Allah'a İman
Allah'a iman insanın, hem kendini keşfetmenin, hem de evrenin bilinmezlerini sezmesinin doyulmaz bir sanatıdır. Allah, yüce varlığını arayıp bulabilme yeteneğini yalnız insana lütfetmiştir. Tüm varlıklar yapılarındaki otomatizma ile ilâhi kudretin emirlerine temsil ve itaat zorundadırlar.
Yalnız insan, Allah'ı sezip sevdalanmak ve Onun emirlerini yaşamak sırrı taşımaktadır. Zaten insanın bilinmezliğindeki en büyük sır, insanın bu yeteneğidir. Bu duygu kalpte yaşayan müstesna bir mucizedir, Bu yüzden Allah'ı zihinlerin karmaşık sahillerinde, beynin kıvrımlarında bulmaya çalışmak bir anlamda şekillendirmek, sonu hüsran olan bir gaflettir.
Bugün Allah'a iman : konusunda beşeriyetteki çarpık kavramlar, hatta ateistlik bu yanlıştan doğmaktadır. Halbuki Allah'a iman, karşı koyulamayan bir kalp heyecanıdır. Hiçbir yanlışın onu çarpıtması, şaşırtması düşünülemez. Çünkü o çok canlı, çok güçlü bir ışıktır. İlâhi cereyanın (ruhun) insana intikal ettiği noktada parlar.
Günümüzde Allah'a inanmayanların büyük çoğunluğu bu gönül coşkusuyla zihindeki çelişkileri fark edemeyen bir gafletin esiridir. Yüce Allah (c.c.) Fâtiha Suresinde bunları "dallîn" diye vurgulamıştır. Yaratılışta her insanın gönlünde var olan bu iman ışığı nefsin dünya tutkusuyla körleşir. Sonra da insan, zihinsel bilinçlerinde acaip Allah kavramları geliştirmeye başlar. Bir anlamda beyinlerinde yarattıkları çarpık ilâh kavramlarına taparlar. Dünya tarihindeki putperestlik bu çarpıklığın en net şeklidir.
Rabbimiz Ker'an-ı Kerim'de hiçbir yanılgıya fırsat vermeden gönlümüzdeki bu ışığı tanıtmış, o nurun sırrını bir heyecan coşkusuyla bize öğretmiştir. Allah'a imanın ancak tevhidle (birleme) mümkün oluşu İslâmın ve imanın temel kaynağıdır. Bu hikmet bizzat Allah kelimesinin etimolojisinde bile mevcuttur. Bu kelimeyi Kur'an getirmiştir. Ve kalıpsal nitelikleri itibariyle tam bir benzersizlik sırrı taşımaktadır. Öyle ki, Arap etimoloji alimleri Allah kelimesinin mâna ve kapsamını bilememektedirler.
Çeşitli lisanlarda Allah kelimesine karşılık saydığımız kelimeler aslında "ilâh" kelimesinin karşılığıdır. En yakın tanıdığımız ingilizce'de "God" Fransızcada "Dieu" ve Türkçede "Tanrı" kelimeleri bunun örnekleridir. Nitekim Allah kelimesini gramer açısından çoğul yapmak imkansız olduğu halde yukarıda bahsettiğimiz kelimeleri kendi lisan gramerleri içinde çoğul olarak kullanmak mümkündür. Mesela "Tanrılar" ya da Fransızcada "Dieux" şekillerine dönüştürmek mümkündür.
Nitekim Arapçada da ilâh kelimesini çoğullaştırmak için "Âlihe" demek gerekir. Allah kelimesinin bu benzersiz niteliğini en açık bir şekilde kelime-i tevhidde (Lâilâhe illallah) ve onun tercümesinde fark ederiz. Bilindiği gibi kelime-i tevhidin ifadesi şöyledir: "Hiçbir ilâh yoktur, ancak Allah vardır. Kelime-i tevhidi bir başka dile çevirirken "Allah" kelimesini aynen korumamız gerekir. Aksi takdirde bir zamanlar Türkçe ezan içinde "Tanrıdan başka tanrı yoktur" gibi saçma bir çelişkiye düşeriz. Halbuki doğrusu "Allah'tan başka ilâh yoktur" ya da "Allah'tan başka tanrı yoktur" şeklinde düşünülebilir.
