Allah Rasûlü'nün Terbiyesinde Olmak
Eğer biz, bugün değil de, saadet asrında, Peygamber Efendimiz'in dizi dibinde olsaydık... O'nun terbiyesinden geçip, O'nun nasihatleriyle günümüzü, gönlümüzü ve yönümüzü aydınlatsaydık. Mesela bir sabah vakti kapımız çalınsa ve:
"-Ey Fatıma! Güzel Kızım. Baban peygamber diye güvenme! Kıyâmet günü herkes kendi amelinden hesaba çekilecek! Haydi sabah namazına..." hitabıyla uyansaydık...
Yataktan nasıl kalkar, kendimizi nasıl hesaba çeker ve nasıl bir hesab gününe hazırlanırdık.
Yine bir gün Hazret-i Âişe anamızı ziyaret eden bir kız kardeş olsaydık, Hazret-i Esmâ gibi... Ve biz kendi aramızda sohbet ederken kapıyı çalıp içeriye giren Allah Rasûlü olsaydı. Bizi baş başa sohbet ederken görünce bir anda başını başka yana çevirseydi ve bize:
"-Esmâ Bacım, kızların büluğ vaktine geldikten sonra, elleri ve yüzü dışında bütün vücutlarını örtmeleri gerekir." diye tatlı bir nasihatte bulunsaydı...
Acaba yüzümüz nasıl al al olur, kendimize nasıl çekidüzen verirdik.
Yine bir gün hücre-i saadette, Peygamber Efendimiz'in muhterem zevceleri ile bir arada bulunsaydık... Kapı çalınsa ve kapıda bir âmâ Abdullah ibn-i Ümmi Mektum içeriye girmek için izin isteseydi... Biz de kendi aramızda:
"-Girsin canım, nasıl olsa âmâ, bizi göremez" diye konuşsaydık ve İki Cihan Güneşi biraz tatlı, biraz sert diğer odaya geçmemizi isteyerek şöyle buyursaydı:
"-Onun gözleri âmâ, fakat ya sizinkiler!.."
Bunlar ve daha nice yaşanmış örnekleriyle, biz Peygamber Efendimiz'in terbiyesinden geçseydik, acaba bugünkü yanlışlarımızın ne kadarı kalırdı?
İbâdet hayatındaki gevşekliklerimiz, tesettür konusunda bazen ifrata, bazen tefrite varan tavır ve hareketlerimiz, erkeklerle olan ihtilat ortamlarında bir arada rahatça bulunmamız, hatta onlarla şakalaşma ve sohbetlerimiz?!..
Peygamber Efendimiz'in terbiyesinde olmak imkânsız mı? Bunun için illâ o devirlerde yaşamak, onunla beraber aynı havayı solumak, Medine-i Münevvere'de ikâmet etmek mi gerekiyor? Eğer O, Allâh'ın bir elçisi ise, söyledikleri ve yaşadığı hayat gözler önündeyse, binbir teferruatıyla kitaplara ve hadis mecmualarına geçmişse, onu uzaklarda aramaya gerek yok! Onun terbiyesine girmek için, O'nun devrinde yaşamaya da gerek yok! Sadece niyetimizi düzeltmemiz ve hayatımıza bir çekidüzen vermemiz gerekiyor, onun sünnet-i seniyyesi eşliğinde...
Tüm varlıklara ikram edilen muhabbet ve sevgi, kainatın, özelde de insanın özündeki en mühim özelliktir.
Rabbimiz muhabbetiyle yarattı her şeyi. Muhabbetiyle sardı cihanı. Ve bizlere en yüce din olan İslam penceresiyle araladı nice hikmet ve sırlarını. Araladı ki, o muazzam bilinmezler muammasını bir nebze olsun görebilelim.
O pencereden uzak kalmak. Tıpkı ömürlerini yurt dışında geçirmiş olan arkadaşlarım Sevgi ve Sevda'nın durumları gibi… Onların İslam'dan uzak kalışları ya da uzak tutuluşları gibi o muazzam hikmetler ve feyz penceresine uzak kalışları gibi…
Yakın bir süre önce onlarla yaşadığım bir hafta bana bir kez daha ne kadar büyük bir nimet içerisinde olduğumuzu hatırlattı.
Daima hamdetmekteyim. İslam'ın şefkat ve sıcaklığını tadabileceğim bir yuvada dünyaya geldim. Ve bu gün en önemli değerim olan dinimi en güzel şekilde yaşayabilme imkan ve fırsatına sahibim.
Zaman zaman yurt dışından gelen misafirlerimiz ya da akrabalarımız, bizlerin Türkiye'de ne kadar da huzurla İslam'ı yaşayabildiğimizi söylerler ve kendi hallerinden şikayet ederlerdi. İslamî ortamlardan ne kadar da uzak olduklarını anlatırlardı. Hele yeni nesil daha da büyük bir tehlikenin içerisindeydiler. Sevgi ve Sevda'yla geçirdiğim o bir hafta bana gerçekten de çok şey öğretti. Şükrünü edâ etmem gereken ne kadar çok şey olduğunu anlayıverdim bir kez daha.
Sevgi ve Sevda iki kardeşti. Otuz küsur yıldır Avrupa'nın en özgür kentlerinden birinde yaşıyorlardı. Son on-onbeş yıldır da -akrabamız olmalarına rağmen- pek fazla görüşemiyorduk. Tâ ki, onların İslam aşklarının, hasret kaldıkları sevdâlarının yeniden filizlenmeye başlamasına dek. Tâ ki, annelerini kaybettikleri ve ölüm gerçeğiyle tanıştıkları günlere dek…
Sevgi ve Sevda otuz küsur yıldır İslam'dan uzak kalmışlardı. Özgürlükler ülkesinde derin boşluklara itilmişler, ruhları sanki ebedî bir yalnızlıkla dost olmuştu. Nice, özgürlük etiketiyle sunulan zehirli neş'eler de cabası olmuştu onlar için.
Fakat annelerinin vefatıyla yüzleştikleri gerçekler, onları çok etkilemişti. Günlerce annelerini beklemişler, daha evvel hiç haberdâr olmadıkları âhiret âlemine merak salmaya başlamışlardı. Geçen günler de annelerini geri getirmiyor, bilakis yalnızlıkları daha da artıyor, üstelik eski neşeleri de yerine gelmiyordu bir türlü.
Merak saldıkları âhiret âlemi onları öteler ötesine taşımış ve artık onlar için İslam'la yüzleşme vakti gelmişti. Uzun zaman okumuş, okudukça düşünmeye başlamışlardı. Yıllarca ırak bırakıldıkları huzuru tekrar tatmaya başlamışlar, özlerinde var olan sevdalarını yeniden yeşertebilmenin heyecanını taşımaya başlamışlardı. İçerisine daldıkları o muazzam ibretler penceresine yaklaşmaya başladılar. Yaklaştıkça okuyor okudukça açılıyorlardı. Hemen namaza başlamış, daha önce kendilerine hiç öğretilmemiş sûreleri, duâları ezberlemenin telaşına düşmüşlerdi. Az zamanda epey mesafe kat etmişler, işten arta kalan zamanlarını da İslam'ı öğrenmeye ayırmışlardı.
Bu seneki Kurban bayramını da yıllardır uğramadıkları memleketlerinde geçirmeye karar vermişlerdi. İşte bu vesile ile yıllar sonra tekrar bir araya gelmiştik. Tüm yazdıklarım, onların benimle paylaştıklarından sadece birkaç satır.
Bu iki kardeşi görmeliydiniz. İslam'a ne kadar da susamışlardı. Çok kısa bir zamanda dinlerine öylesine bağlanmışlardı ki, onlara ne zaman İslam'dan bir şeyler anlatmaya başlasam hemencecik gözleri doluyor, yıllarca bu güzelliklere neden bu kadar uzak yaşadıklarını sorgulamaya başlıyorlardı.
