Sadakatte Toprak Gibi Olmak
İnsanın ilk göbek bağı toprakladır. Alak ile başlayan hakikat yolculuğunda yeniden diriliş gününe kadar toprağın üzerimize sinen kokusu ile yaşarız. O koku hissiyatımızda azaldığında dünyevileşiriz ve ruhumuzda hiçbir şeyden tatmin olmayan bir hâl peyda olur. Kibir, sarmalar benliğimizi. İnsan, aslını unuttuğunda nakıs olur. Rahmetin beşiği toprak ise farklı vesilelerle bizi usul usul asli hüviyetimize çağırır. Tabiat, anbean kendine buyur eder. Cengiz Aytmatov, savaşı, kıtlığı, acıyı, yokluk ve yoksunluğu anlattığı Toprak Ana eseriyle tüm sefalet ve ızdırabın dineceği yerin merhametin kucağı olan toprak olduğunu imgeler. Tasavvuf edebiyatımızdaki eserlerde topraktan yaratılan insanın hasletleri olan tevazu, teslimiyet, sadakat, rıza ve eminlik gibi özellikler, toprağın doğasıyla ilişkilendirilir.
Örneğin, Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş-ı Veli’ye göre Allah’a (c.c.) ulaşmanın yolu, dört katlı bir binadan geçer, her katta on oda bulunur. Bu binanın son katı hakikat makamına aittir. Hakikatin ilk odasını Ahmet Yesevî herkesin yolunun toprağı olmak olarak tanımlarken Hacı Bektaş-ı Velî toprak gibi verimli, mütevazı olmakla eşleştirir ve bir kişinin incitmesinden incinmemesi, aksine kendine rastlayan her şeyi Allah’tan bilmesi ve başına gelen musibetlerin tümüne rıza göstermesi, iradesini yüce Yaradan’a terk ve havale etmesi, dileme ve istemeyi sadece Allah’a ait bilmesi olarak açıklar. Hakikatte bulunan on makamdan biri olan kibir ve riyadan uzak durma ilkesi Yunus Emre’nin dilinden toprak ol şeklinde dökülür:
Miskîn Yûnus erenlere tekebbür olma toprak ol
Toprakda biter küllîsi gülistânı toprak bana (Yunus Emre Divânı, 10/5)
Bereket, inanç, rahmet, değer sembolü gibi türlü şekillerde yorumladığımız toprak, Âşık Veysel gibi nice âşığın gönlüyle de sadık bir yâr olarak karşımıza çıkar. Âşık Veysel bu durumu anlatırken şu veciz ifadelere yer verir:
"Karnın yardım kazmayınan belinen
Yüzün yırttım tırnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sâdık yârim kara topraktır
İşkence yaptıkça bana gülerdi
Bunda yalan yoktur herkes de gördü
Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
Benim sâdık yârim kara topraktır."
Her bir satırında mecazen ne yaparsa yapsın toprağın ona kucak açmasını dile getirir. Çünkü türlü yanlışlar yapsa da insan, soluğu en güvendiğinin yanında bulur. Dostluğun en önemli göstergelerinden biri de eminlik vasfıdır ve Mevlana, toprağın emin olduğunu, ne ekilirse karşılığının fazlasıyla alınacağını ifade ederken onun eminlik vasfını vurgular:
Hâk emîndir her ne ittin zer’ini
Bî-zarar ezyed bulursun ref’ini (Mesnevî, I/534)
Zira toprak, kendisine verilen her ne olursa olsun, dayanıklı, dingin ve sağlam tutarak ona sahip çıkar. Bunu somut anlamda mahsul, manen ise bir sır olarak düşünebiliriz. Sır emanettir, sadık ve emin olana teslim edilir. Gelenekte insanın atası olan toprağa biçilen değerlerden biri olan sadakat, insanda da çok mühimdir kuşkusuz. Ona eşref-i mahlukat olma yolculuğunda eşlik eder. Eski sözlüklerde “vâkıaya uygun hüküm ifade eden söz, yalanın karşıtı” diye tanımlanan sıdk kelimesi, ayet ve hadislerle diğer İslami kaynaklarda “hakikati konuşmak, gerçeğe uygun bilgi vermek, dürüst ve güvenilir olmak, vaadine sadakat göstermek” anlamında mastar; “hakikati ifade eden, gerçeğe uygun olan söz, doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik” anlamında isim olarak kullanılır. Bir şeyin objektif gerçekliği “hak”, bunun aslına uygun biçimde anlatılması “sıdk” kavramıyla ifade edilmiştir. Râgıb el-İsfahânî, sıdkı evrenin varlık sebeplerinin en önemlilerinden biri sayar. Çünkü sıdk hakikatin ifadesi olup hakikatin bir an ortadan kalktığı farz edilse artık evrenin düzeni de ortadan kalkar. Aynı âlime göre doğruluk bütün iyi ve güzel şeylerin temeli, peygamberliğin dayanağı, takvanın