Yalnızlık Hastalığına Dini Bakış
İnsan sosyal bir varlıktır. Toplum içerisinde ve toplumla birlikte yaşar. Yalnız yaşamak insan fıtratına uygun bir hayat tarzı değildir. Hukuki anlamda özel hayatın bir parçası olan yalnız kalma hakkı ile yalnızlık eğilimini birbirinden ayrı düşünmek gerekir. Yalnız kalma hakkı psikolojisi normal olan bir insanın dışarıdan rahatsız edilmeden hayatını yaşama ve kabiliyetleriyle baş başa kalma hakkıdır. Yalnız yaşama eğilimi ise genelde bozuk psikolojilerin sonucudur.
Yalnızlığın insan ruhu üzerinde olumsuz etkileri bilimsel olarak da tespit edilmiştir. Bunun için dinimiz aileyi, aile kurmayı ve aile içinde yaşamayı teşvik etmiştir. İnsan fıtratında paylaşma eğilimi vardır. İnsanlar sevinçleri kadar üzüntülerini de paylaşmak isterler. Paylaşılan sevinç artarken, üzüntü azalır. Zayıf zamanlarında insan bir başkasından destek alır, onun telkinleriyle teselli bulur ve hayata daha olumlu bakmaya başlar.
Aklına gelen olumsuzluklar dağılır. Karamsarlığa son verilir. İnsanlar maharetlerini birlikte yaşadıkları zaman daha iyi sergilerler. Başarısı alkışlanan ve takdir edilen insan bundan haz ve mutluluk duyar. Yalnız yaşayan insan bütün bunlardan mahrumdur. O kendisini bütünüyle karamsarlığa mahkum etmiş ve hayata kahretmiştir. Kişinin yalnızlığı tercih etmesi, toplumdan ve beraber yaşaması gerekenlerden kendini soyutladığı anlamına gelir. Yalnızlık muhabbeti öldürür. Normal bir insanın haz duyduğu şeyler ona anlamsız ve yavan gelir. Bütün bunlar insanın sağlıklı bir hayat sürdürmesine engel olur. İnsanı bunalıma ve intihara götürür.
Yalnızlık, maalesef çağımızın yaygınlaşan sosyal ve psikolojik hastalıkları arasındadır. Varlıklı, bir zamanın itibarlı, şöhret sahibi insanları bile hatta daha çok bu durumda olanlar yalnızlığı bir hayat tarzı hâline getirmektedirler. Bunun için de evinde ölü bulunan, belli bir zaman sonra cenazesine ulaşılan insanların haberlere konu olmasını ibretle ve üzülerek müşahede ediyoruz. Bunun en temel sebebi, insanlara kol kanat olan, barınma ve sığınmanın kutsal mekânı aile kurumunu örselememizdir. Ailesiyle ve aile içinde mutlu olabilme nimetinden mahrum olan insanlar kendilerini yalnızlığa terk etmektedirler. Böyle bir hayat anlayışının oluşmasında taklitçisi olduğumuz ülke ve zihniyetlerin büyük payı vardır. Yalnızlık, taklit ettiğimiz batının en kötü yan etkilerinden biridir. Ailedeki zihniyet değişikliği, vazife anlayışı yerine hak temelli aile mantığı, ailelerin dağılmasına zemin hazırlamaktadır. İnsanlardaki bencillik ve tenezzülsüzlük anlayışı, yalnızlık gibi olumsuz bir sonucu da beraberinde getirmektedir. Yalnızlığı tercih eden insan aslında kendi sonunu da hazırlamış olmaktadır.
Bahsedilen olumsuzluklar sebebiyle dinimiz yalnız yaşamayı doğru bulmamıştır. İnsanlar arasından ibadet amaçlı olarak ayrılmaları da kısa süreli tutulmuştur. Mesela itikâf denilen ibadet genelde on günden fazla olmaz. Bu da cami veya cami hükmünde olan mekanlarda yapılır.
Böylece itikâfa giren insan bütünüyle toplumdan uzak kalmamış olur. Bu durumda bile bir sosyal kurumun bünyesinde kendini özel bir ibadete yoğunlaştırır. Yine insanlarla iç içedir. Bunun dışında insanlardan tamamen uzak kalıp uzlet köşesine çekilmek dinimizde teşvik edilmemiş, fitne zamanlarında buna geçici ve kontrollü olarak ruhsat verilmiştir.
Dinimizin yalnızlık duygusunu kabul etmeyip bir arada yaşamayı teşvik ettiğinin en önemli göstergelerinden birisi, sıla-i rahim dediğimiz akrabalık ve dostluk ilişkilerini emretmiş olmasıdır. Efendimiz, aile bağlarının sıkı tutulmasını teşvik ederken bunun ömrü artıracağını ve rızkı bereketlendireceğini ifade etmektedir. Akrabalarıyla ilişkisini sıcak tutan, aranan, arayan, ziyaret eden, misafir eden ve misafir giden insanların aritmetik olarak ömrü artmasa da bereketli ve huzurlu bir hayat sürdüklerinde şüphe yoktur. Bu sebeple aile bireyleri başta olmak üzere, akrabaların, komşuların, aynı mesleğe mensup insanların birbirini ziyaret etmesi, bir araya gelmesi sosyal kontrolü temin edecek kurumlar oluşturmaları hep dinimizin öngördüğü şeylerdir. Bunların her biri yalnızlığı ortadan kaldırmaya yöneliktir. Rahmet insanı Sevgili Peygamberimiz de yalnız yaşamayı uygun bulmamıştır .
Kısacası İslam dininin yalnızlık hastalığının çözümü noktasında birinci derecede önerdiği reçete, aile ve dostluk bağlarının korunması ve geliştirilmesidir. Kendisiyle ilişkileri kesenle bile ilişkiyi devam ettirmenin büyük sevap olacağını emreden Hz. Peygamber’in ne demek istediği aslında bugün, yalnız yaşayanların problem yumağı hâline geldiği insanları görünce daha iyi anlaşılmaktadır. Bir sosyal kuruma devam etmek, camiye ve cemaate katılmak da yalnızlığı ortadan kaldırmaya yönelik dinî tedbirler arasındadır. Fakat en önemlisi, her ne pahasına olursa olsun aile ilişkilerini devam ettirme yönündeki dinî vurgular yalnızlığın ortadan kaldırılmasına çözüm olacaktır. Bu konuda yalnız yaşayıp yalnız ölen insanların bu durumundan kendileri kadar, ana-baba başta olmak üzere, evlatlar, akrabalar, komşular ve toplum olarak hepimiz sorumluyuz.
Herkes birbirini olumlu anlamda kontrol etmelidir. Hâl ve hatırını sormalıdır. Aksi hâlde böylesine olumsuz sonuçlara daha çok şahit olacağız. Bu hem Allah katında bizim sorumluluğumuzu artıracak, hem toplumsal huzuru zedeleyecek hem de bizi huzursuz edecektir. Çare sıla-i rahimdir.
Vefa, kardeşlik ve dostluk bilincinin zinde tutulması ve hayata geçirilmesidir. İslam’ın cemaatle namaza devam etmeye vaat ettiği yirmi yedi derece ödül aslında yalnızlığı ortadan kaldırmaya yönelik bir teşviktir. Cemaate devam etmeyen insanları da sivil toplum kuruluşlarına yönlendirerek sosyal alana çekmek dinî ve insani bir yükümlülüktür.