Onlar artık huzurluydular. Artık o gel-geç neş'elerden sıyrılmış, ebedî neş'elere aşinâ olmaya başlamışlardı. Onlar sadece iki kardeş. Onlar gibi o kadar çok kardeşimiz var ki, onlara ulaşmalıyız ve onların tekrar gerçek mutluluklarla buluşmalarını sağlamalıyız. Lezzetiyle cimrileştiğimiz o güzel dinimizi onlarla paylaşmaktan çekinmemeliyiz. Paylaşmalıyız sevdaları, sevgileri.
Sevgileri sevdalarına kavuşturmalıyız, aslında bizim de hasretini çektiğimiz, paylaştıkça artacak olan sevdalara…
Kerime Canan
Rabia Annemiz "İnsan" Olmak
Bu kıymetli annemiz, Sâmi Efendi -kuddise sirruh-'un zevcesidir. Zevcinin kıymetini bilirler; onun sohbetlerinden, nasihatlerinden azami istifâde etmeye çalışırlardı. Bu vesileyle zaman zaman Mahmud Sâmî Efendi'yi dinlerken notlar tutar ve bu notları kendi çevresine ve ziyâretine gelenlere aynen aktarırlardı. Tıpkı berrak bir su, parlak bir ayna gibiydiler.
Kendisini ziyâret edip, sohbetlerinde bulunduktan sonra uzun müddet oradaki huzur hâlinin devam ettiğini hissederdik. Bu hâlin günlerce tesirinde kalırdık.
Râbia Annemiz bir seferinde şöyle ibretli bir bilgi vermişlerdi:
"-Evlatlarım bir çamaşır düşünün. Kirlendiğinde kaç merhaleden geçiyor. Önce kaynar suda yıkanıyor. Sonra ince sık makinelerden geçerek sıkılıyor. Sonra sıcak güneşle kuruyor. Sonra da sıcak ütüyle ütüleniyor. Ondan sonra kullanılıyor. Ya insanoğlu... O da bir çok merhalelerden geçmedikçe "insan" olamıyor. Yine bir elma düşünün. Önce bıçakla soyularak, sonra rendelerseniz ikinci bir bıçaktan geçince yemesi lezzetli olduğu gibi bizlerde dünyada bazı imtihanlardan geçebiliriz. Bu imtihanlara karşı sabır, teslimiyet, tevekkül ve rıza göstermeliyiz. Cenâb-ı Hak, dünyamızı da, âhiretimizi de kolay getirsin.
Âmin."
Şam Yılları
Onun, bu sözlerini nasıl hayatına geçirdiğine dair şu olay çok ibretlidir:
Mahmud Sâmi Efendi'ye, Şam'a gitmesi işaret ediliyor. Usulüne uygun bir şekilde ailesi Râbia annemize mevzûyu açıyorlar. O sırada Rabia annemiz, oldukça rahatsız olmalarına rağmen "baş üstüne!" deyip yataktan kalkıyor ve yol hazırlığına başlıyorlar. Ne bir itiraz, ne bir isyan veya soru...
Bin bir meşakkatle uzun müddet yol alıyorlar ve Şam'a varıyorlar. Ancak ulaştıkları şehirde ne bir tanıyan var, ne de yardımcı olup yol gösteren. Altı ay kadar bir binanın bodrumunda yaşıyorlar. Bir çok sıkıntı çekmelerine rağmen mübârek vâlidemiz, yine teslimiyet hâlini muhafaza ediyor. Ne bir itiraz, şikâyet veya soru... Hep beraber huzur içinde yaşıyorlar.
Rabia Annemiz, Mahmud Sâmî Efendimizle olan münâsebetlerini ve ona karşı olan muâmelesini şöyle anlatırlardı:
"-Muhterem Efendimiz'i, boş kelâmlarla, hafif-meşrep hareketlerle asla meşgul etmemeye çalıştım. Bir ân yanından ayrılmadım. Ne istediğini gözlerinden anlamaya çalışırdım. Elli altı sene hizmet nasip oldu. Daima aramızda bir "edep dairesi" vardı. Zaman zaman ellerini açar, duâ eder bu esnâda benim de gönlümü hoş ederdi. Yine bir gün bana "Bu yola çok yardımın oldu; Allâh razı olsun, hakkını helal et!" demişlerdi. Mahcup oldum. "Estağfirullâh, evlatlarıma hizmet, benim için şereftir." dedim. Sâmi Efendi, sabrın zirvesindeydi. Dört sene gözü görmediği hâlde, hiç kimseye fark ettirmemişlerdi. Nihayet bir gün yakınlarının dikkati sonucunda, bu durum anlaşıldı. Senelerce diğer rahatsızlıklarından uf bile demedi. Ömrünce kanasıya su içmedi. Kendisine hizmet edenler tarafından ona takdim edilen tepsiye ayran, su, meyve suyu gibi çeşitli içecekler konduğu halde, o bunlardan cüz'î bir miktar içer ve çok az yemek yerlerdi."
İstikâmet
Yine Râbia Annemiz anlatıyor:
"-Şam'a gidilirdi. Şam'ın halkı duâya, kerâmete meraklıymış etrafına toplanıp kendisinden kerâmet beklediklerinde, O:
"-Mübarek Sıddık-ı Ekber Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ömrü boyunca hiç kerâmet göstermemişler. İnsanoğlundan istenen istikâmettir." buyurdular.
Duâya meraklı olanlara da ellerini açar, Fatiha Sûresi'ni okurlarmış. Her hâlleri mahfiyet içerisinde idi.
Allâh, bu mübârek annemizin feyiz, teslimiyet, sabır ve hikmet dolu hâllerinden bizlere de hisseler nasib etsin. Âmin.
Zahide Topcu
İncitmemek, incinmemek
Peygamber Efendimiz'in müezzinlerinden Abdullah bin Ümm-i Mektûm -radıyallâhü anh- zaman zaman Rasûlullâh Efendimiz'in yanına gelir:
"-Yâ Rasûlallâh! Allâh'ın sana öğrettiklerinden bana da öğret!" diye yalvarırdı.
Peygamber Efendimiz de; o temiz yürekli sahâbîsini kırmaz, tatlılıkla bütün sorularına cevaplar verirdi.
Birgün Kureyş'in ileri gelenlerinden birkaç kişi Peygamberimiz'in yanında bulunuyorlardı. Hazret-i Peygamber de: "Belki bu Kureyş'in ileri gelenleri imana gelirler de mâhiyetindekiler de hidâyet bulurlar." ümidi içindeydi. Bu sırada doğuştan âmâ olan müezzin Abdullah ibn-i Ümm-i Mektûm yine geldi. Âmâ olduğu için Rasûlullâh'ın yanında kimlerin bulunduğunu bilmiyordu. Bundan dolayı her vakitki ricasını tekrarladı. Misafirler yanında bu yersiz suâlden Hazret-i Peygamber üzüldü ve sıkıldı. Başını öte tarafa çevirdi. Alâka göstermedi. Bu durumdan Abdullah ibn-i Ümm-i Mektûm'un gönlü hafifçe incindi. Bunun üzerine Abese Sûresi'nin başında bulunan iki ayet nazil oldu:
"Rasûlullâh, âmâ geldi diye yüzünü buruşturdu ve başını çevirdi."
Bu hadiseden sonra Rasûlullah Efendimiz Abdullah ibn-i Ümm-i Mektûm'u ne zaman görse:
"-Ey kendisi için Rabbimin bana sitem ettiği zat, merhaba!" diye buyururlardı.
Hiç şüphesiz bu hâdise, ümmeti irşâd için Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in şahsında sergilenmiş bir ilâhî örnektir. Bununla, bütün ehl-i îmâna böyle mevzûlarda takip etmesi gereken istikamet gösterilmiştir. Dolayısıyla Hak dostları, bu mesele üzerinde, yâni incitmeme hususunda titizlikle durmuşlar ve gönülleri birer nazargâh-ı ilâhî, yâni bir bakıma mânevî kâbetullâh olarak addetmişlerdir. Zîrâ kim gönül kâbesine zarar verirse, hakîkatte onun sahibini incitmiş olur. Bu itibarla denir ki:
"Allâh, gönlü kırıklarla beraberdir."