meyvesidir (Mustafa Çağrıcı, "SIDK", TDV İslam Ansiklopedisi). Hakikat, kâinatın temelidir. Bu sebeple doğruluk ve hak kavramlarıyla mündemiçtir. Hakeza iman da doğruluğun bir neticesidir. İnsan, doğru bildiğine iman eder. İnanılan dinin doğruluğunun test edilebilmesi için onun şehadet âleminin ilkeleriyle ters düşmemesi gerekir. Ters düşmesi durumunda o din çağlara, dönemlere, nihayetinde insanların entelektüel uğraşlarına cevap veremez ve yaşayan bir din olmaktan çıkarak donuklaşır. İslam üzere olan insaflı bir kimse kâinatta Rabbin eliyle yaratılan hiçbir şeyde bir eğrilik, yanlışlık göremez. O hâlde doğruluk, kainattaki hiçbir şeyin tezat ve abes olmamasını gerektirir. Dolayısıyla insanın doğruluk üzerine olmadığı durumlarda hem kendi yaratılışıyla hem de evrendeki ahenkle ters düştüğünü ifade etmek yanlış olmaz. Yüce Rabbimiz, “Sana emredildiği gibi dosdoğru ol!” (Hûd, 11/112) ayetini vahyettiğinde Peygamberimiz’in (s.a.s.) saç tellerinden birkaçı gün içinde ağarmıştır. Yanında bulunan ashabı merakla sorunca Peygamberimiz, “Beni, Hûd, Vâkıa, Mürselât, Nebe’ ve Tekvîr sureleri ihtiyarlattı.” buyurmuştur (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 56). Bu ayetle, Allah Teâlâ, bütün müminlere “Dosdoğru olun ve doğru yolu tutun.” emrini vermiştir. Müslüman olmak doğru yola girmek, Rabbimizin “Sen dosdoğru yol üzerindesin.” diye buyurduğu Peygamber’in ümmeti olmak demektir. Bir gün ashaptan Süfyân İbn-i Abdullah es-Sekafî Peygamberimize (s.a.s.) gelip, “Ya Resulallah! Bana Müslümanlığı öyle tarif et ki onu artık bir başkasına sorma ihtiyacı duymayayım.” deyince Peygamberlerimiz de ona: “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol.” buyurmuştur (Müslim, Îmân, 62). Müslüman kişi, sözünde, özünde, işinde, gidişinde, davranışında, tutumunda kısacası hem Allah ile olan ahdinde yani iman ve ibadetinde hem de Allah’ın kullarıyla yaptığı antlaşmasında yani alım satım gibi konularda dosdoğru olmalıdır. Dosdoğru olmak elbette kolay değildir. Bize düşen, elden geldiğince doğru olmaya çalışmaktır. Kıldığımız namazların her rekâtında Fatiha suresini okurken Mevlamıza “Bizi dosdoğru yola ilet!” diye dua ederiz. Bu güzel ahlakı elde etmenin yolunu yüce Allah bize “Sadıklarla beraber olun!” emriyle bildirmiştir. Sadık bir dost tüm ihtiyaçları geride bırakır. “Önce refik sonra tarik” sözü son derece önemli bir gerçeği ifade eder.
Müslümanın alametifarikalarından biri de doğruluk üzere olmak, olmaya çalışmaktır. “Mümin” kelimesi “emin” kelimesiyle aynı kökten türetilmiştir. İman eden kişi yani mümin, yeryüzünde emaneti yerine getirmekle, emniyeti teminat altına almakla, hadiste belirtildiği üzere “hem kendisine güvenilen hem de başkasına güven veren kişi” olmakla mükelleftir. Emin kelimesinin ilk harfi ise eliftir. Elif, dürüstlüğün, dosdoğru olmanın temsilidir. Kur’an’ın ilk harfi eliftir. Elif harfi ayrıca Allah’ın (c.c.) birliğine de işaret eder. Bu sebeple hat sanatıyla ilgilenen ustalar, elif harfinin üzerinde özenle durmuşlardır. Hattat İbn Muklâ, bütün diğer harflerin eliften meydana geldiğini söylemiştir.
Dolayısıyla, elif gibi dosdoğru olmak, her şeyi dosdoğru yaratan Rabbe yaraşır bir kul olmaktır. Namazlarımızda "Rabbim beni sıratı müstakim üzere kıl." diye her defasında dua ederken aslında bu işin çok kolay olmadığını, nefsin sürekli bu yoldan sapabilecek potansiyeli olduğunu, kimsenin kibre kapılmamasını ve duaya devam etmesi gerektiğini de anlarız. Eskiler, “Allah seni iyilerle karşılaştırsın, iyilere rast getirsin.” diye dua ederler. Bu çetrefilli hayat yolculuğunun en önemlisi işte bu iyilerle, sadıklarla beraber olmaktır. Öyle ya, sırat-ı müstakimden biraz olsun çıkacak olsak bizi doğru yola itecek, çekecek iyi dostların varlığı her daim önemlidir. Rabbim sayılarını bolca eylesin, diyerek ilk anamız sadık toprağın yarenliği ile sözü bitirelim.
Zeynep Uzun.