Peygamber Efendimizin Şefkat ve Merhameti
Şefkat ve merhamet, Allah’ın yarattıklarına acımak, onların her zaman iyiliğini düşünmek, mutlu olmalarını istemek ve onlara sürekli yardım isteği taşımaktır.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde, Peygamber Efendimiz hakkında:
“(Rasûlüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ, 21/107) buyurmaktadır.
Peygamber Efendimizin amcasının oğlu Abdullah b. Abbas Hazretleri bu âyetin tefsirinde şöyle der:
“Onun rahmeti îman edenleri de etmeyenleri de içine almaktadır, îman edenlerin dünyada da âhirette de o rahmetten nasipleri vardır, îman etmeyenlere gelince, onlar da inkârları yüzünden hak ettikleri, ‘kökünden helâk olma’ azabının sonraya kalması ile bu rahmetten faydalanmaktadırlar.”
Hazreti Ebû Bekir bir gün Sevgili Peygamberimizin yüzüne bakarak:
“Ey Allah’ın Rasûlü, ihtiyarladın!” dedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Hazreti Ebû Bekir’e:
“Hûd, Vâkıa, Mürselât, Amme Yetesâelûn, İzeşsemsü Küvvirat (sûreleri) beni ihtiyarlattı.” diye cevap verdi.
İslâm âlimleri, Peygamber Efendimizin bu ifadesini şöyle açıklıyorlar:
“Bu sûrelerde diğer bazı konular yanında âhirette cereyan edecek şeylere dair bilgiler yer almaktadır.
Sevgili Peygamberimizin canına bir şey olacak değil! Fakat o, bize bizden daha şefkatli olduğundan, bizim başımıza gelecekleri ve ümmetinin o sûrelerde tasvir olunan olaylar içindeki yerini düşünüyordu, saçlarının ağarıp ihtiyarlaması bundandır.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (Tevbe, 9/128)
Bu âyetten açıkça anlaşıldığına göre Sevgili Peygamberimiz, ümmetinin azap görmesi şöyle dursun, zahmet çekmesinden dahi üzüntü duyar. Ümmetinin sıkıntısı O’nun da sıkıntısı, sevinci O’nun da sevincidir.
Keza bu âyette Cenâb-ı Allah, Esmâü’l-Hüsnâ’sından (güzel isimlerinden) olan “Raûf-Rahîm (çok şefkatli-çok merhametli)” ifadelerini Peygamber Efendimiz hakkında sıfat olarak bir araya getirmiştir.
Bundan da, Yüce Allah’ın, kullarına merhametli olduğu gibi Peygamber Efendimizin de ümmetine şefkatli ve merhametli olduğu anlatılmak istenmektedir.
Adamın biri bir defasında Peygamberimizden düşmanları lânetlemesini istemişti. Peygamberimiz (aleyhissselâm) o kişiye:
“Ben lânet okumak için değil, âlemlere rahmet olmak için gönderildim.” cevabını vermiştir. Gerçekten de O, Mekke döneminin çok sıkıntılı günlerinde bile düşmanlarına beddua etmemiştir.
Rasûl-i Ekrem’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) Tâif yolculuğunda Tâifliler kendisini taşlamışlar, atılan taşlardan bedeni ve ayakları yara almıştı. Şayet o, Yüce Allah’tan dileseydi, Cenâb-ı Allah, Tâif ve Mekke şehirlerini yerle bir ederdi. Nitekim Sevgili Peygamberimiz Tâif dönüşünde kendisine atılan taşlardan kurtulmak için bir bağa girmişti. Orada Hak Teâlâ Hazretlerine yaptığı tazarru, niyaz ve yakarıştan sonra yanına gelen bir melek O’na, “Dilerse Yüce Allah’ın Tâif ve Mekke’nin çevresindeki dağları birbirine kavuşturmak suretiyle her iki şehirde İslâm düşmanlığı yapan zâlimleri yok edeceği” haberini getirdi.
İşte bu esnada Efendimizin başına gelen sıkıntılar koca dağları bile eritecek dereceye gelmişse de o, Cenâb-ı Hakk’tan böyle bir istekte bulunmadı. Aksine:
“Allah’ım! Bunlar hakikati göremiyorlar, ama ümit ediyorum ki bunların çocukları bir gün gerçeği görecekler, tevhide ereceklerdir. Senden onların hidâyete ermelerini istiyorum.” diyerek kendisini taşlayanlara Allah’tan hidayet diledi.
Bunun gibi, Müslümanlar 630 yılında Mekke’nin fethinden sonra Hevâzin (Huneyn) muharebesinin ardından Tâif’i kuşatmak durumunda kalmışlardı. Tâif, surlarla çevrili olduğu için şehre girmek mümkün olamadı.