Hadîs-i şerîfte buyurulur:
"Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk'a bir ilticâsında:
"- Yâ Rab! Seni nerede arayayım?" dedi.
Allâh Teâlâ buyurdu ki:
"- Beni, kalbi kırıkların yanında ara."" (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)
Hazret-i Mevlânâ'nın naklettiği şu hikâye, bu gerçeği ne kadar güzel yansıtır:
Bir gemide bir derviş vardı. Yükü ve eşyası yoktu. İyi huylarından, mertlik ve insanlıktan bir yastığa dayanmıştı. Gemi suların üzerinde akıp giderken bir ara gemide bir kese altın kayboldu. Derviş ise o sırada uyumuştu. Herkesi aradılar, bulamadılar; biri de o dervişi gösterdi. Ve:
"- Şu uyuyan fakiri arayalım." dedi.
Para sahibi, derdinden dolayı yok yere onu uyandırdı. O mâsum dervişe itham dolu bakışlarla:
"- Bu gemide bir kese altın kayboldu. Herkesi aradık; bulamadık. Sıra sende! Hırkanı çıkar, soyun da, halkın şüphesi kalmasın." dedi.
Derviş:
"Ya Rabbî! Mâsum kulunu suçlu buluyorlar, hâlimi sana arzediyorum!" diye Hakk'a iltica etti.
Gemidekiler dervişin gönlünü kırıcı davranmışlardı. O temiz gönlün sahibi, yâni Hak Teâlâ ise, onun kırılmasına râzı olmadığından balıklara emretti ve o anda denizin her tarafından sayısız balık başını çıkardı. Her birinin ağzında çok kıymetli iri bir inci vardı. Her birinin ağzında bir inci vardı ama ne inci... O incilerden her biri bir memleket geliri değerinde idi. Allâh tarafından lutfediliyordu. Kimsenin o incilerde hakkı yoktu.
Derviş balıkların ağzından birkaç inci alıp geminin ortasına attı. Kendisi de sıçrayıp havada iskemleye oturur gibi oturdu. Padişahların tahtlarına oturdukları gibi bağdaş kurmuş, havada duruyordu. Gemi de onun önünde gitmede idi. Gemidekilere seslenerek dedi ki:
"Haydi gidin; gemi sizin olsun Hak benim olsun! O, ne beni hırsızlıkla suçlar, ne de beni kusurlarımı açığa vuran birisinin eline bırakır."
Gemide bulunanlar:
"- Ey ulu kul! Sana bu yüce makamı ne yüzden verdiler?" diye seslendiler.
Derviş:
"Mânâ sultanlarına saygı gösterdiğim için verdiler. Yoksullara karşı da hiç kötü zanna kapılmadım. O latîf ve nefesi hoş yoksullar yok mu; "Abese" Sûresi onları yüceltmek için geldi. Onların yoksulluğu dünyalık için veya dünyaya sarılmak için değildir. Onların dünyada Hak'tan başka hiç bir şeyi olmadığından, onlar yoksulluğu benimsemişlerdir." dedi.
Bu kıssadan hisseyi Hazret-i Mevlânâ şöyle ifade buyurur:
"İnsanı inciten kişinin, Allâh'ı incittiğinden haberi yoktur. O bilmiyor ki bu küpün suyu, Hak ırmağının suyu ile birleşmiştir."
"Bilgisizliğimiz, körlüğümüz yüzünden Hakk'ın velîlerini hor görmek, onları incitmek istiyoruz."
"İbtila, belâya uğrayış bir hastalıktır, belâya uğrayan kişiye acırlar, ama ahmaklık öyle bir hastalıktır ki başkalarını yaralar ve incitir."
"Ahmaklar insan yapısı mescide saygı gösterirler de, gönül sahiplerinin gönüllerini kırmaya çalışırlar."
"Bu gönül evinin içinde kimin bulunduğunu biliyorsanız, bu gönül sahibinin kapısı önünde ettiğiniz terbiyesizlik nedendir?"
"Oysa bir Allâh adamının, yani bir peygamberin veya velînin gönlü incinmeyince, Allâh hiç bir kavmi rezil ve rüsvay etmemiştir."
Dolayısıyla tasavvuf, incitmemek bahsi üzerinde ziyadesiyle durur. Öyle ki, incinmemek derecesinde…
Sâmi Efendi Hazretleri, Daru'l-Fünûn Hukuk Fakültesi'ni yeni bitirmişti. Onun güzel hâlini ve tertemiz sîretini pek beğenen bir Allâh dostu:
"- Evlâdım, bu tahsîl de güzeldir ama, sen asıl tahsîli ikmâl etmeye bak. Seni irfân mektebine kaydedelim, orada da gönül ilimlerini ve âhiret sırlarını öğren." dedi.
Ardından ekledi:
"- Evlâdım, o mektebde nasıl eğitim yaparlar, ne öğretirler bilemem. Ama bildiğim bir şey var ki, bu tahsîlin ilk dersi incitmemek, son dersi de incinmemektir..."
İncitmemek, nispeten kolaydır. Ama incinmemek elde değildir. Zîrâ o, bir gönül işidir. Dolayısıyla incinmemek, ancak fânîlerden gelen ve kalblere saplanan zehirli okların tesirsiz kalması ile mümkündür. Bu da, nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesinin kemâlindeki seviye nisbetindedir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tâif'te taşlanıp hakâret gördüğünde melekler:
"- Ey Allâh'ın Rasûlü! Dilersen şu iki dağı birbirine çarpıp buranın zâlim halkını helâk edelim." demişlerdi.
Ancak o âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan yüce Peygamber, meleklerin bu teklifini kabul etmediği gibi şefkat ve merhamet duyguları içerisinde mübârek yüzünü Tâif tarafına çevirdi ve ahâlisinin hidâyet bulmaları için duâ eyledi. (Bkz. Buhârî, Bed'u'l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111.)
Bir Peygamber âşığı olan Hallâc-ı Mansûr da taşlanırken:
"- Allâh'ım! Bunlar bilmiyorlar, benden evvel onları affet!" diye duâ etmiştir.
Bu, gerçek tahsîl ile, yâni mânevî terbiye neticesinde elde edilen kalb-i selîme âit bir hâldir.
Ebu'l-Kâsım el-Hakîm'e, kalb-i selîmin sıfatlarını sorduklarında şunları söylemiştir:
"Kalb-i selîmin üç vasfı vardır:
Birincisi incitmeyen bir kalb,
İkincisi incinmeyen bir kalb,
Üçüncüsü de iyiliği Allâh'ın rızâsı için yapıp karşılığını beklemeyen bir kalb...
Zîrâ bir mümin, Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna, hiç kimseye eziyet etmeyince verâ ile; kalbini Rabbe yöneltip kimseden incinmeyince vefâ ile; yaptığı sâlih amellere herhangi bir fânîyi ortak etmeyince de ihlâs ile gelir...
"
Şâir ne güzel söyler:
Cihân bâğında ey âkil, budur makbûl-i ins ü cin;
Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin!..
İncitmemek ve incinmemekte en mühim hususlardan biri de, kusur ve kabahat örtmektir. Bu güzel ahlâkı gerçekleştirmek için Belh meşâyıhından Hâtem Hazretleri, işitmesine rağmen esamm, yâni sağır lakâbını almıştır. Şöyle ki:
Birgün kendilerine mâruzâtta bulunmak üzere dertli bir kadıncağız geldi. Tam merâmını anlatmaya başlamıştı ki, kadından gayr-ı irâdî olarak, kazâ ile gaz sancısı neticesinde çirkin bir ses sâdır oldu. Kadın bir mum gibi eridi, âdetâ mahvoldu. Hâtem Hazretleri ise, kadının mahcûb olup müşkil durumda kalmaması için hiçbir şey duymamış gibi kendisini işitmezliğe verdi ve elini kulağına götürerek:
"- Bacım, kulağım zor işitiyor; biraz yüksek sesle söyle! Duyamadım…" dedi.
Böylece kadıncağız, gayr-i ihtiyârî vâkî olan kusurunun gizli kaldığını düşünerek rahatladı. Merâmını yüksek sesle tekrar anlatmaya başladı.
