İNTİKAM
الإنتقام
Sözlükte “cezalandırma, kınama” gibi anlamlara gelen nakm kökünden türeyen intikām kelimesi “öç alma, haksızlık yapanın haksızlığa uğrayan tarafından cezalandırılması, suç ve günah işleyeni gerektiği şekilde cezalandırma, kötülüğe ceza ile karşılık verme” mânasında kullanılmaktadır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “nḳm” md.; Lisânü’l-ʿArab, “nḳm” md.). Kur’ân-ı Kerîm’de Firavun ve çevresindekilere (el-A‘râf 7/136; ez-Zuhruf 43/55), Eyke halkına (el-Hicr 15/79), daha genel olarak eski peygamberlerin davetini reddedip onlara karşı suç işleyenlere (er-Rûm 30/47; ez-Zuhruf 43/25) Allah tarafından verilen ceza yer yer intikam kelimesiyle ifade edilmektedir. Mâide sûresinde (5/95), putperest iken müslüman olanların geçmişteki günahlarının affedildiği bildirildikten sonra eski kötülüğüne dönecek kimseyi Allah’ın cezalandıracağı belirtilirken yine intikam masdarından fiil kullanılmıştır. Ayrıca dört âyette Allah’ın güçlü olduğu ve cezalandırıcılığı “azîzün zü’ntikām” şeklinde ifade edilmekte (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “nḳm” md.), üç âyette de aynı anlamda müntakım sıfatı geçmektedir (es-Secde 32/22; ez-Zuhruf 43/41; ed-Duhân 44/16). Bu âyetlerde Allah’a isnat edilen intikam kavramı tefsirlerde genellikle “Allah’ın, kendisine âsi olan kişiye günahına uygun olarak ceza vermesi” diye açıklanmaktadır (meselâ bk. Taberî, VII, 63; İbn Âşûr, VII, 50-51). Elmalılı Muhammed Hamdi, intikamın Allah’a izâfe edildiği âyetlerden birini tefsir ederken bu kavramı, “... bir cinayetin cezasını vererek câninin lezzet-i cinâyetini elem-i ukūbata tebdil eylemek” şeklinde açıklar (Hak Dini, I, 1022). Hadislerde ise kelime aynı anlamda hem Allah’a (meselâ bk. Müsned, I, 431; Buhârî, “Tefsîr”, 44/3; Tirmizî, “Duʿâʾ”, 82) hem Peygamber’e ve diğer insanlara nisbet edilmektedir (Wensinck, el-Muʿcem, “nḳm” md.). Buhârî, el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’te hadler konusundaki hadislere ayırdığı kitabın onuncu bab başlığını “İkāmetü’l-hudûd ve’l-intikām li-hurumâtillâh” şeklinde koymuş olup burada intikam kelimesinin “yasal ceza” anlamında kullanıldığı anlaşılmaktadır. Hemen bütün hadis mecmualarında yer alan bir hadiste Hz. Âişe, Resûlullah’ın hoşgörüsünden söz ederken şöyle demektedir: “Allah’ın resulü kendi şahsıyla ilgili olarak hiç kimseden intikam almazdı, fakat eğer Allah’ın bir yasası çiğnenmişse Allah için bunu cezalandırırdı” (Buhârî, “Menâḳıb”, 23, “Edeb”, 80; Müslim, “Feżâʾil”, 77). Ölümle sonuçlanan bir saldırının karşılığını vermek üzere maktul tarafının, katili veya yakınlarından birini ya da birkaçını öldürmek suretiyle intikam alma eylemini ve kişiyi bu eyleme yönelten öç alma duygusunu ifade etmek üzere İslâmî literatürde daha çok se’r kelimesi kullanılmaktadır (Lisânü’l-ʿArab, “şʾer” md.).
Kan akrabalığına dayanan güçlü bir asabiyet duygusunun hâkim olduğu, objektif bir hukuk sisteminden, ceza vermeye ve verilen cezayı infaz etmeye yetkili adlî merci ve kurumlardan mahrum bulunan Câhiliye döneminde geleneğe göre bir kimse başka bir kişi tarafından öldürüldüğünde eğer bir diyet anlaşmasına varılmamışsa -ki bunu çoğunlukla âcizler, kimsesizler veya zayıf karakterliler kabul ederdi- maktulün en yakınlarından birinin, katili ya da onun bir akrabasını öldürerek öç alması gerekirdi. Eğer ölen, öldürenden daha soylu ve değerli kabul ediliyorsa ya katilin yakınlarından en az onun kadar soylu birinin yahut bir ölüye karşılık birden fazla kişinin öldürülmesi icap ederdi. Bu şekilde intikam alınması, karşı tarafın da yeni bir intikam peşinde koşması sonucunu doğururdu. Asabiyet ruhunun bir neticesi olarak bu tür kan davaları Câhiliye döneminde bazan yıllarca süren kabileler arası savaşlara sebep olmuş, bu arada bir intikam (se’r) edebiyatı bile doğmuştur. İmruülkays b. Hucr, Müsellem b. Amr el-Kindî, Hâlid b. Amr b. Mürre bu edebiyatın önde gelen isimlerindendir. Câhiliye döneminin ünlü şairlerinden Amr b. Külsûm’un, İslâm’dan önceki dönem için kullanılan “Câhiliye” ile aynı kökten gelen kelimelerin “saldırganlık” anlamında dört defa geçtiği, dolayısıyla bu ismin anlamına da ışık tutması bakımından son derece önemli olan Muʿallaḳa’sındaki iki beytinde, “Kavimler bizim boyun eğdiğimizi, yılgınlık gösterdiğimizi asla görmemiştir. Sakın biri kalkıp da bize karşı bir saldırıda bulunmasın. Çünkü biz bize saldırandan daha saldırgan oluruz” (Hüseyin b. Ahmed ez-Zevzenî, s. 178) diyerek İslâm öncesinde öç alma tutkusunun insanları nasıl kapladığına işaret etmiş bulunmaktadır. Bundan dolayı İmruülkays’ın yaptığı gibi intikamını alıncaya kadar dünya zevklerinden kendini mahrum etmeye ant içenler de olurdu; kadınlar ise maktulün kanı yerde kaldığı sürece matem tutar, erkeklerini intikam almaya teşvik ederlerdi.
