe göndermede bulunur.
İmanı, sadece dille ifade etmek yeterli değildir, hâl ve davranışlara da yansımalıdır. Zira iman, müminde, iman tecrübesinin şartı ve sonucu olarak bir bağlılık/teslimiyet ahlakı inşa eder. Bağlılık ahlakı, imanda içkin olan ve onu dinamik kılan niyetleri davranışa dönüştürerek teyit eder ve bunların müminin her düzeydeki ilişkilerinde fiilen vücut bulup bulmadığını sağlayan bir sınama teşkil eder. (Ankebut, 29/2-3.) Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmeyi de içeren iman taahhüdü, bu yönüyle ahlaki bir taahhüttür ve bir bağlılık veya teslimiyet ahlakı sonucunu doğurur. Mümin, davranışlarını bu ahlakın içerdiği ilkelere göre belirler ve bir sınır dâhilinde hareket eder. Bu ahlakın zirve örneği, hiç şüphesiz Peygamberimiz Muhammedü’l-Emin’dir, Güvenilir Muhammed (s.a.s.)’dir. Mümin için imanda ve dolayısıyla bağlılık ahlakında aslolan, başka hiçbir sese değil, sadece ve yalnızca Allah’ın hitabına kulak vermek ve bu sesi içselleştirmektir.