HEP KALB AMELİ KIVAMINDA
Kalblerimizi yeniden gündemimize, yeniden avuçlarımızın içine alma günlerindeyiz.
Aslında kalblerimiz her zaman gündemimizde olmalı, her zaman avuçlarımızın içinde olmalı. Her şeye kalb gündemi ile bakmalı, kalb işçiliği gibi, kalbi yoğurmak gibi, kalbi diri tutmak gibi bir kutlu derdimiz olmalı.
“Dikkat edin, kalbler ancak Allah’ı zikrederek doyuma ulaşır.”
Bu bir Kur’an ifadesi. Allah’ı unutmayarak, her işin ruhuna Allah ile ilişkiyi yerleştirerek, kalbi, Allah Teala ile birliktelik idraki ile yoğurarak...
Allah “Bana kalb-i selim getirin” diyor ebedi yolculuğa çıktığınız zaman. Mal ya da evlad çokluğunun herhangi bir işe yaramayacağı ortamda...
“Selim bir kalb. Yani perdelenmemiş, hastalanmamış, mühürlenmemiş, taşlaşmamış... bir kalb.” Bunlar da Kur’an’da var.
İslam, yani ölçülerini Allah Teala’nın belirlediği hayat çerçevesi, inancı, ibadeti, muamelat, ukubat ve ahlâk alanı içine giren bütün insan ilişkileri ile, Allah ile ilişkileri diri tutma amacına yöneliktir denilebilir.
Çünkü o diri olursa her şey yerli yerine oturur, o ilişki diri olmazsa, pörsüdüğü, unutulduğu, yara aldığı, esnediği zamanlarda insan başka dünyalara savrulma riski ile karşı karşıya kalır.
Günde beş vakit namazla mü’min, elleri, yüzü, gözleri, ayakları, kulağı, beyni ile ve bunlardan akan verilerin ulaştığı kalbi ile Yaratan’ın huzuruna “Temiz” çıkma dersini alır. “Huzuruna geldim ve temiz geldim ya Rabbi” der. “Temiz gelme” diye bir hassasiyet eşlik etmiyorsa namaz yolculuğuna, namazın, yine Rabbin bildirdiği “Fahşayı ve münker”i hayatımızdan söküp çıkarması mümkün olmaz. İşlevsiz bir namaz olur. İçi boşaltılmış olur namazın. Ama biliyorsak ki Yüce bir Huzur’a çıkacağız, orada yalan söylemememiz lâzım, çünkü o kalblere vakıftır, biliyorsak ki Mahşer ortamında o Yüce Huzur’a yine çıkacağız ve bu defa dillerimiz sussa bile ellerimiz, ayaklarımız, derilerimiz konuşacak... biliyorsak ki Halik Teala’ya gizli-kapalı bir şey yoktur... o zaman her namaz vaktinde yeniden derler toplar, kulluk kıvamını ararız kendimizde.
Orucu idrak edeceğiz, ediyoruz bugünlerde. Oruçla insan, bedenin en tabii ihtiyaçlarını Allah ölçüsü ile sınırlayarak kalbî bir detoks yaşar. Detoks, birikmiş kirlenmişlikleri, tortuları, kalbin taşıyamayacağı yükleri arındırma işidir. Oruç gerçekte kalb orucudur, kalbe tutturulmazsa oruç, gözlere, kulaklara, dillere tutturulamaz, gözlere, kulaklara, dillere tutturulmayan orucun aç kalmaktan ibaret olma riskini Allah Rasulü taaa baştan ilan etmiş. Oruç gelmiş gitmiş, bize hiç etkisi olmamış, bizi hiç tamir etmemiş, yaralarımızı sarmamış, biz dökülen hallerimizle kalmışız yine, ağzımız oruç tutmuş, kalbimiz yemiş yemiş yemiş... Nerde oruç?!
Kalb oruç tutarsa, oruç bizi alır cennete götürür. Cennet yolculuğuna çıkaran oruç lâzım. Onun için de her iftar akşamı kalblerimizi ellerimize alıp orada ne var ne yok bakmak lâzım. Kadir gecesine, onun sabahına, bayramın sabahına dipdiri, Allah’a sunulacak kıvamda selim kalblerle ulaşmak lâzım.
Zekat, mü’mine verilen mal tutkusu ayarıdır. “Mal da can da Allah vergisidir, bunu unutma, malın kazanılmasında da Allah ölçülerine bakacaksın, sarfedilmesinde de, malı temiz tutmak bir kalb disiplinini gerektirir, malın içinde fakir hakkı kalmamalı, malı en çok kirleten şeylerden birisi, onun içindeki fakir hakkını vermemektir.” Şu saydıklarım, bir kalb terbiyesi olmadan olur mu? Elinle verdiğinin canını dilinle acıtırsan kalb nerededir? Sana verildiğinde almayacağın şeyi başkasına verirsen kalb nerededir? Elindeki mali imkanlarda Karunsu duygular yaşarsan “Allah’ın rızık olarak verdiği şeyler” bilinci nerededir? Mal ve evladın fayda etmeyeceği bir gün var. Bu Kur’an bilgisidir. Zekat malı temizler, ama önce kalbi temizlemesi lâzım. Zekat olarak verirken bile “Temizlik hassasiyeti”nin kalbde diri olması lâzım. “Allah’ın eline vereceğin şey” kalbden süzülmeden olur mu? “Siz fakirsiniz, Allah ganidir.” Bu ana hakikat açısından bakıldığında ne kadar mal-mülk sahibi olsan da, zekat verirken, Mutlak Gani olanın kudret eline vereceksin. Haddini bil. Kalbine mukayyet ol.