Bu misâldeki parlak inceliği ve ahlâkî seviyeyi sâdece kitaplardan edinilen mâlumatlarla hayâta geçirmek elbette ki mümkün değildir. Hâtem Hazretleri'nin sergilediği bu nezâketle incitmeme duygusu, onun Cenâb-ı Hakk'ın Rahmân, yâni merhamet ve "Settâru'l-uyûb" yâni "ayıpları örtücü" sıfatından aldığı hisseyi ancak ahlâka inkılâb ettirebilmiş olmasıyla îzâh edilebilir. Böyle davranışlar, özellikle tasavvufta "Allâh'ın ahlâkıyla ahlâklanma" şeklinde tâbir olunmuştur.
İncitmemek hususunda hadîs-i şerîfte buyurulur:
"İnsana günah olarak müslüman kardeşini küçük görmesi yeter…" (Müslim, Birr, 32)
İncinmemek hususunda hadîs-i şerîfte buyurulur:
"Size iyilik yapanlara karşı iyilik yapmak, fenâlık yapanlara da fenâlık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, size fenâlık yapanlara karşı aynı şekilde mukâbelede bulunmayıp iyilik yapabilmektedir." (Tirmizî, Birr, 63)
Hak Teâlâ buyurur:
"Rahmân'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında (incitmeksizin) "Selâm!" derler (geçerler)." (el-Furkân, 63)
Bu yüksek hâller, bir firâset meselesidir. Yoksa insan, farkına varmadan nice çamlar devirir. Yâni ille firâset, ille firâset…
Firâset nedir?
Firâset, peygamberlerin sıfatlarından bir cüzdür. Muhatabın aklının seviyesine göre davranmaktır. Zîrâ bir kimseyi sevindiren bir davranış, diğer bir kimseyi üzebilir. Dolayısıyla insan terbiyesi, onun psikolojik durumunu tespit edebilmek ve hadiselerin iki üç merhale sonrasını hesap edebilmekten geçer.
Firâsetin şaheseri, ölüm bilmecesini halletmenin gayreti içinde olmakla başlar. Zîrâ fânî âlemde sırlara ve hakîkate ârif olabilmek, ancak "ölmeden evvel ölebilmekle" mümkündür. Yâni nefsânî ve dünyevî arzulardan vazgeçebilmek zarûrîdir. Hak dostları bu hususta şu düsturlara riâyet ederler:
İki şeyi unutma:
1. Allâh -celle celâlühu-
2. Ölüm
İki şeyi unut:
1. Sana yapılan fenalıklar.
2. Yaptığın hayırlar.
Bize yapılan fenâlıkları unutmak, affetmek olarak gerçekleştirildiği takdirde bu daha büyük bir fazîlettir. Çünkü kul, affede affede ilâhî affa mazhar olur. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:
"(Resûlüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir." (el-A'râf, 199)
"Bir iyiliği açıklar yahut gizlerseniz veya bir kötülüğü (açıklamayıp) affederseniz, şüphesiz Allâh da ziyadesiyle affedici ve kadirdir." (el-Nisâ, 149)
"…Allâh'ın sizi affetmesini istemez misiniz?..." (en-Nûr 24/22)
İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor:
"Bir adam Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e gelerek: "-Hizmetçiyi ne kadar affedeyim?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz susup cevap vermedi. Adam tekrar:
"-Ey Allâh'ın Resûlü! Hizmetçimi ne kadar affedeyim?" diye sordu.
Bu defâ Fahr-i Kâinât Efendimiz (kesretten kinâye olarak):
"- Her gün yetmiş defa affet!" cevabını verdi. (Ebu Dâvud, Edeb, 123-124/5164; Tirmizî, Birr, 31/1949)
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz'in dünyâya vedâ ânında fem-i Muhsinlerinden sâdır olan şu son sözleri ne kadar mânidardır:
"Namaz! Namaza dikkat ediniz! Mâlik olduğunuz (köleler, kadınlar ve çocuklar) hakkında Allâh'tan korkun!" (Ebû Dâvûd, Edeb, 123)
Bir başka hadîs-i şerîfte Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyururlar:
"İnsanlara borç para veren cömert bir kimse vardı. O kişi hizmetçisine:
"-(Borç verdiğimiz) fakire (borcu almak için) varırsan (o imkân temin edememişse) ondan vazgeç ve onu affediver (alacağımızı hibe et)! Umarım Allâh da bizi affeder." derdi.
Adam Allâh'a kavuştu ve Allâh onu affetti." (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Müsâkât, 31)
İşte bu, firâsettir. Bizim de böyle davranmamız için Âlemlerin Efendisi tarafından gönüllerimize takdim edilmiş yüce bir hâldir. Bu hâle erenler, Allâh dostu olurlar. Onun için hiçbir Allâh dostu ahmak olmaz. Hiçbir ahmak da Hak dostluğuna yükselemez.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'e bir kimse methedildiği zaman:
"Onun aklı nasıl?" buyururlardı.
Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmelerde sık sık:
"Akıl etmezler mi? Düşünmezler mi?" buyurur.
Yâni Allâh Teâlâ, kullarına, kalbe bağlı olarak aklı kullanmaları hususunda ısrar etmektedir.
En büyük firâset, istikbal bilmecesini çözmektir. Onu çözen kimse de artık hiçbir fânîden incinmez, hiç kimseyi de incitmez. Her hâdisedeki murâd-ı ilâhîyi ve ezel-ebed sırrını sezer. Hak rızâsına göre davranır.
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyurur:
"Rabbine karşı dâima edebi muhâfaza et! Hâdiselerin, Cenâb-ı Hakk'ın takdîriyle meydana geldiğini unutma. Arada vâsıta olan ne varsa, sadece birer izâfî sebeplerden ibarettir."
Ehl-i gönül buyurur:
"İnsanlar arasında kendini bilenler, şu üç vasfa sahip olanlardır:
1. Rüzgârı bile incitmeyenler,
2. Kendi ad ve sıfatlarını söylemekten edeb edenler,
3. Hâlık'ın mahlûkuna merhamet ve şefkat ile nazar edenler."
Hâsılı incitmeme ve incinmeme hususunda kalbî seviyemiz: "Seni öldürmeye gelen sende hayat bulsun." düstûrunu gerçekleştirebilecek bir kıvamda olmalıdır.
Cenâb-ı Hak, bu yüksek hâli, yâni ince, zarif ve rakik bir gönle sahip olabilmeyi cümlemize ihsân buyursun. Âmîn…
Çocuklarımız ve İbadet
Anne: "-Hâle, hadi kızım, akşam namazını biz de birlikte kılalım. Bak ablan namazını kıldı."
Hâle (9 yaşında): "-Şimdi arkadaşlarım gelecek. Onlarla ders çalışacağız. Neden namaz kılıyoruz ki anne, daha sonra kılsak?"
Anne: "-Arkadaşların gelmeden biz de namazımızı kılalım, hadi kızım. İstersen ablan neden namaz kıldığımızı açıklasın."
Meryem (12 yaşında): "-Bak Hâle, Yüce Allâh bizleri seviyor, bizlere sayısız lutuflarda bulunuyor ve O'na ibâdet etmemizi istiyor. Biz de Mevlâmız'a, O'nu sevdiğimizi, gönülden ibâdet ederek göstermeliyiz…
"
Anne: "-Aferin yavrum. Bak ablan ne güzel açıkladı kızım. Sen de namaz kılacak yaşa geldin. Namaz hakkında bilgiler edindin ve kısa sûreleri de eksiksiz öğrendin. Hadi gel şimdi beraber namazımızı kılalım!.."
Hâle (9 yaşında): "-Tamam anneciğim arkadaşlarımız gelmeden namazımızı kılalım."
İbâdet kısaca; sağlam bir inançla Allâh'ın emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak ve bunları yaparken de Allâh'a karşı sevgi, saygı ve itaat şuuru içerisinde bulunmaktır, diyebiliriz. İnsana, sorumluluk duygusu veren, kişilik ve karakterinin güçlenmesini sağlayan, diğer taraftan da psikolojik rahatlama aracı olan ibâdetin âilede, anne-baba tarafından iyi bir iletişim ortamı oluşturularak, çocuklara 0-7 yaş arasında aşılanması özenle üzerinde durulması gereken bir husustur.