Kuşatma uzayınca yapılan istişarede bölgenin tamamı Müslümanların eline geçtiği için kuşatmayı terk etmenin herhangi bir zarar vermeyeceği görüşü benimsendi. Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) surlar sebebiyle şehre giremeden orayı terk etmek durumunda kalırken Müslümanlardan bazıları, Tâiflilerin senelerden beri Müslümanlar aleyhine yaptığı kötülüklerin sıklığından bahisle Hz. Peygamber’den beddua etmesini istedikleri görüldü. Fakat tıpkı birincisinde oluğu gibi Efendimiz Hazretleri yine lânet okumadı, beddua etmedi, merhametli davrandı ve:
“Allah’ım! Senden Tâiflilerin ıslahını ve hidayete erişmiş olarak huzuruma gelmelerini diliyorum” diye dua etti.
İleride Taiflilerden bir heyet Medine’ye gelerek Peygamber Efendimizin huzuruna girip Müslüman olduklarını söylemişler ve şehirlerine döndükten sonra o zamana kadar taptıkları putlarını kendi elleriyle kırmışlardır.
İşte bu sonuç, rahmetin, merhametin, Sevgili Peygamberimizin merhametinin bir sonucudur.
Peygamberimiz beddua ve lânet yerine merhamet elini uzatınca, hidayet duasını yapınca insanların İslâm’a koştukları görülmüş ve bizzat Medine’ye gelerek müslüman olduklarını özgür iradeleriyle ifade etmişler ve bundan böyle müslümanlığın gereklerini yerine getireceklerini söylemişlerdir.
Bu örnekte de görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz, merhamet ve şefkatinin bir eseri olarak insanlara sürekli elini uzatmış, onları inkârcılığın batağından İslâm’ın cennetine kazanmak istemiştir.
Nitekim Mekke fethini müteakip Kâbe avlusunda, karşısında esir olarak duran ve yirmi iki yıldan beri Müslümanlara karşı ellerinden gelen bütün kötülüğü yapan Mekkeliler hakkında genel af ilan etmesi ve gönüllerini İslâm’a ısındırarak onları inkârcılığın ıstırabından kurtarmak istemesi, Efendimiz Hazretlerinin merhamet ve şefkat duygusunun nerelere ulaştığını göstermektedir.
Efendimiz Hazretleri, Allah’ın rahmet ve mağfiretini yalnız iki kişiye (kendisine ve Peygamberimize) ait kılmak üzere dua eden bir câhil bedeviye:
“Allah’ın lütuf ve rahmet dairesini çok darlaştırdın” buyurmuş, bu içerikte ve bu formatta yapılan bir dua anlayışının pek uygun olmadığını belirtmiştir.
O’nun şefkati aynı zamanda hayvanlara idi, tabiata idi. Hayvanlara fazla yük yüklenmemesini, iyi bakılmasını, eziyet edilmemesini ısrarla belirtiyor, kıyamet kopacak olsa, elinde de bir fidan olsa onu dikmeye vakti varsa dikip öyle öleceğini söylüyordu.
O, rahmet ve şefkat peygamberi idi. Bu münasebetle inananları sürekli merhametli olmaya teşvik ediyor, şöyle buyuruyordu:
“Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Siz yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösterin ki, göktekiler de size merhamet etsinler.”
“Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.”
Ailede, toplumda ve yürüttüğü hizmet sebebiyle yüz yüze geldiği insanlarla diyalogunda merhamet ve şefkatin en derin örneklerini yaşatan Hazreti Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem), insanları, hayvanları, bitkileri, tüm varlıkları ve evreni Yüce Allah’ın bir emaneti olarak görüyordu.
Emanet, ciddiyet, bilinç ve sorumlulukla korunup geliştirilebilirdi. Sorumluluk ise şefkat, rahmet ve merhametle anlam ve değer kazanırdı. Bu sebeple, onun peygamberliği nasıl evrenselse, rahmet,
merhamet ve şefkati de evrenseldir.
Bu münasebetle o, evrendeki her varlığa karşı şefkatli ve merhametli olmak gerektiğine dair ilkeleri, tüm insanlık için öngörmüştür.
Hiç kuşkusuz bize de çevremize karşı onun gibi şefkatli ve merhametli olmak yakışır.
Bize, merhametsiz, şefkatsiz, acımasız, gaddar, katı yürekli ve zalim olmak yakışmaz.
Şefkat ve merhamet, sevgi eksenli bir duygu şenliğidir.
Bir sevgi medeniyeti oluşturmanın yolu hiç kuşkusuz şefkat ve merhametten geçer.
Prof. Dr. Hüseyin Alagül.