Zaten Kelime-i tevhid, ifadesi itibariyle Allah'ı beyandır. "Lâ ilâhe" de ki negatif kavram tüm ilâh sanılan yanılgılardan kurtulmayı emretmektedir. Ancak Allah vardır. Onun dışında yaratıcılık izafe edilecek hiçbir güç olamaz. Bu kavram daha lisanın başlangıcında, Allah'a yanılmadan iman edebilmenin yürekteki gerçeğini ifade etmektedir. Yüce kitabımızda Allah kavramına getirilen net tanım ise Süre-i İhlas'ta billurlaşmıştır. Dört ilke halinde Allah kavramına yaklaştıran İhlâs sırrını şöyle özetleyebiliriz:
Dört ihlas sırrı
a. Allah "Ehad"dır. Benzeri olmayan bir tekliğin sırrını taşır. Arapçanın zengin dil çizgisi içerisinde tekliğin ifadesi vahdaniyet kelimesindeki kalıpla ifade edilir. Dolayısıyla İhlas'ın bu emri başka tekler için kullandığımız "vahid" kelimesinden çok ötededir. Ehad, rakamdaki bir teklik değil, yegane tek olanın "Ehad" sırrının bir ifadesidir. Ehad kelimesi çokluklarla mutlak tek olan Allah arasındaki farkın en çarpıcı tanımıdır. Allah öyle bir tektir ki, varlık yalnız ona has bir gerçektir.
Çokluk âlemlerindeki bir çok güç ve etki görüntüleri, hatta bunlardaki vahdaniyet gözlemleri bir yansıma ve şaşırtmacadır. Mesela bütün varlıkların temelini teşkil eden enerji üretişi, kuant vahdaniyet sırrı taşır. Ancak "ehad" değildir. Çünkü dönüşüme uğrar. Hatta boyutların çizgileri içinde kaybolabilir. Cenab-ı Hakkın "Ehad" sırrıyla bize "Sakın hiçbir şeyle benim ehadiyetimi kıyaslamayın" buyuruyor. Ehad'in bu kavranması güç hikmetine ikinci âyetteki "Samed" sırrı açıklık getiriyor.
b. Allah "Samed"dir. Yani öyle bir mutlak güçtür ki, hiçbir şeye muhtaç değil, herşey Ona muhtaçtır. Enerji bakımından muhtaçtır, ilim bakımından muhtaçtır. Geçici varlığını sürdürebilmek için muhtaçtır. Bir anlamda Ehadiyetinin en canlı görüntüsü bu Samed sırrında gizlidir. Tüm evrenlerde Allah'ın sonsuz gücü hakim olan hikmeti işte Ehad ve Samed yasaları ile kesinleşmiştir.
c. Sûre-i İhlâ'ın çok önemli bir hükmü de "doğrulmamıştır ve doğurmamıştır" şeklindeki çeviri ile bilinen sırrıdır. "Yelid" ve "yüled" kelimeleri latince karşılığı generasyon meydana getirmek ve getirilme anlamınadır. Nitekim hidrojenin karşılığı latince "su meydana getiren" dir. Bu gazın Arapça ismi müvellidülma'dır ki, oda suyu meydana getiren demektir.
İhlâs Sûresinin bu hükmü bazı zihinlerde sapık bir şekilde yerleşen "Peki Allah'ı kim yarattı" şaşkınlığını da yok eder.
