Eriyen Değerimiz - Hakkaniyet
İnsanlık tarihi aslında bir mücadele tarihidir. Mücadelenin taraflarının ideal ve amaçları aynı olmakla birlikte kullandıkları argümanlar ve bunları kullanış biçimleri değişmektedir. Her çağda taraflar, kendilerini ifade edecek bir bağlam yakalamış ve çözümlerini insanların önüne sermişlerdir.
Söz konusu çözümlerin bazıları maddeyi bazıları ise manayı merkeze almıştır. Bir kısmı da ikisi arasında bir denge vaat etmiştir. İnsanlar da bu çözümler arasında tercihte bulunmuşlardır.
İçinde yaşadığımız çağı şekillendiren paradigmada madde ön plana çıkarılmak suretiyle maddeye sahip olabilmek en ulvi değer olarak addedilmektedir. Söz konusu maddeye ulaşmak maksadıyla “her yol mubah” anlayışı yaygınlık kazanmaya başlamış ve bu anlayışın tezahürlerini ferdi, içtimai hatta uluslararası boyutta en yıkıcı, yakıcı ve acı şekilde gözlemlemek mümkün hale gelmiştir. İnsanın insanla ve insanın tabiatla ilişkisinde gözlemlediğimiz bu belirtiler, hakkaniyeti yok edici şekilde tecelli etmekte; bazen binlerce can, daha fazla konfor elde etmenin pazarlık konusu haline getirilmekte, bazen alın teri ile sulanmış nice emekler menfaate kurban edilmekte, bazen de küçük hesaplar peşinde koşularak haksız kazanç elde etmenin hileli yollarına girilmektedir. Bütün bu hakkaniyetten uzak adımlar atılırken bir Müslüman olarak kendi varlık alanımıza giren yerde, değişim için iradeli duruş sergilememiz elzemdir. Kendi iç dünyamızdan başlamak üzere ailemizde, yakın çevremizde, mahallemizde söz konusu hakkaniyet mücadelesini sürdürebiliriz. Çünkü adalet ve hakkaniyet, öyle etkili ve kabiliyetlidir ki hangi alana, kuruma veya kuruluşa yerleştirirseniz orasını kıvama sokan ve oradaki problemleri yok eden, işleri düzene koyan, kişileri motive eden ve aidiyet duygusunu geliştiren bir gerçekliğe sahiptir.
Bu gerçekliğin iyice görünür hale gelmesi için çalışmak en makul yol olarak gözükmektedir. Canımızı acıtsa da kendi yakın akrabalarımız veya yakın ilişki içinde olduklarımızın aleyhine de olsa hakkaniyetten ödün vermeden hayata devam etmek, söz konusu gerçekliği yaşatmaktır. Zira hakkaniyetten ayrılmanın sonuçları bu dünya ile sınırlı değildir. Bundan dolayı öldükten sonra hiçbir şeyin bitmediğini, her şeyin daha yeni başladığını hatırlatan ve her bir sözün ve fiilin hesabının verileceği “ahireti” de akılda tutarak, kâinata rehberlik eden Efendimiz’in (s.a.s.) “Bizi aldatan bizden değildir” (Müslim, İman, 101; Ebû Dâvûd, Büyû’, 52) sözüne kulak vermek, hakkaniyet ağacını yeşertecek ve nefes nefes ahirete doğru adım atan bizlere bu yolda en iyi kılavuz olacaktır.
“Çiğnerim çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım” dizelerinden ilham almak gerekirken üzülerek ifade etmek gerekir ki “hakkaniyet” çizgisini koruma iradesi zayıflamıştır. Bilhassa fırsatçılık saikiyle hareket edilerek satışa konu olan ürünün kalitesinden gramajına, etiket fiyatından kasadaki fiyatına varana kadar her türlü aldatmanın sahnelendiği yerlerde, ebedi hayatın “biraz daha fazla kazanmak” adına tehlikeye atıldığı, helalin bereketi varken haramın felaketinin tercih edildiği manzaralara rastlamanın sıradan hale gelmesi, izalesi ehemmiyet kesp eden bir hak ve ahlak problemidir. Bu sıradan hale gelen problemi başka bir ifadeyle fesadı düzeltmek için zamanın âlimlerinin, beldelerin tuz mesabesindeki değerlerinin harekete geçmesine her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğu aşikârdır. Zira hakkaniyet ihlalinden kaynaklanan ve toplumu rahatsız eden bu zulüm kokusunun giderilmesi için ihtiyaç duyulan tuz, erdemli insanların ihlaslı çalışmaları olacaktır.
Öte yandan hakkaniyetin örselenmesi, beraberinde başka krizlerin oluşmasının da zeminini hazırlamaktadır. Bilhassa bu örselenmenin, dindar kimliği taşıyanlarda fazlaca görünür olması durumunda, Müslümanın yanlışını İslam’a fatura etmek isteyenlere fırsat doğmakta, İslam’ın insanlığa vaat ettiği adaletli ve hakkaniyetli olma erdemini de doğrudan olumsuz yönde etkilemekte ve bunun neticesinde de İslamofobi tavrında olanların bundan beslenmesi bir tarafa bu durum, Müslümanların kahır ekseriyetini rahatsız etmektedir. Bu itibarla hakkaniyet ihlalinin sonuçlarının, kişi düzeyinde kalmayıp kamuya mal edilmek suretiyle neticeleri açısından İslam’a ve Müslümanlara tahmin edilenden daha fazla zarar verdiği asla akıldan çıkarılmamalı ve Müslüman kimliğine sahip olanlar, her söz ve adımlarında bu duruma düşmemek için müteyakkız olmalıdır.
Kısacası adalet ve hakkaniyet eksikliğinden kaynaklanan haksızlıklara, zulümlere son vermek adına insanlık için tutunulacak dal olma iddiasını sürdüren ve bunu tarihte de başarmış bir medeniyeti inşa eden İslam’ın hoşgörü, adalet, paylaşmak, eşitlik gibi hakkaniyeti gözeten değerlerinin diriltilmesine duyulan ihtiyaç hiç bu kadar zaruri dereceye ulaşmamıştır. Zira karşımızda belli bir azınlığın servetinin, dünya nüfusunun yarısının sahip olduğu servete denk geldiği, 821 milyon insanın aç kalmasına karşın 672 milyon kişiye obezlik teşhisi konduğu, 258 milyon insanın daha insani şartlarda yaşamak için yollara döküldüğü, 68 milyon kişinin zorla yerlerinden edildiği bir dünya durmaktadır. Bu itibarla, İslam medeniyetinin mensupları olarak adalet ve hakkaniyet değerlerini erimeye mahkûm etmeden nefsimizin, neslimizin ve insanlığın umudu olmaya devam etmek gibi insanî ve tarihi bir misyonumuz olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir.