Müslümanlar Kardeştir
Kendimizi başka toplumlarla kıyaslamadığımız sürece fark edemediğimiz bazı durumlar vardır. Ne zaman ki başka memleketlere seyahat ederiz, orada gözlemler yaparız veya başka memleketlerde kalmış kişiler gözlemlerini anlatır, o zaman kendimizle kıyaslarız ve bazı şeylerin ne kadar benzer olduğunu fark ederiz.
Mesela İspanya’da bulunmuş bir dostum oradaki hayat tarzını anlatırken, “Katolik Hıristiyanlar Protestan Hıristiyanlara hiç benzemiyorlar, dini geleneklerini çok önemsiyorlar” demişti. Onların da dinine bağlı kesimi olduğunu, düzenli olarak Pazar günleri hep birlikte kiliselere gittiklerini, dini kurallara uyduklarını anlatmıştı. Yine belgesellerde görmüşsünüzdür, Hinduların, kendi dini geleneklerini sürdürmek için kutsal saydıkları şeylere büyük saygı gösterdiklerini… Yani her toplum içinde kendi geleneklerine bağlı, onlarla kendine değer edinen gruplar vardır.
Peki hiç düşünüyor muyuz, bizim gibi dinine bağlı Müslümanların bunlardan ne farkı var? Mesele sadece kutsallara saygı duymak ve bazı dini uygulamaları tekrar etmekse işte onlar da kendi geleneklerine göre bunu yapıyorlar. Öyleyken biz nasıl oluyor da kendimizi cennete layık, onları cehenneme müstahak görebiliyoruz?
Elbette biz Müslümanlar haklı olarak şöyle diyebiliriz: “Ama onların dini batıl, tahrif olmuş, aslını yitirmiş. Bizim dinimiz ise Allah'ın gönderdiği son din. Bizim kitabımızın bir ayeti bile değişmemiş!”
Evet, doğrudur. Bizim dinimiz Allah'ın indirdiği gibi korunmuş tek dindir. Kur'an ı Kerim’in tek ayeti bile değişmemiştir. Bu İslam’ın biricik hak din olduğunu ispat eder, etmesine, ama biz bu hiç değişmemiş ayetlere ne kadar itaat ediyoruz? Bunu hiç sorguluyor muyuz?
Mesela hiç düşünüyor muyuz; “İnsanlar sadece iman ettik demekle bırakılacaklarını ve kendilerinin imtihandan geçirilmeyeceklerini mi sandılar?” (Ankebut, 2) ayeti bizim için ne ifade ediyor?
Mesela “Yoksa siz, Allah içinizden cihat eden ve direnenleri ortaya çıkarmadan kolayca cennete gireceğinizi mi sandınız? (Âl-i İmrân, 142) ayeti bizde nasıl bir tesir yapıyor?
Oysa biz “İman ettik” demekle yetiniyoruz. Hiçbir zaman elimize geçen fırsatları “İşte şimdi iman ettiğimizi ispatlama zamanıdır” diye düşünerek değerlendirmiyoruz.
Misafirleri Paylaşamıyorlardı
Evet bizler “Müslümanız, elhamdülillah” demekle kendimizi Müslüman sayıyoruz ama acaba Allah’ın katında Müslüman sayılıyor muyuz? Mesela Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam buyuruyor ki:
“İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de tam iman etmiş olmazsınız...” (Müslim, Îmân, 93) buyuruyor. Peki biz birbirimizi seviyor muyuz?
Sorulunca dilimizle “Seviyoruz,” deriz belki ama “Birbirinizi sevdiğinizin delili nedir?” diye sorulsa ne cevap veririz? Mesela Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam buyuruyor ki,
“Sizden biriniz kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe gerçek mümin olamaz.” (Buhari, K. İman, 7)
Acaba biz kendimiz için sevdiğimiz, arzu ettiğimiz şeyleri kardeşlerimiz için ne kadar arzu ediyoruz?
Bu soru Ensara sorulduğu zaman gösterebilecekleri apaçık delilleri vardı. Onlardan her bir aile, Mekke’de varını yoğunu bırakıp gelmiş muhacir ailelerden birini yanına alıp barındırıyor ve geçimlerini sağlıyordu. Hatta şehirlerinde misafir olan muhacirleri aralarında paylaşamıyor, onlardan birini evlerinde ağırlamak için aralarında kur’a çekiyorlardı. (Buharî: Menakıbu’l-Ensar 6)
Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam bu işe çözüm olarak, her bir göçmen müslümanı bir ev sahibi ile kardeş yaparak, aralarında kardeşlik bağı kuruyordu. Birbiriyle kardeş olan Müslümanlar bütün mallarını ortaya koyup her şeylerini paylaşmak istiyorlardı.
Düşünelim bir kere, Mekke’den hicret eden müminler maddi yönden adeta tükenmiş durumdaydılar. Zaten Mekke’de zor yıllar geçirmiş, İslam’ı seçtikleri için ailelerinin desteğinden mahrum kalmış ve ticari ilişkilerinde zarara uğramışlardı.
İçlerinden Hz. Ebu Bekir gibi varlıklı olanları dahi, işkence gören köleleri satın alıp azad etmek ve boykot yılları boyunca Müslümanlara yardım etmek için varlığını harcamıştı. Mekke halkının çoğu tüccardı ama evlerini ve dükkânlarını Medine’ye taşıyıp getirecek imkanları yoktu. Çoğu gece karanlığından istifade ile gizlice çıkmıştı. Yanına onu yavaşlatmasın diye fazla ağırlık almamıştı. On-on beş gün süren zorlu bir yolculuk boyunca azıkları tükenmiş, binekleri yorulmuş, elbiseleri solmuş ve eskimiş bir halde Medine’ye kavuşmuşlardı.
Medine’ye geldiklerinde yanında kalabilecekleri akrabaları yoktu. Çalışabilecekleri bir iş bulmaları da kolay değildi. Çünkü Medine’de ticari hayat Mekke olduğu kadar canlı değildi. Onlar sadece Peygamberimiz aleyhissalatu vesselamın hicret emrine itaat ederek bir meçhule doğru yola çıkmışlardı.
İşte onlar “iman ettik” demekle değil bütün bu zorluklara sabretmekle cenneti umuyorlardı. Bütün bu çileleri göğüslemekle Allah'a verdikleri sözde sadık kaldıklarını gösteriyorlardı.
Biz dinimiz uğruna hangi fedakârlığa katlandık?
Böyle işkencelere uğramadıysak da uğrayan kardeşlerimiz bizden yardım istediğinde ne yaptık?
İşte Ensar bunun derdindeydi… Medine’li müminler, muhacirlerin bu fedakârlıkları yaparak kazandıkları ecirden nasip almak üzere onlara kucak açıyorlardı. Onlar öylesine samimi duygularla evlerini açıyorlardı ki hatta en sevdikleri malları olan hurma bahçelerinin mülkünü muhacirlerle paylaşmak istiyor,
-Ya Rasûlallah! Hurma bahçelerimizi de muhacir kardeşlerimizle aramızda paylaştırır mısın? Diye müracaat ediyorlardı.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin:
—Hayır, olmaz, demesi üzerine Ensar:
—Öyleyse hurma yetiştirme işinde yardım etmeleri mukabilinde çıkan mahsulü paylaşalım, diye teklifte bulunmuşlar, Peygamberimiz de bu teklifi kabul etmişti. Bunun üzerine hem muhacirler hem de ensar:
—Dinledik, itaat ettik, diyorlardı. (Buharî: Hars 5; Menakıbu’l-Ensar 3)
Bugün de dünyanın mevcut zalimce düzeni, içimizden bazı kardeşlerimizi muhacir olmaya mecbur ediyor. Biz onlara ensar olmaya var mıyız?
