Maske Değiştiren Din İstismarı
.
“İyiliği, daha fazlasını bekleyerek (bir kazanç elde etmek için) yapma!” (Müddessir, 74/6.)
Yüce dinimiz İslam’ın, Yaratıcı ile insan arasındaki ilişkide değer atfettiği ana kavramlar, tevhit ve vahdettir. “İyiliği, daha fazlasını bekleyerek (bir kazanç elde etmek için) yapma!” (Müddessir, 74/6.) ayeti, nübüvvetin ilk yıllarındaki tevhidi perdeleyen şirkin, vahdeti gölgeleyen zulmün resmi Mekke’de, dinî asılları teyit ve temin eden mühim bir kurucu değer olmuştur. Söz konusu ayetle yüce Allah, sevgili Peygamberimize (s.a.s.), tebliğde doğrudan kendi hakkı olduğunu, bireye değer veren asil bir yaklaşımın, insanlar arası ideal ilişkinin vazgeçilmezi olacağını veciz bir üslupla işareten dile getirmiştir.
Sözü edilen ayet, nebevi misyonu deruhte etme gayretinde olanlara, gündelik yaşamında dine dair şablon, imaj ve içeriklerle ünsiyet kuranlara çarpıcı üslubuyla ihtar niteliği taşımaktadır. Zira doğrudan Hz. Peygamber’e hitap eden bu ayette, sebebin hususiliğinden ziyade hükmün umumi oluşu bunu öncelikli olarak gerekli kılmaktadır. Ayetin alt metninde, peygamberlerin lazım-ı gayri mufârık sıfatlarının bileşkesinin asalet olduğu ve muhatabı minnet altında bırakarak istismara kapı aralayacak bir durumun bu değerle asla bağdaşmayacağı yansıtılmaktadır. Anlam dünyamızın kandili mesabesindeki yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de bu husus; “Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.” (Şuarâ, 45/126.) ayetiyle çağlar üstü nebevi bir deklarasyon hüviyeti taşımaktadır. Bu itibarla ilgili ayet, belli bir emek karşılığında orantısız fayda elde etme anlamı taşıyan istismar realitesinde, Allah hakkına doğrudan bir müdahale olduğunu öncelikle ortaya koymaktadır. Diğer taraftan, insana mekanik bir varlık anlamı yükleyen, nitelikten ziyade nicelik cihetiyle yaklaşan, onun hür tercihlerini itibarsızlaştıran, bireysel bütünlüğünü altüst ederek kendini gerçekleştirmesine mani olan istismarcı yapıların aksine, insana eşref-i mahlûkat özelliğinden dolayı değer atfetmenin ne denli önemli olduğu bu ayetle tebarüz etmektedir. Bu açıdan bahse konu ayet, bir bakıma av öncesinde balık sürülerini yemleyen avcının durumunu yergiyle betimlemesiyle esasen oldukça dikkat çekicidir.
Yeryüzünün en değerli varlığı insanoğlunun en büyük ideali, Rabbinin rızasına ulaşmaktır. Söz konusu boyut, kulun iradesiyle yüce Allah’ın muradının kesişmesinde hayat bulmaktadır. Kişiyi rıza menziline götürecek yol, yani vesile de bu süreçte önemli bir vazgeçilmezdir. Zira bir ideale ulaşma hususunda müspet sonuç elde etmek isteniyorsa hem vesilenin hem de maksadın müspet olması gerekmektedir. Aksi takdirde, bu alanlardan herhangi birinde menfi bir yaklaşım söz konusu olduğunda netice de menfi olacak ve istismar gündeme gelecektir. Buradan hareketle, araç ve(ya) amacın negatif değer kazandığı istismar realitesi, dini yalnızca Allah’a has kılan bir kimlikten ziyade, kulluk değerini sadece şekil şartlarıyla yerine getirip takva idealinden uzaklaşan bir tipolojinin zorunlu çıktısıdır. Bu da açıkça ortaya koymaktadır ki hayata dinî perspektiften bakan ve diğer bütün düşüncelerin üstünde kabul edilen din olgusuna, mutlak bir şekilde teslim olan bir kimsenin istismara yeltenmesi imkân dâhilinde değildir. Fakat hayat kaynağı olan dini; toplumda mevki elde etmek ve başkaları nezdinde itibarlı olmak gibi insani birçok istek ve ihtiyacı karşılayan pratik sonuçlarıyla ranta tahvil eden bir kimse, istismara doğrudan yeşil ışık yakmaktadır.
