Kader Diyemezsin Sen Kendin Ettin
Ne varsa eskilerde var sözü Ya’kub B. İshak El Kindi’nin üzüntüden kurtulma yolları hakkında kaleme aldığı ‘’Def’u’l Ahzan’’ adlı risalesiyle bir kere daha gerçek oluyor. ‘’Feylesuful Arab’’ lakabıyla anılan ilk ahlak filozofumuz kitabında 10 maddeyle üzüntü kavramına bakış açımıza önce evrim sonra devrim geçirtiyor.
Kindi ‘’Kuşkusuz sebepleri bilinmeyen acıların şifası da bulunmaz. Şu halde çarelerin apaçık ortaya çıkarılabilmesi ve kolaylıkla kullanılması için üzüntünün ne olduğunu ve sebeplerini açıklığa kavuşturmamız gerekir. Üzüntü (el-huzn), sevilen şeylerin elden gitmesinden ya da amaçlanan şeylerin gerçekleşmemesinden doğan nefsânî bir acıdır. Ayrıca bedenlerimizi sağlığa kavuşturmak hususunda gösterebildiğimiz tahammülden daha fazlasını ruhlarımızın ıslahında göstermeli, bu hususta ilacın acısına, sıkıntısına ve daha başka güçlüklere katlanabilmeliyiz.’’ girizgâhıyla başlıyor risalesine ve 10 maddeyle üzüntüden özgür olma iksirini açıklıyor.
1-Üzüntü ya bizim yaptığımız ya da başkasının yaptığı bir işten, bir sebepten doğmaktadır. Eğer bu bizim yaptığımız bir iş ise o zaman bize üzüntü getiren bu işi yapmamalıyız. Eğer biz, yapmamak elimizde olduğu halde kendimize üzüntü veren bir işi yapıyorsak, o zaman istemediğimiz bir şeyi istiyoruz demektir. Şayet üzüntü sebebini kaldırmak elimizde değilse yani üzüntü kaçınılmazsa üzüntünün sebebinin vukuu sırasında hissedilecek üzüntü yeterli gelecektir. Sebebin gerçekleşmesinden önce üzülmekle bu sebep ortadan kalkmaz.
2-Bir kayıpla karşılaştığımızda; daha önce kurtulduğumuz kendi üzüntülerimizi ve başkalarının hüsranları hatırlayarak, ‘’İlk musibete uğrayan ben olmadığım gibi musibet sadece bir tek kişinin başına gelen bir olayda değil.’’ düşüncesini kazanmalıyız.
3-Birşeyler kaybetmiş veya bir şeylerden mahrum kalmışsak, başka pek çok insanda aynı şeylerden mahrum kalmış, daha birçok insanın da kayıpları olmuştur. Nitekim mülkünü kaybedip üzülen insan düşünmeli ki birçok insan böyle bir servete sahip değil ama üzgünde değil bu da gösteriyor ki insan sadece elinden alınan şeyler yüzünden baş gösteren bir üzüntüyü kendisi için yine bizzat kendisi çıkarmıştır.
4-Eğer başımıza hiçbir musibet gelmesini istemiyorsak, hiç var olmak istemiyoruz demektir. Çünkü musibetler, bozulma niteliği taşıyan şeylerin bozulmasından ileri gelir. Eğer bozulma olmasa varlıkta olmazdı.
5-Başka ellerin uzanabileceği şeylerin hepsi, bütün insanlar için müşterek olup bunlar bizim elimizde olduğu için biz bu nimete daha layık değilizdir. Zorla elde tutmak suretiyle bize ait kılınan şeyleri kaybedince üzüntü duymak doğru değildir. Hâlbuki başkalarının ortak olamadığı, başka ellerin uzanamayacağı, sadece bize ait olan şeylerimiz vardır bunlar manevi kazançlarımızdır.
6-Emanet sahibi, dilediği zaman emanetini geri alabilir ve dilediği bir başkasına verebilir. O, bu emaneti, başkasına vermese bile o nimet bize geri dönmeyebilir. Allah emanetini bizden düşmanlarımız eliyle geri aldığı için de üzülemeyiz çünkü emanet sahibinin, onu geri alırken araya koyduğu elçinin kişiliği-huyu-bize yakınlığı ve emanetin alınma zamanının bize uygun olması gerekmez. Hem Allah bize verdiği emanetlerin en değersizlerini aldığına göre pek çok nimetini de bizde bırakmıştır, onun bu lütufları unutulmamalıdır.
7- ‘’Kaybettiğim takdirde üzüntüsünü çekeceğim şeye sahip olmam’’ diyen Sokrat gibi yaşamalı, musibetlerinin az olmasını isteyen kişi harici ihtiyaçlarını azaltmalıdır.
8-Kötü olmayan şeyden nefret edilmez, ölüm kötü değildir, ölüm korkusu kötüdür, ölüm sadece tabiatımızın tamamlayıcısıdır, ölüm olmasa insanda olmazdı.
9-Birşeylerden yoksun kaldığımızda elimizde kalan aklî ve hissî nimetleri düşünerek, zihnimizi kayıplarla meşgul olmaktan uzak tutmalı elde kalanlarla teselli bulmalıyız.
10-Kendi varlığının haricinde kalan şeyleri kazanmak peşinde koşmayan kişi, kralları köleleştiren zaaflara ve bütün fenalıkların ve acıların kaynağı olan öfke ve şehvet güçlerine hâkim olur.
Gençlerimiz neden deizme doğru gidiyor, nihilizm ve hedonizm neden evlatlarımızda bir davranış şekli olarak yaygınlaştı? Mutsuz ama dindar anne-babalar, yüzü asık ama bilgili din hocaları, öfkeli ama eğitimli âlimlerimizin bu işte bir payı olabilir mi? Huzurla namaz kılan annenin, sakin bir şekilde orucunu tutan babanın, günahkâra merhametle bakıp günaha kızan hocanın çocuklara başka bir kelam etmesine gerek var mı? Asıl soru çocuklara dini eğitim kaç yaşında başlar, nasıl başlar değil, dini eğitimi herkes vermeli mi, ya da din eğitimle mi verilmeli, olabilmeli aslında. Çocuğuyla sorunlar yaşayan, eşiyle anlaşamayan, kayın validesiyle konuşmayan depresif ama dini bütün bir anne, maddi sorunları kişilik meselesi haline getirmiş, kendi prensiplerini dünyanın merkezine koymuş öfkeli ama dindar bir baba, sözünün kesilmesinden hoşlanmayan, çizdiği sınırların dışına çıkarmayan, kendi dini yorumunu mutlak gerçek gibi tebliğ eden ve kendi çizgisinde olmayanlara nefret dolu bir hoca ne kadar sevdirebilir dini, ne kadar cazip gelebilir genç-enerjik-meraklı bir dimağa?