Hele Hac... Gideceksin, adeta tüm dünya varlığından sıyrılacaksın, üzerinde iki parçalık bir örtüyle, tıpkı kefenle “Lebbeyk Allahümme leybeyk! Çağırdın, geldim ya Rabbi!” diyeceksin. Bunu kalbden söyledin, kalbine çaktın adeta... Ama kalbine çaktın. Öyle bir kalb işçiliği yaptın ki Arafat’ta, Mahşer’i görmüş bir insan, yani başka bir insan olarak döndün dünyaya. Yine yaşayacaksın ama bu defa Mahşeri görmüş, Hesap gününü görmüş, tabiri caizse gitmiş gelmiş, Hayat kitabını Yüce Huzur’da yeniden okumanın, ya da ne bileyim hayat filmini seyretmenin, “kaçacak bir yer olmadığı”nı idrak etmenin zorluğunu yaşamış bir insan olarak yaşayacaksın. Beden Arafat’ta, sen işyerinin başında... Dünya telaşını Mahşer’e taşımak var mı? Dön ve bak, dön ve bak üstüne, iki parçalık bir bez, tüm varlığın. Statü yok, mal, mülk, güç, kudret yok. Orada hüküm Allah’ın.
Umre mi? Tamamı değil kuşkusuz, ama Haccın dünyasına bir nebzecik götürüp getiren bir ibadet. Hani deyim yerindeyse kokusunu aldıran. İster Ramazan’a bak, ister umreye... İhrama bak. Kalbine ihram giydir. İmsaki bir kalb disiplini haline getir. Rabbani disiplin var burada. Cedeli bırak. Otu bile yolma. Sineği öldürme, karıncayı incitme. İnceliklerin insanı ol. Hac hacda kalmasın, umre umrede. Orada bir kalb edin ve onu taşı hayatın bütün kılcal damarlarına.
İbadetlerin tamamı, kalbe, günlük, haftalık, yıllık, ömürlük bölümleriyle -yani insan hayatını kuşatan bütün zaman aralığında- insanın Rabbi ile ilişkisini, yine Kur’an’ın ifadesiyle söyliyelim, “Ve hüve meaküm eynema küntüm – Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir” diriliğinde tutma eğitimi verir. “O şah damarından yakındır insana.” Bu bilinçle kuşatır insanı ibadetler. Böyle yapa yapa Müslümanın hayatı “Allah’ı görüyormuş gibi yaşanan bir hayat” haline gelir. İbadetler, insanın mayasında bulunan unutma ve gaflet potansiyelini eritir, onun yerine “Allah ile birliktelik şuuru”nu yükler. “Allah ve Rasulü size hayat veren şeylere çağırdığında ona icabet edin” Kelam’ı mucibince Allah ve Rasulü’nün çağrılarına uyum gösterebildiğimiz ölçüde diri, uyum gösterebilen hayat alanlarımız diri olur. Kalbin ölüm hallerine, hastalık hallerine, perdelenme hallerine, Allah korusun mühürlenme hallerine de vakıf olmamız ve onlara karşı da tedbir almamız, savunma mekanizması oluşturmamız gerekiyor. Şunu yersen şu hastalık gelir, şurada yaşarsan zehirlenirsin... dendiğinde nasıl tedbir alıyorsak, kalbi hayatımızın zehirleneceği iklimlerden de korunmamız lâzım. İbadet iklimi ile kabahat iklimi arasındaki fark, kalbin sağlığı veya hastalığı kadar birbirinden farklıdır.
Bu ibadetleri yaparız, gerçekten kalbimize ulaşır veya ulaşmaz, o bizim ibadet kalitemizle ilgili bir iştir, ama namaza durduğumuzda Allah’ın huzurunda durduğumuzu bilmezsek, kalbimiz o namazdan nasibini alamaz. Kalbe gitmez o namaz. Bedenimizin dış cidarlarında kalır.
Oruç açlığa dönüşür, Hac seyahate, zekat mala sahip olma tutkumuzu besleyen antrenmana...
Diri, diri, diri.
Her ibadetin diri yapılması lâzım. Allah ile ilişkiyi hep diri tutacak kıvamda yapılması lâzım. Bunun için bir kalb gündemimiz olması lâzım, kalb işçiliği diye bir sonsuz görev şuurunun mü’minin yüreğini hep yoklaması lâzım.
Kabe – Kalb ilişkisi kurar pek çok İslam büyüğü. Kabe’ye varıp kalbi keşfedememek olmaz. Kabe ile ilişkiyi yenileyip kalblerin eskimesi olmaz.
Bir İslam büyüğü der ki:
“Kişi kalbini avucunun içine alıp insanlar arasında utanmadan dolaşabilmeli.”
Şeffaf, şeffaf, şeffaf.
Çünkü kalbde olan biteni Allah görüyor, insanlar görmese ne yazar ki!
Kalblerimize danışabilsek bizler de göreceğiz.
Kalblerimize yeniden bakmak için namaz daha yakınlarımızda duruyor, umrelerden, haclardan daha yakınlarımızda...
Oruç kapımızı çaldı, geldi, geliyor, bir kere daha kalb işçiliği yapmaya karar vermemiz için.
Allah kalbimizi gündemimizden düşürmesin. Bayramı kalbi sevinçlerle yaşamayı lutfetsin.