Hastalık İkramdır
“ Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele! Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, "Doğrusu biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz" derler. İşte rablerinin lutufları ve rahmeti bunlar içindir ve işte doğru yola ulaşmış olanlar da bunlardır.”[1]
Bu ayet Allah Teâlâ’nın Müslümanları denemesinden bahsediyor ve kazananları bakınız nasıl müjdeliyor: “İşte rablerinin lutufları ve rahmeti bunlar içindir ve işte doğru yola ulaşmış olanlar da bunlardır.”
Ne kadar güzel değil mi?
Ayette geçen “canlardan eksiltmekle” hastalık ve başta evlat olmak üzere yakınların ölümü olarak tefsir edilmiştir. Bir de bu hastalık ve ölümler, cihat uğrunda olursa elbette değeri ve sevabı daha da artacaktır. Buna göre hastalık veya ölüm imtihanını kazananları Allah Teâlâ ve Resul-i Ekrem Efendimiz müjdeliyorlar. Nitekim sevgili peygamberimiz konuyla ilgili ileride göreceğimiz hadislerinden birisinde der ki:
“Bir kulun çocuğu öldüğünde Yüce Allah meleklere:
- Kulumun çocuğunu mu öldürdünüz? der.
Melekler:
- Evet" derler.
Yüce Allah:
- Onun gönlünün meyvesini mi aldınız? der.
Melekler:
- Evet, derler. Yüce Allah:
- Peki kulum ne dedi? diye sorar.
Melekler:
- Sana hamd etti ve “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” dedi, derler.
O zaman Yüce Allah:
- Öyleyse kuluma cennette bir köşk yapın ve ona "Beytu1-hamd" ismini verin, der.[2]
Bunu iyi bilen Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: "Bana gelen her musibette üç nimet buldum. Birincisi, bu musibet dinim hususunda değildi. İkincisi, olduğundan daha büyük değildi. Daha beteri olabilirdi. Üçüncüsü, Allah ona karşılık büyük bir mükâfat verecektir”. Sonra da ilgili âyeti okumuştur.[3]
Ayetlere biraz daha geniş açıdan bakarsak şunu görürüz: Müslümanlar Mekke’den Medine’ye göç ederek müşriklerin saldırılarından kısmen kurtulmuşlardı. Bununla birlikte hicretin ilk yıllarında hâlâ kaygı ve korkuları vardı; yeni vatanları olan Medine de putperestlerin ve yahudilerin tehdidi altındaydı. Nitekim kısa zaman sonra çatışmalar başladı. Bu arada müslümanlar ağır maddî sıkıntı çekiyorlardı; hicret edenler mallarını geride bırakmışlardı; çatışmalarda da mal ve can kaybına uğruyorlardı. İmkânlarını kardeşçe paylaşmalarına rağmen –Peygamber ailesi de dahil olmak üzere– çok zaman günlerce karınlarını doyuramıyorlardı. Âyette özellikle Medine döneminin ilk yıllarındaki bu sıkıntılara işaret edilmekle beraber, genel anlamda Allah’ın insanları bu tür sıkıntılarla imtihan etmesi her zaman mümkün olduğundan, âyetin anlamı ve amacı da mutlak ve geneldir.
Buna göre Allah müslümanları o zaman denemiştir, dilediği her zaman da dener. Allah’a dayanıp sıkıntıları altında ezilmeyenler hem dinî hem de dünyevî bakımdan hep kazanmışlardır; bu Allah’ın yasasıdır. Onun için Bakara 155. âyetin sonunda “Sabredenleri müjdele” buyurularak yeniden sabra vurgu yapılmış; 156. âyette bu sabrın imanla ve teslimiyetle bütünleşmiş bir sabır olduğu özellikle belirtilmiştir. Bu âyetler bir yandan Hz. Peygamber’le ona inanan ilk müslümanların sahip oldukları kesin imanla yüksek ahlâkı ve üstün moral gücünü yansıtmakta; bir yandan da örnek müslümanın karakteristik yapısını tanımlamaktadır. Bu yapının temel taşı Allah’a sarsılmaz iman, güven ve teslimiyettir; sadece Allah’a ait olduğumuzun ve en sonunda O’na döneceğimizin bilinci içinde, başarı ve kurtuluşu da yalnız Allah’tan beklemek, bu imanın bir ürünü olarak Allah karşısında her zaman ümitli ve iyimser olmak, düşmanlar karşısında da onurlu ve kişilikli olmaktır.
Buna göre âyet, Hz. Peygamber ve müslümanların yaptığı gibi hayatın türlü zorluklarına karşı koyan; özellikle inançlarını, vatanlarını ve diğer yüksek değerlerini koruma uğruna karşılaştıkları sıkıntılara sabır ve metanetle direnen; Allah’a olan inançlarını, güven ve teslimiyetlerini, iyimserliklerini, sabır ve metanetlerini her zaman koruyan yüksek karakterli müminler için, daha yücesi düşünülemeyecek güzellikte bir iltifattır. Çünkü burada müminlere övgülerde bulunup onların hidayette olduklarını bildiren bizzat Allah’tır. Bir mümin için bundan daha büyük bir lutuf ve şeref düşünülemez. [4]
Hastalığın bu musibetler arasında sayılması, sanırım başlığa bakarak “canım hastalık da ikram olur muymuş?” diye düşünenleri ikna etmiştir. Onlara şu hadisleri de hatırlatalım isterseniz.
Ebû Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Allah: Mü’min kulumun dünyada sevdiği dostunu aldığım zaman, o kimse sabredip mükafatını benden bek-lerse karşılığı cennettir.”[5]
Ebû Saîd ve Ebû Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Herhangi bir müslümanın başına gelen yorgunluk, hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan ayağına batan dikene kadar her şeyi Allah müslümanın hata ve günahlarının bağışlanmasına sebep kılar.”[6]
Enes ibn Mâlik (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (a.v) şöyle buyurdu:
“Başına gelen bir musibetten dolayı hiçbir kimse ölmeyi istemesin. Mutlaka böyle bir şey temenni etmek zorunda kalırsa; Allah’ım benim için yaşamak hayırlıysa beni yaşat, ölmek hayırlıysa beni öldür desin.”[7]
Enes ibn Mâlik (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (a.v) şöyle buyurdu:
“Allah iyiliğini istediği kulun cezasını dünyada verir, fenalığını istediği kulun cezasını da kıyamet günü günahını yüklenip gelsin diye dünyada vermez.” Peygamberimiz (s.a.v) devamla buyurdu ki: “Mükafatın büyüklüğü bela ve musibetin büyüklüğüne göredir. Allah sevdiği topluluğu belaya uğratır. Kim başına gelen bela ve musibetlere razı olursa Allah ondan hoşnut olur. Bir kimse başına gelen bela ve musibetleri öfke ile karşılarsa o da Allah’ın gazabına uğrar.”[8]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Bakara, 2/155-157.
[2] Tirmizî. Cenâiz. 36.
[3] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 1/196.
[4] Kz. Kuran Yolu Tefsiri, 1/ 241-242.
[5] Buhârî, Rikak 6.
[6] Buhârî, Merda 1; Müslim, Birr 49.
[7] Buhârî, Merda 19; Müslim, Zikir 10.
[8] Tirmîzî, Zühd 57.