Yasin Süresi - Dirilere Yapılan Bir Çağrı
KUR’AN’IN Hz. Peygamber’e nazil olmaya başlamasıyla insanlığın ufkunda yeni bir şafak doğdu. Gelen her bir ayet, ilk müminlerin gönlünü âdeta güneş gibi ısıttı ve aydınlattı. Onları fani hayatın darlığından, ebedî hayatın sonsuz genişliğine taşıdı. İlk kuşaklar vahye muhabbetle sarıldılar. Böylece ayet ayet yeni bir hayatın ve yeni bir medeniyetin inşasına girişildi.
Vahyin rehberliğinde bir maneviyat inkılabı gerçekleşti. Bu, Kur’an’ın basiretleri ve ufukları açan ayetleriyle başarıldı. Araplar, dilleri dolayısıyla bu ayetlerdeki anlamları kavradılar. Ayetlere nüfuz ettikçe, ayetler de onların kalplerine ve ruhlarına nüfuz etti. Düşünce ve duygularını yoğurdu, hayat felsefelerini şekillendirdi.
Sonraki kuşaklar, Kur’an’ın anlam dünyasıyla olan bu samimi ve diriltici bağı aynı şekilde devam ettiremediler. Hele Arap olmayan milletlerin İslam’a intisap etmeleri ile Kur’an’la olan ilişki farklı bir boyut kazandı. Çünkü okunan ayetler anlaşılamıyor, manalara nüfuz edilemiyordu.
Artık Kur’an’ın mana ve muhtevası değil, tilavet ve kıraati ön plana çıktı. Onu anlamanın, ayetleri üzerinde düşünmenin (tedebbür) gereği unutuldu. Daha ziyade hatmedip sevap kazanmak yahut da okuyup ölülerin ruhuna bağışlamak ön plana çıktı. Bu da Kur’an’ın, müminlerin dünya görüşünü belirleyici ve medeniyet inşa edici özelliğinin ihmal edilmesine sebep oldu. Bu süreçte bazı ayet ve sureler yeni kimlikler kazandı. İşte bunlardan biri de Yasin suresidir.
Bugün biz ‘Yasin’ kelimesini duyduğumuzda, ilk aklımıza gelen ‘ölüm’ ve ‘cenaze’dir. Çünkü Yasin suresi en fazla ölüm ve cenazelerin kaldırılması sırasında okunur. Yakınları bu sureyi okuyarak ölüye rahmet dilerler. Bazı Müslümanlar bu sureyi sevabı ölülerin ruhuna gitmek üzere cuma geceleri hatta ömür boyu her gece okurlar.
Kültürümüzde bu surenin, ölümle beraber hatırlanması, muhtevasındaki dinamik ve canlı ruhu bize unutturmamalıdır. Dolayısıyla bu sureyi, sadece tilavet ederek sevap kazandığımız ve ölülerimizin ruhuna okunan ayetler topluluğu olarak görmemeliyiz. Aksine Yasin suresi, müminlerin kalplerine, akıllarına dolayısıyla hayatlarına kulluk mührünü vurmak için gelmiştir. Şu hâlde Yasin suresi, bizim ölümümüzden ziyade hayatımızla ilgilidir. Ölüm sonrasından daha çok dünya hayatına çeki düzen vermekle alakalıdır. Çünkü ilahî emirlerin maksadı dünya hayatına yöneliktir. Ahiret de dünyada yapılan amellerin bir sonucudur. Bu açıdan Kur’an’ın bütün ayetleri hayatta olanlara öğüt olsun diye gelmiştir. (bk. Yasin, 36/69-70.)
Muhammet İkbal şöyle der: “Günümüz Müslüman’ı, ölüm anının dışında pek Kur’an’la ilgilenmez. Zira bir Müslüman ölüm durumuna geldiğinde, yanında bulunanlar, kolay ölsün diye onun üzerine Yasin suresini okurlar. Oysa Kur’an, insanlar kolay ölsün diye değil, bilakis hayatı tutuşturmak, ona dinamizm kazandırmak için gelmiştir. Bu uğurda indirilen Kitab’ın bu amaçla kullanılması gerçekten şaşırtıcı bir durumdur.”
