Yaradılış Ya Da Biz Nasıl Yoktan Var Olduk
Kuranıkerim sık sık Allah’ın yaratmasına dikkat çeker. Kâinat yoktu Allah onu var etti. Göklerle yer bitişikti, Allah onları birbirinden ayırdı, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Âdem’i (sa) topraktan, insanı adi bir sudan yarattı vb. Sonra da insanlar yeniden ve tekrar yaratılacak. Bunun imkânına da Allah sıkça ilkten yaratmasını delil gösterir ve ölü toprağı su ile diriltmesini misal verir.
Sadece Kuranıkerim’deki bilgilere bakıldığında bile yaratmanın çok boyutlu, çok evreli bir mesele olduğu anlaşılır. Allah her şeyi yoktan var etti ama belki de yüceliğini göstermek için bunu da çok farklı zamanlarda ve evrelerde yaptı. Bu farklılıktan olacak ki, Kuranıkerim’de yaratma ile ilgili pek çok kelime vardır yine bununla ilgili Allah’ın farklı isimleri bulunmaktadır. Kelimelere örnek olarak: Halk, icad, ba’s, tasvir, takdir, ihya, ibda’, ca’l, ber’, zer’ gibilerini verebiliriz. Allah’ın yaratmakla ilgili isimleri de Hallâk, Halik, Bâri’, Bâis, Musavvir, Muhyi, Mu’îd ve Bedî’ gibi isimleridir. Bu durum yaratmanın çok farklı kademelerine ve Allah’ın sonsuz gücüne ve büyüklüğüne işaret eder.
İnsanoğlunun kafasına takılan ilk düşünce sorunu varoluş olmalıdır. Bilgilenmeyi vahyin oluşturduğu zamanlarda bu meselenin problem oluşturmadığı ve her şeyi Allah’ın bir şekilde yarattığının verili bilgi/iman olarak kabul edildiği rahatlıkla söylenebilir. Vahiyden uzaklaşılmasıyla varoluş bir mesele haline gelmiş, bu da felsefeyi doğurmuş ve ontoloji felsefenin ilk önemli konusu olmuştur. Felsefe, var olan nasıl var oldu, ilkesi ya da arkhesi nedir sorusuyla doğmuş. İlk filozof sayılan Tales bu sorunun cevabını arayarak işe başlamış. O, bu ilkenin su olabileceğini düşünmüş. Sonra birisi çıkıp ‘ateş’ demiş. Diğeri toprak, bir başkası hava demiş. Hayır, bu dördü birlikte ilkedir diyen olmuş, nihayet Aristo da bu görüşü benimsemiş. Ayrıca var olanları Ay altı ve Ay üstü diye ikiye ayırmışlar. Ay altı bir bakıma bizim duyularımızla algıladığımız varlıklar, Ay üstü ise ruhani ve yine bir bakıma ezeli varlık alanı olarak düşünülmüş. Bilimin gelişmesiyle de elementler bağımsız ilke varlıklar gibi görülmüş.
Bu düşüncelerde olanlar kısaca şunu demek isterler: ‘Ezeli olan sadece tanrı değildir, başka ezeli varlıklar da vardır. Tanrı diğer varlıkları bu arkhelerden terkip edip şekillendirmiştir’. Şimdi böyle bir düşüncenin baştan ayağa yanlış ve çelişkili olduğu açıktır.
İlginçtir ki, Aristoculuğun İslam dünyasında Meşşailik olarak devam etmesiyle bu düşünceler öyle ya da böyle İslam ulemasını da etkilemiş, ilke sayılan bu dört unsur ‘anasır-ı erbaa’ adıyla kitabiyata geçmiş. Halen de bazı Müslümanlar ateş, su, toprak ve havayı temel unsurlarmış gibi dile getirirler. Bunlara bir de esir denen birleştirici bir ara unsur daha ilave ederler. Bazı tasavvuf erbabı da nefsin dört kademesinin bu dört unsuru temsil ettiğini söyler.
Bu ‘anasır-ı erbaa’ nazariyesini muhtemelen Kuranıkerim’le temellendirenler de çıkabilir. Çünkü Allah Âdem’i topraktan, ayrıca her canlıyı sudan, şeytanı ateşten, cinlerin atasını/Cânn’ı dumansız alevden yarattığını söylüyor. Melekler ise nurdan yaratılmış. İyi de böyle olması bunların ezeli birer ilke olduğu anlamına gelir mi? Ayrıca bu ilkeler nasıl var oldu? Ezeli iseler onlar da birer tanrı olmuş olmaz mı? Bunun içinden çıkabileceklerini sanmıyorum.
İslam filozofları/felasife eşyanın ezeli olduğu fikrini de onlardan almış olmalıdırlar. Felasife Allah’a inanırlar ama eşyanın da ezeli olduğunu söylerler. Aynı soru onlar için de geçerlidir. Dayandıkları ön kabul kadim Yunan felsefesindeki ‘hiçbir şeyin yoktan var olamayacağı’ düşüncesidir.
Zor anlaşılır meselelerden birisi de şudur: Felasife ‘sudûr nazariyesi’ ile eşyayı ezeli görmeyi nasıl bağdaştırırlar? Bilindiği gibi, onların yaradılış anlayışı ‘sudûr’dur. Yani birden ancak bir çıkar. Allah birdi ve mutlak akıldı. O’ndan ikinci, üçüncü… onuncu akıl sudur etti/çıktı ve böylece kâinat var oldu. Yani kâinat yoktan var olmadı, yine vardan var oldu. Çünkü bir şeyin yoktan var olması mümkün değildir. Gazali de eşyanın böyle ezeli olduğunu söyleyenleri tekfir eder. Onun tekfirini yumuşatmak için denebilir ki, Kelime-i Tevhidi kabul eden tekfir edilmez. Ama buna rağmen bu düşüncenin kendisinin küfür olduğu da açıktır. Bir fiilin ya da düşüncenin küfür olmasıyla, onun sahibinin kâfir olması farklı şeylerdir. Kural şudur: ‘Tevil eden tekfir edilmez’.