Hakikî Îmân
Suyun letâfeti, havanın tatlı esintisi, ateşin sıcaklığı ve toprağın da ürünü vardır. Bitkinin meyvesi, arının balı, koyunun da sütü vardır. Semânın güneş, ay, yıldız ve yağmuru, arzın da yeraltı ve yer üstü zenginlikleri vardır. Her bir varlığın mânâ ve sırrı olduğu gibi, îmânın da mânâ ve sırrı vardır.
Bu esrâra, hakîkat-i îmâniyye derler. Hakikî îmân sâhibi, altı îmân esâsını dili ikrar edip söylerken, kalbi tasdîk ile şühûde eren ve âzâları da ihsân mertebesinde uygulayan kimsedir. Bunlar îmânın lezzetiyle, görülmeyenlerin görünür hâle gelerek îkan, kesin inanç sahibi olanlardır.
Zeyd bin Harise’nin (ra) cennetleri açıktan görüp, Kevser Havzı’ndan kana kana içenleri seyredip, yanında çamurla altını birbirinden fark ettirmeyen kişidir hakikî îmâna nâil olanlar. Kaynadıkça çıkar şırası üzümün. Ezilip süzülünce olur esansı gülün. Yandıkça gider kiri pası cevherin. “İnsanlar ‘inandık’ demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler.” (Ankebût, 2.) “Caresiz sizleri biraz korku, biraz açlık, biraz maldan, candan ve hâsılattan eksiklik ile imtihan edeceğiz.” (Bakara, 155.)
Mü’minin illet, hastalık, kıllet, rızkında darlık çekmesi ve zillet, hor ve hakir görülmesiyle imtihan olur. Hadîs-i Kudsî’de: “Kullarımdan bir kuluma bedeni yahud malı, yahud evlâdı yüzünden bir musibet verirsem o da buna sabr-ı cemîl ile mukâbelede bulunursa kıyâmet günü kendisi için mizan dikmekden yahud defter-i âmelini açmakdan hayâ ederim!” buyurulmuştur. Tekrar Allâhu Teâlâ, Hadîs-i Kudsî’de buyuruyor ki:
“Kaza ve kaderime râzı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belâlara sabretmeyen, benden başka Rabb arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!” [Taberani]
Tefekkür, zikir, tesbih ve Kur’ân-ı Kerîm tilâveti îmânı tezâyüd eder, artırır. “Gerçek mü’minler ancak o mü’minlerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, âyetleri okunduğu zaman îmânlarını arttırır. Ve bunlar yalnızca Rablerine tevekkül ederler. Onlar ki, namazı gereği gibi kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yoluna harcarlar. İşte gerçekten mü’min olanlar onlardır. Onlara Rablerinin katında dereceler vardır, bağışlanma ve değerli rızık vardır.” (Enfal, 2. – 4.)
Mumun, gaz lambasının ve lüksün ışığıyla, projektörün ışığı bir olur mu? “Allah Teâlâ kimin göğsünü İslâm için (Allah’a teslim için) yarmışsa artık o, Rabbinden bir nûr üzere olur, değil mi? Allah’ın zikrinden kalbleri kasvet bağlayanların vay haline! İşte onlar, apaçık dalâlet içindedirler.” (Zümer, 22.) “…
“Mü’min veya münafık her insana bir nûr verilecek, sonra o nûrun peşine takılacaklar.
Cehennem Köprü’sünün üzerinde bir takım çengeller ve pıtrak dikenleri vardır. Bunlar Allah’ın dilediklerini tutacaklar, sonra münafıkların nûru sönecek, yalnız mü’minler kurtulacak. Onlardan ilk zümre yüzleri Bedr gecesinde ay gibi (parlak) yetmiş bin kişi olarak hesap görmeden kurtulacaklar, sonra onların arkasından gelenler, gökteki yıldız nûrları gibi gelip geçecekler…” (Müslim), “Kim Allah Teâlâ’nın kitabından bir âyet dinlerse, ona kat kat sevap yazılır. Kim de onu okursa o kimse için o, kıyamet gününde bir nûr olacaktır.” (Ahmed bin Hanbel, II, 341) Namaz da mü’minler için bir nûr olarak zikredilmektedir:
“Namaz bir nûrdur. Sabır da bir ziyâdır.” (Müslim, Tahâret 1) Başka bir hadîste de; “Gecenin karanlığında namaza yürüyen kimseye, Allah Teâlâ o namazı kıyamet gününde bir nûr olarak gönderir.” (Dârimi, Salât 133) man 84)
Zümrüt de, yakut da taş, bahçe duvarına kullandığımız taş da taşdır. Bunları aynı değerde kabûl etmek akıl kârı değildir. Kömür de maden, uranyum da madendir. İkisini aynı kefeye koymak muhâldir. Peygamberler diğer insanlarla, velîler bir başkalarıyla eş değerde kabul edilemez. Enbiyâ nübüvvetle, velîler de velâyetle (ebrar, müttaki ve mukarrebun vasfıyla) seçilmişlerdir. “Ebdallar kırk erkek, kırk da kadındır. Bunlardan bir erkek vefat ettiğinde Allah Teâlâ onun yerine bir erkek, bir kadın vefat ettiğinde de Allah Teâlâ onun yerine bir kadın getirir.” Râvi: Hz. Enes (ra): Ricâlü’l-gayb, gayb erenleri, bilinmeyen Hakk dostları demektir.