Yasin suresinin verdiği temel mesajlardan biri, ibadetin/kulluğun sadece Allah’a yapılmasıdır. (bk. Yasin, 36/61.) Bu kavram ise, sadece namaz, oruç ve hac gibi belirli ibadetlerden ibaret değildir. Aksine Allah’a ibadet, hayatın bütün alanlarında O’nun buyrukları doğrultusunda yaşamayı gerektirir. Namazın her rekâtında da bu taahhüdümüzü tekrarlarız.
Yine kulluğun sadece Allah’a yapılması, ilahî iradeye engel olan Firavun, Nemrut ve benzerlerine de bir reddiyedir. Bu anlamda zulüm ve sömürüyle mücadele edilmesi, adalet ve eşitliğe dayalı bir toplumsal hayatın kurulması bu surenin verdiği mesajlardandır.
Ayrıca bu surede ahiret inancı işlenmektedir. Bu ise, bugün bazılarının anladığı gibi kuru bir itikattan ibaret değildir.
Aksine müminin bütün ferdi ve toplumsal davranışlarına ruh ve şekil veren bir hayat ilkesidir. Dolayısıyla bu inanca gönülden bağlılık, dünya işlerinde dirlik düzenliğin sağlanmasının ve saadete erişilmesinin temelini oluşturur.
Yasin suresinin bir özelliği de, tevhit ve adalet davasına gönülden bağlı bir şahsın mücadelesinden bahsetmesidir.
Sadece bu küçücük kıssa bile, surenin vermeyi hedeflediği dinamik ruhu anlatmak için yeterlidir. (bk. Yasin, 36/20.)
Böylece onun şahsında kıyamete kadar bütün Müslümanlara ilham kaynağı olacak aksiyoner bir mümin modeli ortaya konur. Zaten ilgili ayetlerde bahsedilen bu şahsın ve yaşadığı yerin belirlenmemiş olması, onun bu evrensel boyutuna işaret etmektedir.
Rivayetlerde nakledildiğine göre bu şahıs, miladi birinci yüzyılın başlarında Antakya bölgesinde yaşayan Habib-i Neccar’dır. Anlaşıldığına göre bu zat, uzun yıllar hayatın anlamını keşfetme, hak ve hakikate erişme peşinde olmuştur.
Ta ki bu arayış, Hz. İsa’nın elçilerinin bu kente gelişine kadar sürmüştür. Nitekim onlarla tanışır tanışmaz gönülden İslam davasına bağlanmıştır. İlahî mesajlar ona bambaşka bir dünyanın perdelerini aralamıştır. (bk. Yasin, 36/22.)
Biz, bu kutlu şahsiyetin hayatında inanmanın, gönülden Allah Teala’ya bağlanmanın gerçek anlamını görüyoruz. İmanın insana nasıl da kan ve can verdiğini müşahede ediyoruz. Onun örnekliğinde mümin olmanın, sadece vicdani ve ferdi bir mesele olmadığını, aksine insana toplumsal bir sorumluluk yüklediğini tespit ediyoruz.
Bu hak âşığının hayatında da görüldüğü gibi, iman gizlenecek, saklanacak bir olgu değildir. Aksine insan inanınca bunu izhar etmek ister. Sahip olduğu yüce duyguları başkaları ile paylaşmayı arzu eder. Hatta yeri geldiğinde bunları duyurmak, haykırmak ister. (bk. Yasin 36/25.)
İsteseydi bu zat iman edip bir köşeye çekilebilirdi. Kurtuluşa erdiğini hesap ederek olan biteni izleyebilirdi. Elçilere reva görülen eziyet ve işkenceye karşı ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ deyip geçiştirebilirdi. Kısaca zulüm ve haksızlıklar karşısında susabilirdi. Ama o böyle yapmadı. Çünkü o, Rabbini sevmiş, Rabbi de onu sevmişti. İmanın coşkusunu kalbinin ta derinliklerinde hissetti. Sonsuz esenliğe çağıran ayetleri duyunca, gönlü imanla doldu, taştı. Çünkü o, kendini Allah’a adayan rabbanilerden olmuştu.