Kişiyi istismarın aldatıcı tuzağına düşüren temel motivasyon dünyevileşmedir. Nitekim istismar gerçeğinde, dünyevileşmenin sebep olduğu şablonik hâle gelmiş yüce idealler sadece hükmen itibara alınmakta; gayrimeşru vesileler, artık geçerliliğini ve fonksiyonunu yitiren bu üst yapıya atfedilmektedir.
Bunun neticesinde ise selim fıtrata muhalif eylemler manzumesi ve nihayetindeki ardı arkası kesilmez bir kaos ve travma hâli toplumu çepeçevre kuşatmaktadır. Kimlik, şuur ve istikamet problemi doğuran bu asimetrik davranış, her ne kadar bazı yeryüzü sakinlerini memnun etse de Yaratıcıyı asla razı etmemektedir. Bu trajik tablonun oluşumunda, yerde ve gökte bulunan her şeyin emrine amade kılındığı insanoğlunun (Câsiye, 45/13.), özellikle son iki yüzyılda metafiziğin fizik âleme indirgeme çabalarının sonucunda Allah merkezli evren tasavvurundan insan merkezci evren tasavvuruna, dinî rasyonalizmden seküler rasyonalizme ve nihayetinde aşkıncılıktan dünyevileşmeye evrilerek maddenin esiri oluşu kuşkusuz temel etkendir.
Bugün istismar özelinde yaşanan bireysel ve toplumsal ölçekli krizlerin hemen hemen hepsinin altında bu çarpık, paradoksal ve hastalıklı anlayış yatmaktadır.
Allah ve ahiret inancını merkeze alarak söz, tutum ve eylemlerini bu doğrultuda düzenleme mükellefiyetindeki bir Müslümanın dinî enstrüman ve argümanları istismar ederek kendine dünyevi bir alan açması düşünülemez. Bu meyanda kutsal olanı, seküler maslahatlar için araç olarak kullanmak; dinî değerlere uymanın aksine dinî değerleri kendisine uyarlamak, temelde kişinin inanç sistematiğindeki zaaftan kaynaklanmaktadır. Bu da istismarın temelinde, kökleşmiş bir inanç krizinin varlığını tüm boyutlarıyla gözler önüne sermektedir. Yaratanın hoşnut olmadığı bu durum; “…Ayetlerimi az bir karşılığa değişmeyin ve bana karşı gelmekten sakının” (Bakara, 2/41.) ayetiyle açıkça ifade edilmiştir. Zikredilen ayetin işaretiyle, dinini kişisel/maddi çıkarları için kullanıp yanlış yorumlayanlara, haramları helal, helalleri haram göstermeye kalkışanlara karşı kesin bir uyarıda bulunulmuştur.
İstismara giden süreçte bilgiyle ilişkinin vasıf, unsur, boyut ve yansımalarına dair kırılmalar oldukça önemli bir yekûn oluşturmaktadır. Nitekim modern zamanda artık bir tahakküm aracı hâline gelen bilgi, imaj ve enformatik cehalet manivelasıyla kitleleri manipüle ederek yerini tümden duygusallığa bırakmış ya da insanoğlu, bilginin hikmet ve marifet boyutunu idrak edemeyip mekanikleşerek bilgelikten uzaklaşmıştır. Bunun neticesinde vahiy ve sünnetin gerçek ve hayat veren bilgisiyle kulluk yaşantısını şekillendirmesi gereken Müslüman; aklı, tasavvuru ve fikri devre dışı bırakıp istismar denizinde vurgun yemiştir. Nitekim bugün gelinen noktada bilgiyi elde etme, güncelleme ve nihayetinde ahlaka dönüştürme konusunda yaşanan travmalar, tümüyle eleştirel yaklaşımdan uzak, taassuba dayalı, dogmatik bir anlayışın ürünü olarak istismara zemin hazırlayan parametrelerdir.
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, yaşadığımız modern zamanda her geçen gün farklı bir yüzünü teşhis ve tespit etmeye çalıştığımız istismar realitesi, kendisini makyajlayan maharetli eller sayesinde sürekli yeni maskelerle karşımıza çıkmaktadır. Dinî değerleri örseleyip vasıfsızlaştıran bu tazyike karşı bilgi, hikmet ve marifeti kuşanıp agâh olmak bizi sabitkadem kılacak biricik reçetedir. Bu asil gayretin, dinimizi korumakla mükellef olan bizler için önemli bir şuur ve sorumluluk dersi olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir.
Murat Kalıç