Ricâlü’l-gayb, Allah dostluğunun gizliliğinden kinâyedir. “Rabbının ordularını O’ndan başka kimse bilmez.” (el-Müddessir, 74/31) âyetinin ifâde ettiği anlam da budur. Ricâlü’lgayb ile ilgili en eski kaynaklar, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i ile Hakim Tirmizî’nin eserleridir.
Özellikle şu hadîs-i şerîf, mutasavvıfların üçler, yediler ve kırklar gibi değişik isimlerle andığı gayb erenlerinin mesnedi sayılmıştır:”Bu ümmetin içinde İbrâhim tabîatı üzere kırk, Mûsâ tabiatı üzere yedi, Isâ tabiatı üzere üç, Muhammed fıtratı üzere bir kişi bulunur. Bunlar derecelerine göre halkın efendisi sayılır.” (bk. Keşfu’l-hafâ, I, 24; krş. İbn Hanbel, I, 112, V, 322, VI, 316)
Muhakkak ki, Allah Teâlâ yanında en değerli olanınız, takvâca en ileri olanınızdır..” (Hucurât. 13.)
“Allah Teâlâ’dan korkup yasakladıklarından sakınan kimseyi Cenâb-ı Hak dünya-âhiret mihnetinden çıkarır ve ona hatırına gelmeyen, ummadığı rızkı ihsân eder.” (Talâk, 3)
“Allâh’ın yardımı, yasakladığı eylerden sakınanlar ve yarattıklarına şefkâtle iyilik yapanlar içindir.” yahut: “Allah Teâlâ takvâ sahipleriyle ve güzel huylularla beraberdir.” (Nahl, 128) Câfer Sâdık (ra) şöyle buyurmuştur: “Takvâ, kalbinde Hakk Teâlâ’dan başka bir şey görmemektir.”
“Takvâ, kulun Allah’tan başkasından korkup sakınmamasıdır.” Taklid-i îmândan tahkika geçen mü’minin alâmeti, beş vakit namazını cemaatle mescidde kılmak sûretiyle, mü’minlerin vahdetini, birliğini sağlamanın dersini almaktır.
Peygamberimiz “Bir kimsenin mescitle alâkasını görürseniz onun mü’min olduğuna şahâdet edin.” buyuruyor. Yine bu mü’minin alâmeti rızkın helâl, taharetin düzgün, edâ ediş tarzının ihlâsla oluşuyla, huşû içerisinde namazı kılmakla yaptığı her işte düzgün ve doğru hareket etmektir. Rahmân sıfatının tecellisiyle, muhtâcına infâkla, ülkemizden tutun Arakan’a varıncaya kadar mü’minleri gözetmektir. Söylediği sözün arkasında durarak, düşmanının gönlünde bile güvenilirlik vasfını elde etmek. İnsanlar, şahsımda İslâm’ı görüyorlar düşüncesiyle hareket etmektir. Kudsî değerleri yaralamadıkça, kangren olup kesilmeyi îcâb ettirmedikçe, nefsimize yapılan suçları bağışlamaktır.
Bir kimseden memnun da olsa, ona kızıp öfkelense de hakkı zâyi etmemektir. Firavuna Hakk’ı tebliğ için gönderilen Mûsâ ve Hârun Aleyhimasselâm gibi, halim, yumuşak huylu olmaktır. Kılıcın keskin yüzünü yerinde kullanıp, kâfirlere onurlu, mü’minlere mütevâzı olmaktır. Merhamet ve hilim, içte nefis ve şeytana, dışta din düşmanlarına karşı Kur’ânî tavır takınmayı îcâb ettirmelidir.
“Onun beraberindeki Ashâb-ı Güzîn ise kâfirlere karşı çok çetin, kendi aralarında gâyet merhametlidirler.” (Fetih, 29.)
Ettiği tevbede kararlı, isyana dönmemede azimli olmaktır. Her işte hedefi gözetip geri dönmemektir. “Biz Allah Teâlâ’ya âidiz ve nihâyet O’na döneceğiz.” (Bakara, 156.) inancıyla, tâatlerde devamlı, hatâya düşmemede ısrarlı olmaktır. İhsân mektebinde duyduğu îmânın, ibâdetin, güzel ahlâkın tadını, insanlığa nimet olarak sunmalıdır. “Bugün dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım” (Maide, 3) diye buyurulan İslâm’ı, herkese taddırmalı. Boş söz ve işlerden uzaklaşarak, azıkların en temizini almaktır. Yemliha’nın arkadaşına, “Hangi yiyecek daha temizse ondan size bir rızık getirsin” (Kehf, 19.)
“Azığın en hayırlısı takvâdır. Kendinize azık tedarik edin de bana takvâ ile gelin, ey akıl sahipleri” (Bakara, 197.) buyurulan nimetle doldurur kabir ambarını kâmil mü’min olmânın lezzetini duyan kâmil mü’min, kullukta kâim olur. İnsan, cin, melek, kâfir, müşrik, hatırdan geçen veya geçmeyen bütün varlıklar, Allâh’ın ilâhlığında hiç bir paya sahip değildir. Bütün varlıklar Allah Teâlâ’nın egemenliğine boyun eğmek mecburiyetindedir. Bunun adına kulluk denir.
Kulluk teslimiyeti gerektirir. Miraç gecesinde, Habîb-i Zîşânını (sav) Cenâb-ı Hak Celle va A’lâ kul olarak ifade buyurur Sûre-i İsrâ’da. “Âyetlerimizi göstermek için, kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya yürüten Allah Teâlâ, Sübhan’dır (bütün noksanlıklardan münezzehtir). Muhakkak ki O, en iyi işiten, en iyi görendir.