Hepimiz, yüce Allâh'ın emâneti olan çocuklarımızı âile yuvasında en güzel şekilde büyütmenin yanısıra, Allâh'a kulluklarını da lâyıkıyla îfâ edebilecek donanımda yetiştirebilmenin gayreti içerisinde olmalıyız.
Kulluğumuzun bir ifâdesi olan namaz ibadetini âilemize tavsiye etmemizi, Yüce Allâh bir âyet-i kerîmesinde bize şöyle bildirmektedir:
"Âile fertlerine namazı emret ve kendin de ona devam et." (Tâ-hâ, 132)
İbadet şuur ve alışkanlığının çocuklar tarafından kazanılması için din eğitimi ihmal edilmemelidir. Dînî davranışların çocuğumuz tarafından severek îfâ edilmesinin bir alışkanlık hâline gelmesi onun ahlâkî yönden de belli bir kıvama geldiğini gösterir. Bu ise ancak sıhhatli işleyen bir âile yuvasının eseridir.
Bu yüzden âilede sevgi kültürünün ve disiplinin hakim olması, fertlerin ilgi ve isteklerinin dikkate alınması, iyi bir sosyal çevre seçilmesi, genel mânâda eğitim ve özelde de ibâdet eğitimi alanında ebeveynin bilgi edinmesi, ibadet alışkanlığını kazandırmada acele etmeden, fedâkârlık, sabır, tahammül ve örnek yaşayışla uzun bir zaman diliminde gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Ayrıca çocuğumuzu gelişim açısından tanımamız da gerekmektedir. Onun dînî ve ahlâkî gelişimini dikkate almak, ayrı bir önem arz eder. Çocuğun gelişiminde dînî potansiyelin tezahürünün dil, duygu, zihin ve sosyal gelişimlerle alakalı olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
Çocuklarımızın ibadetlerini gönülden ve aksatmadan yapmalarını sağlamak için sevgi ve bilgi açısından yeterli seviyeye getirilmelerinin yanında onlarda; seven ve sevilen bir Allâh, seven ve sevilen bir Peygamber inancının yer etmesini de sağlamalıyız.
İbâdetlerini yerine getiren çocuğumuza memnûniyetimizi hissettirecek ölçülü davranışlarda bulunmalı ve onun bu heyecanını canlı tutacak bir takım maddî mükâfatlar da vermeyi ihmal etmemeliyiz.
Çocukların; ibadeti bir alışkanlık hâline getirmesinde, ebeveynler tarafından yapılması îcâb eden hususları, örnek olması açısından kendi âilemden gördüğüm kadarıyla şöyle ifade edebilirim:
"Babam bizlere sevgi ve şefkatle yaklaşır, fırsat buldukça din büyüklerinin hayat hikayelerini ve çeşitli dînî hikayeler anlatırdı. Bunun yanında evde cemaatle namaz kılardık. Bazen anne-babamı, tek başlarına namaz kılarken görürdük. O zamanlar da huşû içerisinde namaz kıldıklarını hatırlıyorum. Babam, dînî ve tarihî mekanları gezdirirdi. Uygun ortamlar oluşunca dînî konularda bilgi eksikliğimizi gidermeye çalışırdı. Meselâ neden ibâdet etmemiz gerektiğini sorduğumuzda, güzel bir uslûbla seviyemize uygun bilgiler verirdi. Kendisi bir öğretmen olmasına rağmen, âile içerisindeki hâl ve tavırları okulda bir öğretmenin öğrencilerine bilgi vermesi gibi olmazdı…"
Bu yüzden âilede anne-babanın, gerek çocuk eğitimi konusunda gerek dinî bilgi ve kültür konusunda bilgili ve sürekli kendilerini geliştiren, dîni anlama ve yaşama konusunda samîmi ve gayretli kimseler olmaları çok önemlidir. Anne ve baba çocuğun aynasıdır. Bu aynadan dâimâ güzel şeyler görmelidir çocuklar.
Peygamber Efendimiz'in şu hadîs-i şerîfleri de çocuğumuza nasıl güzel bir dînî eğitim verileceğini göstermektedir:
"-Çocuğunuza bırakacağınız en güzel miras, onu, hem dünya ve hem de âhiret mutluluğuna eriştirecek bir terbiyedir."
"-Kimin çocuğu varsa onunla çocuklaşsın."
Ayrıca Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-'ın şu sözleri de bizlere tutacağımız yolu ne güzel göstermektedir:
"Yedi yaşına kadar olan çocuğunuzla oynayınız, onbeş yaşına kadar arkadaşlık ediniz, onbeş yaşından sonra istişâre ediniz."
Yüce Allâh evlatlarımızı hakîkî mânâda kendisine kul; vatanına, milletine hayırlı birer evlat olarak yetiştirmeyi hepimize nasib etsin. Amin!
Halide Gülşen
Pratik bilgiler Kızartmanın İncelikleri
Kızartmadan her zaman ağır ve sağlıksız olduğu gerekçesiyle uzak durulur. Ama usûlüne uygun olarak yapıldığında, kızartırken farklı teknikler uygulandığında, hiç de öyle olmadığını göreceksiniz.
* Öncelikle kızartma kabı derin olmalı ve yağın yanmaması için kızartma bol yağda yapılmalıdır. Bol yağda oksidasyon olmayacağı için yiyeceğin besin değeri azalmaz.
* Kızartılacak malzeme hiçbir işlemden geçirilmeden yağa atılırsa, yağı fazla emer ve ağır olur. Bunu önlemek için una veya galeta ununa bulayıp pane yaparak ya da önceden hazırlanmış özel soslara batırarak kızartmayı deneyin. Fazla yağın giderilmesi için, malzemeler tavadan mutlaka kağıt havlu üzerine çıkarılmalıdır.
Tüm meyvelerin bol bulunduğu yaz mevsimi reçel zamanı olarak da bilinir. Başarılı bir reçel yapımı için size vereceğimiz küçük sırlarımız var.
* Reçelin uzun süre dayanmasını istiyorsanız, şeker miktarını meyve miktarının 1,5 katı olarak ayarlayın.
* Şekerlenmemesi için, kullandığınız limon suyunu ocaktan indireceğinize yakın koyun. Ayrıca daha önce konan limon suyu reçelin rengini koyulaştırır.
* Şekerlenmeyle ilgili iki küçük püf noktası daha... Reçeli kaynarken ve kavanoza boşaltırken asla karıştırmayın. Kavanoza sıcakken koyun ve kavanozun ağzını soğuduktan sonra kapatın.
* Küflenmemesi için reçelin içinde kalan ve kavanoza koyduktan sonra yüzeyinde biriken hava kabarcıklarını kâğıtla toplayın.
Ruşan Kavallı
Geniz eti (Adenoid vejetasyon) Halk arasında geniz eti olarak bilinen adenoidler, bademcikler gibi vücudun savunma sisteminde rolü bulunan dokulardandır. Çocuklarda normal şartlarda bu yumuşak dokunun büyüklüğü 2-3 cm. kadardır ve yutağın burunla birleştiği yerin arka duvarına ve tavanına yayılmıştır.
Geniz eti enfeksiyonu genelde bademcik iltihabı ile birlikte seyreder ve büyüdüğü zaman hava yolları ile orta kulağı burun boşluğuna açarak havalanmasını sağlayan östaki borusunda tıkanıklığa yol açar.
Geniz etinin büyümesiyle ortaya çıkan belirtiler süt çocukluğu döneminde başlayabilir. Uzun süreli burun akıntısı, burundan konuşma, ağız solunumu yapma, iştahsızlık, yorgunluk, büyüme-gelişme geriliği, horlama, huzursuz uyku, ağlayarak uykudan uyanma şikayetleri vardır. Bu çocukların giderek yüz görünümleri değişir. Yukarıya doğru çekik üst dudaklar, öne çıkmış üst kesici dişler, sürekli açık duran bir ağızla zekâca geriymiş gibi görünürler, ancak zekâ geriliği yoktur.