Bizden Zengini Yok
Kabul edelim ki dinimiz için, din kardeşlerimiz fedakârlık gerektiği zamanlarda hemen birçoğumuzun aklına bizden daha zenginler geliyor.
Elbette imkânları bizden geniş olan Müslümanlar daha fazla yardım etmekten sorumludur. Ama kendisinden daha zengine bakıp “o yapsın” diye beklemek bir ahlak haline geldiği zaman, her Müslüman kendinden daha zenginini gözüne kestirip kendisini muaf sayabilir. Hatta memleketimizin en zenginleri bile kendisini dünyanın en zenginlerine nazaran yoksul görebilir.
Düşünelim bir kere, eğer, Ensar bizim gibi düşünseydi İslam tarihinin akışı nasıl olurdu? Medineli hayırseverlerin öncüleri, “Muhacirlere zenginler yardım etsin” diye bekleselerdi, onlara Medine’nin en zenginleri olan Yahudiler ve münafıklar mı yardım edecekti?
Eğer onlar Peygamber sallallahu aleyhi veselleme ve muhacirlere yardım etmeseler ve İslam davası akim kalsaydı, bu din çeyrek asır içinde Ortadoğu’ ya yayılıp güçlenebilir miydi?
Bugün bizler İslam dininden haberdar isek, bu din bizlere kadar tahrif olmadan geldiyse bu onların sayesinde oldu. Bu yüzdendir ki sahabe-i kiram, kıyamete kadar gelecek bütün müminlerin sevaplarından hisse sahibi oluyorlar. Bu sayededir ki, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onlar hakkında şöyle buyurdu:
“Eğer, sizden birinin Uhud dağı kadar altını olsa ve bunun tamamını Allah yolunda infak etse, bu, ashabımın bir-iki avuçluk infakına, hatta bunun yarısına bile mukabil gelmez" (Buhârî, "Fezâilü'l-Eshâb", 5)
Onlar bu fedakârlıkları yaparken zengin oldukları için yapmadılar. Aksine bazen bir Müslüman misafiri evlerinde ağırlamaları, çocuklarıyla birlikte o gece aç uyumalarını gerektiriyordu. Ebu Hureyre radıyallahu anhu anlatıyor: Bir adam Allah Rasûlüne geldi.
—Ya Rasûlallah! Çok bitkinim, günlerdir aç ve susuzum dedi. Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam hanımlarına haber gönderdi. Annelerimizin evlerinde misafire takdim edecek sudan başka bir şey yoktu. Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ashabına:
—Bu gece bu zatı misafir edecek kimse yok mu? Allah onu rahmetiyle mükâfatlandırsın”, dedi. Ensar’dan biri kalktı. Peygamberimiz’e:
—Ben misafir edebilirim, ya Rasûlallah! dedi. Misafirle birlikte evine gitti. Hanımına:
—Bu gelen zat, Allah Rasûlü’nün misafiridir. Evde ne varsa ona ikram edelim, dedi. Hanımı:
—Evde çocukların yemeğinden başka hiçbir şey yok, dedi. Sahabe:
—Akşam yemeğini yemeden çocukları uyut. Kandili de hafif yakalım. Bu gece karnımızı tok sayalım, dedi. Hanım bu şekilde davrandı. Ev sahibi de misafirinin yanında yemek yemeden yer gibi davrandı. Ertesi gün Ebu Talha, Allah Rasûlü’nün yanına gelince Peygamberimiz (s.a):
-“Allah, senin ve hanımının misafirinize gösterdiğiniz bu ikramdan memnun oldu”, buyurdu. Bu olay üzerine “Onlar kendileri muhtaç olsalar bile kardeşlerini kendilerine tercih ederler”, (Haşr, 9) ayeti nazil oldu. (Buharî, Menakıbu’l-Ensar 10)
Sahabenin Kardeşliği Bizim İçin Örnektir
Onlar Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin parmaklarını birbirine kenetleyerek “Mü’minler bir binanın taşları gibi birbirini tutar.” Diye tarif ettiği müminlerdi. (Buhari, Salat, 88) Biz nasılız?