Şehirde elçilere karşı büyük bir tepki vardı. Çünkü ilk defa putları dillerine dolayan birileri çıkmış, kurulu sistem çatırdamaya başlamıştı. Bir kaşık suda bu kimseleri boğabilseler boğacaklardı. Böyle bir hengâmede elçilere destek çıkmak, gerçekten büyük bir cesaretti. Yürekli olmak gerekiyordu. Çünkü bütün ahali ayağa kalkmıştı, şehir âdeta bir baştan bir başa çalkalanıyordu.
Ama bu yiğit insan tereddüt etmedi ve harekete geçti. Ne pahasına olursa olsun sahaya indi ve olanca gayretiyle haktan yana tavrını ortaya koydu. Ulaşabildiği her yerde gizlemeden, saklamadan çağrısını tekrarladı. Elçileri boğmaya çalışan güçlere karşı soylu bir tavır sergiledi. Zulme ve haksızlığa karşı boyun eğmedi. Menfaatini ve rahatını düşünerek kaçmaya, sıvışmaya teşebbüs etmedi. (bk. Yasin, 36/20-24.) Böyle yapamazdı zaten. Çünkü bu durumda tevhide, adalete ve fazilete arka çıkmamış olurdu.
Bu kutlu insan, imanın bedelini ödemeye hazırdı. Onun yolu peygamber yoluydu. Bütün peygamberler ve onların yolundan giden insanlar da yiğit insanlardı. Onlar, Allah yolunda çektikleri sıkıntılardan yılmamışlardı, zaaf gösterip düşmanlarına boyun eğmemişlerdi. (bk. Âl-i İmran, 3/146.)
Biz, bu mücahit ruhlu insanın şahsında, Akif’in ifadesiyle ‘hakkı tutup kaldırma’nın çağlar üstü örnekliğini görüyoruz. Emr-i bi’l-maruf nehyi ani’l-münker yapmanın çileli bir iş olduğunu öğreniyoruz. Habib-i Neccar ve benzerleri daima insanlığın vicdanına tercüman olmuşlardır. Şirkin, batılın, zulmün hâkimiyeti bunlar sayesinde yıkılmıştır. Tarih boyunca hak ve hakikat, bu yürekli insanların gayretiyle üstün gelmiştir. Hak ve adalet sancağı bu kahramanlar eliyle burçlarda daima dalgalanmıştır.
Yazıyı sonlandırırken, bu kutlu zatın bugün yaşasaydı biz Müslümanlara hangi çağrıyı yapacağını hayal ettim. Affına sığınarak herhâlde bizlere şu uyarıları yapardı diye düşündüm:
“Tevhit dinin son temsilcileri, ey Müslümanlar! Sizler, Allah’a ortak koşmadınız. Allah’ı zat ve sıfatlarında birlediniz. Ne var ki sizden birçoğu, nefis ve arzuların tanrılaşabileceğini unuttu. Şeytani heveslerin ve şer duyguların ilahlaşabileceğini ciddiye almadı. Ne yazık ki bu kimseler, parayı pulu, makamı mansıbı, şanı şöhreti hayatlarının gayesi hâline getirdiler. Dünya tamahı onlara Allah rızasını unutturdu. Şu üç günlük hayatın tılsım ve cazibesine fena hâlde kendilerini kaptırdılar. O kadar ki, helali, haramı ayırt edemez bir hâle geldiler.”
“Ey Müslümanlar! Sizler, ölümden sonra dirilişe, sırata, mizana, hesaba, cennete, cehenneme inanan insanlarsınız. Ama bütün bunlara rağmen Allah’ın huzurunda hesap verme endişesi taşımadan yaşıyorsunuz. Büyük duruşmaya hazırlık yapma ihtiyacı duymadan üç günlük dünya metaıyla oyalanıp gidiyorsunuz. Ey Allah’ın kulları! Artık kendinize gelin, şeytanın adımlarını terk edin, samimi ve dürüst müminler olun. Sonunda yaptığınız her şeyden hesap vereceğinizi hiçbir zaman aklınızdan çıkarmayın.”