Ağız sürekli açık kaldığı için dudaklar ve ağız içi kurudur. Ağız solunumu yapılması boğazda tahrişe ve öksürüğe bazen ateşle seyreden iltihaplanmaya neden olur. Sık tekrarlayan boğaz iltihabı östaki borusunda iltihap ve tıkanmaya sonuç olarak da orta kulak iltihâbına neden olur.
Bademcik ve geniz eti büyümesi çocuğun solunumunu güçleştirerek uykuda "apne" denilen nefes alamama nöbetlerine neden olur. Çocuk ağlayarak uykudan uyanır.
Sürekli ağzı açık duran, ağzı açık uyuyan, horlayan, sık sık orta kulak iltihabı geçiren, burnundan konuşan çocuklarda geniz eti muayenesi dikkatle yapılmalı gerekli görüldüğü hallerde geniz eti, ameliyatla alınmalıdır.
Bademcik ve geniz etinin birlikte alınması şart değildir. Bademcikler sık sık iltihaplanıyorsa, yutmayı ve nefes almayı zorlaştıracak derecede büyükse, bademcikte apse ya da tümör varsa bademciklerin alınması gerekir. Sürekli burun akıntısı, burun tıkanıklığı, burundan konuşma, ileri derecede hava yolu tıkanıklığı, uykuda apne nöbetlerinin olması, sık tekrarlayan orta kulak iltihabı geniz etinin alınmasına sebep teşkil eder.
Genelde 3 yaşına kadar beklense de şikayetlerin derecesine göre daha erken yaşta da bu ameliyat yapılabilir. Altı yaşından önce ameliyat olan çocuklarda bu lenf dokusu tekrar büyüse de 10 yaşından sonra küçülmeye başlar.
İslâm'da çok evlilik Allâh, Hazret-i Âdem'i yoktan var ettikten sonra kendisinden huzura kavuşacağı bir hanımı da yaratmıştır. İnsanoğlunun çoğalmasını bunlar vasıtasıyla takdir eden Allah Teâlâ, erkeklerle kadınlar arasına bir takım hak ve vazifeler koyarak, iki tarafın da fıtratına uygun yaşamasını emretmiştir.
Şüphesiz bu hak ve vazifelerin en önemlilerinden birisi de "nikah"tır. Nikah birbirine tamamen yabancı iki farklı cinsten insanın arasında meydana gelmekte ve ikisini yine dünyanın birbirine en yakın iki insanı kılmaktadır. İslâm, nikaha ulvî bir mânâ ve mes'ûliyet yüklemiştir. Nikah sayesinde kadının yeme, içme, barınma ve benzeri her türlü ihtiyacı kocasının sorumluluğuna bırakılmıştır. Âileyi inşâ mes'uliyeti ise kadına tahsis edilmiştir.
İslâm'da evlilik, geçici bir menfaat veya zevk üzerine kurulmamıştır. İki tarafın anlayış ve olgunlukla meydana getirdiği ve sevgi-saygı temelleri üzerine kurulan yuva, toplumun en güzîde varlığı olan "insanı" ortaya çıkaracak, ihtiyaçlarını temin ederek, onu cemiyetteki mukaddes vazifelerine hazırlayacaktır. Böylece aile, toplumun en küçük, fakat en vazgeçilmez yapı taşını oluşturacaktır. Onun sarsılmasına yol açacak (zina, iftira vb.) her türlü tesir, İslam tarafından yasaklanmış ve bu hususta çok sıkı tedbirler alınmıştır.
Kısaca anlattığımız şekliyle bu kadar değerli olan "nikâh" ve "âile" müessesesi için, bazıları câhilâne, bazıları da maksatlı olarak ileri geri konuşmaktadır.
"İslâm'ın niye çok evliliğe izin verdiği" ve "Hazret-i Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in pek çok kadınla niçin evlendiği", "yoksa İslâm'ın, kadını hiçe mi saydığı" tarzında birtakım suâller, hep bu bilgisizlik ve art niyetten kaynaklanmaktadır. Burada önce kısaca İslâm'ın niye birden fazla kadınla evlenmeye izin (teşvik değil zarûreten müsaade) verdiği üzerinde durduktan sonra; Peygamber Efendimiz'in birden fazla evliliğinin sebepleri üzerinde durmak istiyoruz:
İslâm'da Birden Çok Evliliğe İzin Verilmesinin Sebepleri
*Evvelâ şunu ifâde etmek gerekir: çok evliliği, İslâm başlatmamıştır, sınırsız sayıda kadınla evliliği benimsemiş bir düzeni belli sınırlamalara tâbî tutmuştur.
Bilindiği gibi Arabistan'da veya dünyanın diğer ülkelerinde Peygamber Efendimiz'den önce (câhiliye devrinde) sayısız kadınla birlikte olma imkânı vardı. Bunlar bazen herkesin bilgisi dahilindeki onlarca kadınla evlilik, bazen satın alınan câriye yoluyla veya gayr-i meşru sayısız ilişki (zinâ) yolları ile yapılmaktaydı. Bu durumdan fıtraten bozulmamış insanlar rahatsız olmakla birlikte, umûmî gidişe karşı durulamıyordu. (İslâm'ın bu vasfını diline dolamış batılıların yaşadığı hayat ve âilevî durumları hâlâ çok farklı değildir.)
*Dört kadınla evlenebilmek bütün mü'minler için bir "emir" değil, bazı durumlarda tanınmış bir hak ve "izin"dir (Ruhsat).
İnsanlar binbir türlü hal ile karşılaşabilmektedir. Bazen erkeğin şartları, bir evlilikle yetinemeyecek şekilde olabileceği gibi, bazen de kadının çeşitli sebeplerle (felç, bir kaza neticesi sakatlık, devamlı hastalık, güçsüzlük, vb.) âile hayatını devam ettirebilmesi birtakım sıkıntılara sebep olabilir. Bu durumdaki bir âileyi yıkıp, belki birbirini seven eşleri yalnızlığa itmek veya mevcut çocukları sahipsiz bırakmak; insânî bir yol değildir. Yine iki kişi arasındaki mahrem bazı sırların -boşanma vb. sebeplerle- aleniyete dökülmesi, bir çok insana anlatılmak mecburiyetinde kalınması da işin bir başka tarafıdır.
*Birden fazla (dörde kadar) evlenen erkeklere de eşleri arasında "adâleti temin etme" vazifesi yüklenmiştir. Aksi halde Allah'ın azabıyla ikaz edilmiştir.
Âyet-i kerîmede: "Yetim kızlar hakkında adâleti sağlamaktan korkarsanız uygun gördüğünüz diğer kadınlardan iki, üç ve dörder olmak üzere nikah ediniz. Bunlar arasında adaleti sağlayamayacak olursanız o zaman bir kadın veyahut sahip olduğunuz bir cariye ile iktifa ediniz. Bu şekilde adaletten sapmamağa daha yakın olursunuz." (Nisa, 3) buyurulmuştur.
Diğer bir âyet-i kerimede de: "Ne kadar gayret ederseniz edin kadınlar arasında adalete güç yetiremezsiniz. Binaenaleyh, birine büsbütün meyledip diğerini askıya alınmış gibi bırakmayınız. Eğer nefsinizi ıslah eder, Allah'tan korkup haksızlıktan sakınırsanız; hiç şüphesiz ki, Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir." (Nisa, 129) buyurulmuştur.
Peygamber Efendimiz de:
"Bir erkeğin nikahında iki kadın bulunur da, aralarında adalet gözetmezse, kıyâmet gününde bir tarafı felçli olarak diriltilir." (İbn-i Mâce, Nikah, 47) buyurmuşlardır.