Eğer bir Amerikalı’dan, bir Fransız’dan, Alman’dan farksız bir şekilde, akşam sıcak evimize çekiliyor, haberlerde perişan Müslümanları seyrederken yemeğimizi umursamazca kaşıklıyorsak, nasıl oluyor da cennete girmeyi bekleyebiliyoruz?
Çoğumuz, “Biz şu şu günahları işlemiyoruz ki” diye kendimizi avutuyoruz. Hâlbuki günahlardan uzak durmanın faydası kendimize… Zaten günahlar insan şerefine yakışmayan birer çirkinliktir ve sonucu da felakettir. Hatta bu yüzdendir ki dünyada bir sürü ateist veya batıl din mensubu da bazı günahlardan uzak duruyor. Bundan daha fazlasını yapanlar da var, mesela hiç et yemeyenler, evlenmeyenler, bizim dinimizin emretmediği zorluklara katlananlar…
Bizim dinimiz böyle mantıksız emirler buyurmuyor, birbirimize kardeş olmamızı emrediyor. Peki, biz kardeşliğimiz uğruna hangi fedakârlığı yaptık? Sadece Allah'ın rızasını arzu ederek nefsimizin arzuladığı hangi şeyden vazgeçtik?
Çoğu zaman nefsimiz cimriliği ve başkalarını umursamamayı hoş göstermek için, “Çoluk çocuğumuz var, onların geleceğini düşünmeliyiz” diye bizi kandırıyor. Acaba ensarın çocukları yok muydu?
Mahsullerini topladıkları vakit, şeytan onlara, “Bunlar senin bir yıllık nafakan, neden çocuklarının rızkının yarısını başkalarına vereceksin?” demiyor muydu?
Hâlbuki onlar yarısını değil daha fazlasını vermenin yolunu arıyorlardı.
Ensar’dan Cabir b. Abdillah radıyallahu anhu anlatıyor: Medineliler hurmalarını topladıklarında paylaşma esnasında iki küme yaparlar, bir kümeye daha çok, diğer kümeye daha az hurma koyarlardı. Az olan tarafa hurma dallarını koyarak o tarafı çok gösterirlerdi.
Çünkü ensar biliyordu ki muhacir kardeşleri iki yığından az olanı seçecekler. Böylece muhacirler büyük yığının Ensar’a kalması için daha küçük görünen taraf seçtiklerinde aslında çok olan mahsul muhacirlere gitmiş olurdu. Hayber Fethedilip Müslümanların eline bol imkânlar geçene kadar böyle davranmaya devam ettiler. (Heysemî, Mecmeu’z-Zevaid: 10, 40)
Rivayetlerden anlıyoruz ki muhacirler de, ensar da karşılıklı olarak fedakârlık yapar, kardeşini kendine tercih ederdi. Ensar misafir kardeşlerini ağırlamak için elinden geleni yaparken muhacirler de kendilerine bağışta bulunmak isteyen ensara “Kardeşim! Allah aileni de, malını da sana bağışlasın. Sen bana çarşının yolunu göster,” diyerek, çalışıp kazanmaya bakardı. (Buhari, "Menâkıbü'l-Ensâr", 3)
Onların kardeşliği böyleydi, ya bizimki nasıl?
İslam dünyasında vuku bulan her bir hadise bizim için de bir imtihandır. Hepimiz sınavdan geçiriliyoruz, bakalım, “İman ettik” dedikten sonra sözüne sadık kalan öncülerimiz gibi olacak mıyız? Eğer olabilirsek ne mutlu bize…
"İslâm'da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce tâbi olanlar yok mu? Allah onlardan razı, onlar da Allah'tan râzı oldular." (Tevbe, 100)