Kur’ân-ı Kerîm, Câhiliye döneminin asabiyet anlayışına dayalı kabile dayanışmasının yerine bütün müminlerin kardeş olduğu, hatta bütün insanların aynı anne babanın evlâtları olarak esasta eşit konumda bulunduğu ilkesini getirdi. Toplumsal ilişkinin sürtüşme üzerine değil uzlaşma ve kaynaşma üzerine kurulması, anlaşmazlıkların objektif hukuk ve adalet ölçülerine göre çözümlenmesi gerektiğine dikkat çekti; bunun ahlâkî ve hukukî teorik alt yapısını oluşturdu (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/103; el-Hucurât 49/9-13). İyilikle kötülüğün bir tutulamayacağını, kötülüklerin en güzel şekilde önlenmeye çalışılması halinde düşmanlıkların sımsıcak bir dostluğa dönüşeceğini bildirdi (Fussılet 41/34-35). Hz. Peygamber de toplumu “câhiliye” (barbarlık, saldırganlık) zihniyetinden “islâm” (barış, uzlaşma, kaynaşma) zihniyetine taşımak üzere büyük çaba harcadı. Vedâ hutbesinin kan davasına ayırdığı bölümünde Câhiliye döneminden kalma bütün kan davalarının kaldırıldığını açıkladı (Müsned, V, 73; Ebû Dâvûd, “Büyûʿ”, 5, “Menâsik”, 56); insanların kardeşliği, ırkların eşitliği ilkesini ortaya koydu (İbn Hişâm, II, 412; Hamîdullah, I, 190-191, 195-196). Kendisi de Mekke’nin fethinden sonra intikam peşine düşmeden eski putperest düşmanlarını bağışladı. Câhiliye döneminde intikam alma bir tür dinî yükümlülük gibi algılanıp bu yükümlülük toplum tarafından da izlenirken (Cevâd Ali, IV, 398-401; Lammens el-Yesûî, XXXIII/1 [1935], s. 2-5) İslâm dini, fertlere böyle durumlarda sabır ve teenni ile hareket edip Allah’ın koyduğu hükümler çerçevesinde davranmaları, topluma da olaylara tahrikçi olarak değil yatıştırıcı bir tavırla yaklaşması yükümlülüğünü getirdi (el-Hucurât 49/9-10; ayrıca bk. el-Bakara 2/224; el-Enfâl 8/1; Müsned, VI, 403; Buhârî, “Ṣulḥ”, 1, 11; Müslim, “Birr”, 101).
-----------------------------------------------------------------------------------------------------
BİBLİYOGRAFYA
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “nḳm” md.; Lisânü’l-ʿArab, “şʾer”, “nḳm” md.leri; Wensinck, el-Muʿcem, “şʾer”, “nḳm” md.leri; M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “nḳm” md.; Müsned, I, 431; V, 73; VI, 403; Buhârî, “Tefsîr”, 44/3, “Menâḳıb”, 23, “Edeb”, 80, “Ṣulḥ”, 1, 11; Müslim, “Feżâʾil”, 77, “Ṣulh”, 1, 11, “Birr”, 101; Ebû Dâvûd, “Büyûʿ”, 5, “Menâsik”, 56; Tirmizî, “Duʿâʾ”, 82; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 412; Taberî, Câmiʿu’l-beyân, VII, 63; Hüseyin b. Ahmed ez-Zevzenî, Şerḥu’l-Muʿallaḳāti’s-sebʿa, Beyrut, ts. (Mektebetü dâri’l-beyân), s. 178; Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, Bulûġu’l-ereb (nşr. M. Behcet el-Eserî), Kahire 1342, III, 18-21, 24-27; Elmalılı, Hak Dini, I, 1022; Cevâd Ali, el-Mufaṣṣal, IV, 398-401; Hamîdullah, İslâm Peygamberi (Mutlu), I, 190-191, 195-197; İbn Âşûr, et-Taḥrîr ve’t-tenvîr, Tunus 1984, VII, 50-51; Lammens el-Yesûî, “es-Seʾr ʿinde’l-ʿArab”, el-Meşriḳ, XXXIII/1, Beyrut 1935, s. 1-30; XXXIII/2, s. 428-444; Pakalın, II, 155; Ahmet Ateş, “Sâr”, İA, X, 199-200.
Türkiye Diyanet vakfı islam ansiklopedisi.
Mustafa Çağrıcı.