*Savaş ve benzeri, erkeklerin toplu bir şekilde yok edildiği hallerde, bakıma muhtaç ve ortada kalmış kadınların şahısları ve toplum adına ne gibi zorluklar ve zararlarla karşılaşabileceği ortadadır. Geçimini bir şekilde temin etmesi gereken kadın hangi kapıya, ne yüzle müracaat edecek ve nelerle karşılaşabilecektir?!. Bunun tarihteki en güzel misali, İkinci Dünya savaşından sonra Almanya'da yaşanmıştır.
*İslâm kesinlikle zinaya müsaade etmemiştir. Evli iken yapılan zinaya ise çok şiddetli cezalar verilmiştir. Zina bütün ilâhî dinlerde yasaklanmışken, Avrupa ve Amerika'da zina yaşının 12-13'lere inmiş olması ve âile yuvasının bu vesileyle sık sık yıkıldığı veya yıkılmaya yüz tuttuğu günümüz gerçekleri arasındadır. İslam dünyası ve müslüman aileler ise dinlerini yaşadıkları nisbette bu ahlâkî erozyonun dışında kalmaktadırlar. Bu hakikatte şüphesiz İslâm'ın zinaya bakış tarzı ve tarihimizden gelen örf ve âdetlerimizin kuvvetli oluşunun payı büyüktür.
*Erkeğin birden fazla evlenme hakkını kullanması, kadının nikâh esnasında ileri süreceği şartla kısıtlanabilir. İslâm'da nikah akdinin tesisi için iki tarafın rızası şart kabul edilmiştir. Bu nikâh akdi esnasında, kadın "eşinin sadece kendisiyle evli kalması"nı şart olarak ileri sürülebilir. Erkek bu şarta riayet etmeyip başka kadınlarla nikah yaparsa, kadın hakime müracaat ederek "boşanma" isteyebilir.
Bütün bu şartlar göz önünde bulundurulduğunda, İslâm'ın hayatın her safhasını ve her türlü durumu düşünerek böyle bir şeye izin vermesi anlaşılabilir. O sadece sağlıklı olanların değil, yaşlı ve güçsüzlerin de dinidir. O sadece rahatlık anlarının değil, zor zamanların da dinidir. O sadece erkeğin değil, gözetilmesi gereken bütün haklarını koruduğu kadının da dinidir. Âilenin sebepsiz yere yıkılmasına, çoluk çocuğun sefâlet ve felâkete düşmesine göz yumamayacak kadar ferdi ve toplumu düşünen, insanlığın iffetini ve haysiyetini koruyan yegâne dindir. (Gelecek sayıda Peygamber Efendimiz'in çok evliliğinin hikmetleri)
O (s.a.v.) Ne Yapardı? Her insan biriciktir. İster erkek, ister kadın olsun... Arap, İngiliz, Türk ya da Kürt olması da önemli değil, her insan biriciktir. Allah -celle celâlühû- her birimiz için ayrı ayrı "ol" emri vermiştir. Hepimizi kendi halifesi kılmıştır. Ve yine her birimiz için ayrı kaderler çizmiştir.
Aynı anne-babalardan dünyaya geliriz; belki aynı evi, aynı sırayı, aynı işyerini paylaşırız diğer insanlarla. Ama yaşayışımız, duygu ve düşüncelerimiz, imkânlarımız, iç ve dış dünyamız diğerlerinden çok farklıdır.
Bu yönüyle hiçbir insan diğeriyle kıyaslanamaz. Ancak örnek teşkil edebilir. Bu örnekler de onun hayat programına uygunsa önem taşır, kayda geçirilir. Meselâ bir fakir insana, zengin birinin hayatını örnek göstermek anlamsızdır. Ancak ona kendisi gibi fakir hayatı yaşayan bir kişi örnek gösterilebilir.
Bizler, kaderi ve mahlûkâtı yaratanın Allah olduğunun bilincinde müslümanlar olarak, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'i örnek şahsiyet, Kur'ân-ı Kerîm'i de rehber ve kılavuz olarak bilir, hayatımızı onların rehberliğinde yaşamaya çalışırız.
Hayatımızı "O'nun ahlâkı Kur'ân'dı" buyurulan Habîbullâh'ın hayatına benzetmeye, Kur'ân'ı yaşamaya çalışırız.
Biz 571'de Mekke'de doğmadık. Annemiz Âmine, babamız Abdullah da değil. Bedirlere, Uhudlara katılmadık, Taif'te bulunmadık, Mîrac'a da çıkmadık.
O'nun -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kaderiyle bizim kaderimiz birbirinden farklı... Peki biz O'nu nasıl örnek alacağız?
O'nun içtiği kaptan su içemiyoruz. Ama suyunu üç yudumda, oturarak, besmeleyle içtiğini biliyoruz. Onun gibi içmeliyiz, suyumuzu... Belki Taif'te taşlanmadık, ama bugün imanımızla alay eden, küfreden, çeşit çeşit eziyetleri revâ gören insanlara karşı nasıl tavır takınacağımız O'ndan öğrenmeliyiz. Yer-gök emrine verilmişken, azab için gelen meleklere:
"-Onlar bilmiyorlar. Bilseler yapmazlardı. Ben rahmet peygamberiyim, azab peygamberi değilim." buyurmuştu. Biz de O'nu örnek alarak imanımızla savaşanlardan intikam alabilecek durumda bile olsak, "Ben de o Taif'te taşlanan Rahmet peygamberi'nin ümmetindenim, azap peygamberinin değil! İntikam almak bana yakışmaz." diyebilmeliyiz.
O'na ümmet olmanın farkını yaşamalıyız hayatımızda. Bir işe başlarken, uygularken, tamamlarken; konuşurken, düşünürken: "Acaba Allah'ın Habîbi benim yerimde olsa ne yapardı?" diye düşünmeliyiz.
Nebevî gözlükle hayatımıza baktığımızda...
Üzerimize çamur sıçratan arabaya, mahallede ses çıkaran çocuklara, yetimlere, öksüzlere, annemize, babamıza, doktorumuza, hastamıza, öğrencimize, öğretmenimize, akrabamıza, komşumuza karşı davranışımız acaba nasıl olurdu?
Hayatımızın her basamağında "Kur'ân bu konuda ne diyor, sünnette ne uygulanmış, Allah bizden ne istiyor?" diye düşünüp, hayatımızı bu ölçülerle değerlendirip, şekillendirmeliyiz.
Kârımız ne olur?
Huzurlu bir dünya, mutlu bir âhiret hayatı, Rabbimizin dostluğu ve inşallah en güzel mîraçlar...
Duâ Allâh'ım, Sana sonsuz hamd ü senâlar; Habîbin Efendimiz Muhammed Mustafa -sallallâhu aleyhi ve sellem-'e O'nun âl ve ashâbına gönülden salât ve selâmlar...
Allâh'ım, benim Rabbim Sensin, Senden başka ilah yoktur. Beni Sen yarattın, ben Sen'in kulunum. Elimden geldiğince Sana verdiğim kulluk sözü üzerindeyim; işlediğim hata, günah ve kötülüklerden Sana sığınırım. Bana olan nimetlerini ve bu nimetlere karşı benim günah ve kusurlarımı itiraf ediyor, beni bağışlamanı diliyorum. Sen'den başka günahları bağışlayacak yoktur.
Allâh'ım, dînim, dünyam, çoluk çocuğum ve malım içinde sağlık ve âfiyetle yaşamamı nasib eyle. Allâh'ım, vücuduma sağlık ver, Sen'in yolunda hizmet edeyim, kulağıma sağlık ver, hakikati işiteyim, gözüme sağlık ver, hakikati göreyim. Sen'den başka ilah yoktur.
Allâh'ım, kusurlarımı ört, beni korktuklarımdan emin eyle. Allâh'ım, önümden, arkamdan, sağımdan, solumdan, üstümden ve altımdan gelecek tüm kötülüklerden sana sığınırım. Allâh'ım, dinimi düzelt, evimi genişlet, bana verdiğin rızkı bereketli kıl.
Allâh'ım, ömrün en kötü dönemine düşmekten, hayırdan uzak bir ömür yaşamaktan sana sığınırım. Allâh'ım, beni en güzel amellere kavuştur, en güzel ahlak sahibi olmaya ilet, senden başka güzel ahlâka götürecek yoktur. Beni kötü amel ve kötü ahlâktan uzaklaştır, senden başka kötü ahlaktan uzaklaştıracak yoktur.