Çünkü o öyle bir mutlak tekliğin ve samed'in temsilcisidir ki Onun dışında Ona menşe olacak bir şey düşünmenin akılda yeri yoktur. Allah'ın bir şey doğurmadığı hükmü ise çokluk aleminin yaratılışını Allah'ın bir parçası saymak gafletini yok eder.
Allah öylesine müthiş bir kudret ki, bir şeyi yaratmak için murad etmesi, tasavvur etmesi yeterlidir. Onun kudretinden yansıyan sıfatları bir TV dalgasının titreşimleri gibi hemen ekranda görüntüye geliverir. Sûre-i İhlâs'ın üçüncü hükmü gereği, evrendeki enerjiler, galaksiler, Allah'tan bir şey eksiltmek şöyle dursun, yalnız İlâhi tasavvurun yansıyan titreşimleridir.
Maddesel evrenin yaratılışı için en inanılır bilimsel teori sayılan ak noktadan fışkıran akıl almaz enerji selinin evrendeki varlıkları meydana getirdiğini ilmi bir yakınlık içinde İhlâs'ın bu sırrı ile birleştirebiliriz. Âlemlerin meydana gelmesindeki güç ve sonsuz enerjiler Allah'tan yapılan bir harcama değil, Onun bir noktaya nazar etmesinden doğan muhteşem senaryo zincirleridir. Kavranması ve anlaşılması güç gibi görünen bu ilkeleri bildiren Allah, Sûre-i İhlâs'ın dördüncü ayetinde idraklere müthiş bir ihtar yapıyor.
d. Allah'ın benzeri ve zıddı yoktur. Onun ehadiyeti karşısında zıt ve benzerlerle kazandığınız zihinsel bilincinizle hüküm çıkaramazsınız. Çünkü Onun ehad sırrı benzerlik ve zıdlık ilkelerinden yola çıkarak kavranılamaz.
Peki Onu nasıl tanıyıp iman edeceğiz? İşte bu esrarlı anahtar da sürenin isminde gizlidir. Tıpkı bir müthiş hazinenin, açılması imkansız kilidini açar gibi Sûre-i İhlâs'ın ismi, sorunu çözmüştür. Yüce Allah (c.c.)Kur'an-ı Kerim'de sürelerin isimlerini konularıyla ilgili bir kelime ile tanıtır. Genelde bu süre isimleri bir anlamda o sûrenin en önemli mesajına da ışık tutar.
Sûre-i İhlâs inzal olduğu zaman bu sürenin ismini Hz. Cebrail'in ne şekilde takdim edeceğini merak içinde beklediler.
Hatta zihinlerden samed ve ehad gibi kavramlar geçti. Fakat ona gelen isim İhlâs'tı. İhlas gönüldeki içtenlik demektir.
Cenab-ı Hak süreye bu ismi vererek bu zor bilmeceyi ancak gönlünüzde çözebilir, bulabilirsiniz diye emretmişti.
Cenab-ı Hakkın yüceliğini, sonsuz gücünü, ilmini kavramak zihinlerin akılların maveralarında bitemez. Evrenlerin akıl almaz derinlikleri ve hikmetleri ancak gönlün, yani insan kalbinin sonsuz derinliklerinde bulunabilir. Bu da ihlâs sırrının en açık hikmetidir.
Bazı insanları, AIlah'a inanmak, Kur'an'ın tanımladığı çizgiler içerisinde inanmaktan alıkoyan en hain tuzak mesuliyet korkusudur. Çünkü AIlah'a Kur'an'ın nurlu ışıkları penceresinden bakarak inanan bir insan, hayatına haysiyetli bir ahlak çizgisi getirmek zorundadır. Ne yazık ki, pek çoklarını, gerçek insanlığa götüren kulluk zor gelmektedir. Onun için de buı insanlar sorumluluklarını öğrenmeyerek devekuşu misali başlarını kuma gömüp rahatlayacaklarını zannederler.Ve inanmanın heyecanını kalplerinde asla yaşayamazlar.
Onk. Dr. Haluk Nurbâki