Allâh'ım, kalb katılığından, gafletten, zillet ve meskenetten sana sığınırım. Küfürden, fısktan, nifak ve gösterişten sana sığınırım. Sağırlıktan, dilsizlikten, cüzzamdan, tedavisi mümkün olmayacak kötü hastalıklara düşmekten sana sığınırım. Bana iki dünyada da âfiyet ve huzur ihsan eyle!..
Allâh'ım, küfürden, fakirlikten, kabir azabından sana sığınırım, senden başka ilah yoktur. Allâh'ım, kederden, tasadan, âcizlikten, tembellikten, cimrilikten, korkaklıktan, borç altında ezilmekten, düşmanlara yenilmekten sana sığınırım.
Zararlıların, kendisi sapmış, insanları da saptırmaya çalışan kimselerin, beni senin nimetlerinden mahrum bırakmalarından önce, sana kavuşmamı nasib eyle. Haksızlık etmekten, haksızlık edilmekten, saldırmaktan, saldırılmaktan, hatâ işlemekten, bağışlamayacağın bir günaha düşmekten sana sığınırım.
Allâh'ım, nefsime takva ver. Onu temizle, nefsi en iyi temizleyen Sen'sin, nefsimin velîsi ve Mevlâsı Sen'sin.
Allâh'ım, faydasız ilimden, huşuu olmayan gönülden, doymayan nefisten, kabul edilmeyen duâdan sana sığınırım. Allâh'ım, yaptığım ve yapmadığım şeylerin şerrinden sana sığınırım. Allâh'ım, üzerimde bulunan nimetinin gitmesinden, sağlığımın ters dönmesinden, ansızın bastıracak öfkenden ve her türlü gazabından sana sığınırım. Kalbin mühürlenmesine sebep olacak tamahtan sana sığınırım. Allâh'ım, bana kazâya rıza, öldükten sonra rahat hayat, kerîm vechine bakma lezzeti lûtfeyle.
Allâh'ım, bugünün önünü salâh, ortasını felâh, sonunu hayırlı kıl. Bize dünya ve âhiret iyiliği ver, ey merhametlilerin merhametlisi!
Allâh'ım, yıkıntı altında kalmaktan, boğulmaktan, yanmaktan, ihtiyarlıktan Sana sığınırım. Ölüm sırasında şeytanın beni şaşırtmasından Sana sığınırım.
Allâh'ım, beni, Sana şükreden, Sana itaat eden ve Seni zikreden bir kul eyle. Rabbim, tevbemi kabul buyur, beni günahlarımda arındır, duâmı kabul et, hüccetimi sağlam yap, kalbimi Sana yönelt, dilimi düzelt, gönlümü nûrunla aydınlat.
Allâh'ım, bana işimde sebat, doğru yolda olduğum zaman kararlılık ve azim ver. Nimetine şükür ve sana güzel kulluk etmeyi nasib eyle. Bana selim kalb, doğru konuşan dil ver. Bana, ancak Sen'in bildiğin tüm iyilikleri ver; ve ancak Sen'in layıkıyla bildiğin tüm kötülüklerden beni koru! Senden gizli kalmayan bilerek veya bilmeyerek işlediğim bütün günahlardan beni bağışla! Günahlarımı setret, beni bu dünyada ve âhirette günahlarım sebebiyle insanlar önünde mahcub ve rezil etme! Hatalarımızı, sevaplarla değiştir.
Allâh'ım, kötü huy ve amellerden, heveslerden ve hastalıklardan sana sığınırım. Borç altında kalmaktan, düşman kahrından, düşmanlar karşısında hakir ve gülünç duruma düşmekten Sana sığınırım.
Allâh'ım, her işimin koruyucusu olan dinimi düzelt, geçim yerim olan dünyamı düzelt, gideceğim yer olan âhiretimi düzelt, hayatta iken pek çok hayırlı işler yapmamı nasib eyle, ölümümde her kötülükten beni rahata kavuştur.
Allâh'ım, bana düşüncede kemâl, hareket ve ahlakımda kemâl ver! Beni azgın nefsimin şerrinden koru. Allâh'ım, bana iyilikler yapmak, kötülükleri bırakmak, yoksul ve zavallıları sevmek nasib eyle. Beni bağışla, bana acı. Kullarını imtihan etmeyi dilediğin zaman, beni dinin üzere sâbit-kadem eyle! Kulluk üzereyken beni olarak huzuruna al. Rabbim bana yardım et, bize zafer ver, bizi yenilgiye uğratma. Bana doğru yolu göster, doğru yolda yürümemi kolaylaştır.
Yüce Allâh'ım, bana Sen'i sevmeyi, Sen'i sevenleri sevmeyi ve beni sana yaklaştıracak işleri sevmeyi nasib eyle.
Allâh'ım, bana en iyi işleri istemeyi, duâların en hayırlısını, başarıların en üstününü, sevapların en mükemmelini ihsan buyur. Ayaklarımı doğru yolda sağlamlaştır, sevap tartılarımı ağırlaştır, hatalarımı bağışla, cennetin en yüce derecelerine ermemi nasib eyle.
Allâh'ım, ey kalpleri çeviren Rabbim, kalbimi senin dinin üzerinde sağlam tut.
Allâh'ım, ey kalpleri ve gözleri döndüren, kalplerimizi sana itâate döndür. Allâh'ım, sevâbımızı arttır, eksiltme... Bizi yücelt, ulvîliklere yaklaştır, alçaltma; bize ver yoksun bırakma. Rabbim, kardeşlerimizle aramıza ünsiyet, birlik, vefâ ve muhabbet ihsan et; aramızdaki soğukluğu, ayrılık ve nefreti kaldır.
Allâh'ım, her bakımdan sonumuzu güzel eyle, bizi dünya ve âhiret perişanlığından kurtar. Allâh'ım, zâtından korku ver ki, günah işlememize engel olsun. Bizi senin cennetine ulaştıracak işler yapmamızı nasib eyle. Bizi, dünya üzüntülerini unutturacak bir yakîn derecesine erdir.
Bize haksızlık edenden öcümüzü al, düşmanlık edene karşı bize zafer ver. Bizi dünyanın ardında koşturma; dünyayı, en çok düşündüğümüz, tasasını çektiğimiz bir varlık haline getirme, dinimiz hususunda eksiklerimizden ötürü bizi belâlara düşürme. Günahlarımız yüzünden Senden korkmayan, bize acımayan kimseleri üstümüze salma.
Allâh'ım, Senden mağfiretini, bağış ve lutfunu, her türlü şer ve günahtan selâmeti, her türlü iyiliğe ermeyi, cennete ulaşıp cehennemden kurtulmayı dilerim.
Allâh'ım, kalbimi hidâyete yönelt, dağınık işlerimi topla, perişanlığımı düzelt, rahmetinle âhiretimi koru, dünyamı yükselt, rahmetinle yüzümü ağart, işlerimi temizle, bana doğru düşünce ve olgunluk ilham eyle, fitne ve belaları benden sav, rahmetinle beni her türlü kötülüklerden koru.
Allâh'ım, âhiret gününde yüz akıyla sağ tarafımızdan kitabımızı almayı, şehitlerin makamına ermeyi ve Peygamberlere arkadaş olmayı nasib eyle.
Allâh'ım, nefsimin kötülüklerinden, her canlının şerrinden sana sığınırız. Allâh'ım, Sen sözümü duyarsın, yerimi görürsün, gizlimi ve açığımı bilirsin, hiçbir işim senden gizli kalmaz. Ben, yardım ve kurtuluş dileyen, huzurunda korkudan titreyerek günahlarını itiraf eden zavallı bir yoksulum. Bir zavallı kulun olarak Sana yalvarıyor, boynu bükük bir âciz olarak sana iltica ediyor, huzurunda zilletle eğilmiş bir biçare olarak Sana duâ ediyorum. Duâmı kabul eyle…
Âmin.
Rabia Yıldız.