İman Ahlak Bütünlüğü
Davranışlarımız inançlarımızla ne kadar uyumlu?
Camilerin, dergahların dolup taştığı, tespihlerin yetmeyip zikirmatiklerin ellerde dolaştığı, üstüne üstlük bir de buğulu gözlü kıssacı hocaların dini konuları ağlamaklı olarak anlatmaları ve kitlelerin de ağlamalarına bakıldığında ülkemizde İslam’ın, görünürde bir hayli yoğun yaşandığı sanılmaktadır. Ancak görünen o ki; ahlak bilincini canlı tutması gereken ibadetlerin kişiliğimize bir yansıması olmadığı gibi, sosyal hayatımızda da herhangi bir tezahürünün olmadığı gün gibi ortadadır. Zira ülkemizde her türlü şiddet başta olmak üzere, kötülükler kol gezmekte, her türlü haram ve günahın önlenemez bir tırmanışta olduğu inkar edilemez bir vakıa olarak ortaya çıkmaktadır. Peki ama neden?
Bu konuda pek çok gerekçe saymak mümkün, ancak bunları sorgulamadan önce bazı sorulara hep beraber cevap bulmaya çalışalım.
Muhasebe ve muhakeme
Yüce Allah tarafından bize bahşedilen ve şerefle tamamlamamız gereken en asli görevimiz olan hayatımızı nasıl değerlendiriyoruz? Servetimizi ne uğruna tüketiyoruz? Bir zamanlık makam/mevki ve kalıcı olmadığını bildiğimiz halde çeşitli menfaat temini fırsatları karşısında onurumuzu koruyabiliyor muyuz? Birilerine celallenip ortalığa kin ve nefret tohumları mı ekiyoruz? Bu ve benzer soruları çoğaltmak yerine, muhakeme ve muhasebe açısından gelinen noktanın değerlendirilmesinde fayda var. İşte ortaya çıkan tablo:
Durum tespitine en küçük toplum birimi olarak aileden başlarsak; eşler, ebeveyn-evlat ilişkisi, gelinlerle kayınvalideler arasındaki ilişki, dede ile torun, hatta oturduğumuz apartmandaki komşularımızla olan ilişkilerimizi süzersek; iş yerimizdeki, sonra sokaktaki durumumuza bakarsak, daha sonra da yöneticilerle halk arasındaki ilişkilere ve toplulukların, kavimlerin ilişkisine… Derken, tespitimizi genelleştirip Müslüman topluluklar çerçevesinde bir irdeleme yaparsak, bariz olarak görülecek olan odur ki; Hz. Peygamber ve onun inşa ettiği toplumla aramızdaki mesafe bir hayli açılmıştır. Öyle ki, sevgili peygamberimizin bıraktığı mesaj ne yazık ki tanınmaz haldedir.
Bu zaafın sebebi ne?
Hayatın bütün alanlarıyla ilgili iddia ve önerileri olan Müslümanlar, neden Müslümanca yaşamıyor? Neden hak, hukuk ve adaleti tesis etmiyorlar? Öyle ki; kutsal geceler, Kutlu Doğum Haftası ve türbe ziyaretleri gibi İslami temeli olmayan uygulamalar söz konusu olunca olmadık itina ve ihtiram gösteren Müslümanlar; sıra hayatın maddi ve sosyal yönüne gelince İslami hassasiyetlerden bir anda uzaklaşıyor. Bununla da kalmıyor, bir kapitalist gibi vahşi piyasanın kurallarına uymakta tereddüt bile etmiyorlar. Lüks, şatafat ve israf tavan yapıyor, tesettür hikmetini yitiriyor, göstermelik hat sanatı gölgesine sığınılarak yapılan sözüm ona şuh defileler düzenleniyor... Şirazesinden çıkmış, bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkün… Görünen o ki Müslümanlar; dinlerinin bu dünyayı adaletle yönetecek potansiyele sahip olduğuna gerçekte inanmıyor. Evet, dinlerinden vazgeçmiyorlar ancak dinin, gerek kişisel ve gerekse sosyal hayatlarına yön vermesini de pek istemiyorlar. Bu, üzerinde derin derin düşünülmesi gereken temel bir konu olarak öne çıkıyor.
Sorun anlayışta mı uygulamada mı?
Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği ve bizzat yaşadığı din, Kur’an’ın ifadesiyle “açık-seçik ve anlaşılır” olduğuna göre asıl sorunun çıkış noktası ne? İki nedenden söz edilebilir: Anlayış ve uygulama… Uygulamaya da anlayış yön vereceğinden onunla başlayalım... Bilindiği üzere din, insanla birlikte doğmuştur ve insanla birlikte var olmaya devam edecektir. İslam’ın yeryüzündeki hedefi; adalet ve ahlak merkezli bir düzen inşa ederek, insanların dünya ve ahiret saadetini temin etmektir. Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar tüm peygamberlerin dini olan İslam, kaynağından yeni çıkmış bir pınar gibi berrak ve tazedir. Tarih boyunca insanların çok ilgilendiği ve üzerinde çokça tartıştığı bu dosdoğru din, ne yazık ki bir o kadar da yanlış anlaşılmaya maruz kalmıştır. Tarihi seyrine kısaca bir göz atalım:
Üstat Necip Fazıl’ın ifadesiyle İslam’ın 3 döneminden söz edilebilir: İlki atılım, ikincisi taklit ve duraklama, üçüncüsü ise hazırlıksız yakalandığı bocalama dönemidir. Buna göre hicri 2. asırdan sonra Kur’an’dan uzaklaşmalar başlamış, rüya ve ilham yoluyla elde edildiği iddia edilen temelsiz bilgilerle çeşitli tezler ve ekoller oluşturularak, körü körüne taklit yolu izlenmiştir. Oysa Ebu Hanife gibi büyük müçtehitler; Kur’an ve sahih sünnete başvurarak zamanın ruhuna uygun yorumlar getirmekteydiler.
Niye böyle oldu?
Zamanla gerek despot yöneticilerin tutumu ve gerekse içtihat kapısının kapatılmasıyla hem ilmi miras tüketilmiş, hem de ulema zihniyeti, yerini halk kültürü anlayışı ve geleneğine bırakmıştır. Dahası, Hz. Peygamber’in “Kim bana bir yalan isnat ederse (söz uydurursa) cehennemdeki yerini hazırlasın…” ihtarına rağmen, fütursuzca hadis uydurulması vahametin daha da büyümesine yol açmıştır. Hatta öyle ki; asılsız rivayetler ve eski fıkıh kitaplarındaki dönemsel bilgiler (üzerinde hiçbir çalışma yapılmadan) olduğu gibi alındığı için değişkenlerle sabitelerin ayırt edilmesi göz ardı edilmiştir.
Mehmet Akif’in deyimiyle; “Belki on şerhe bakıp, bir kuru mana çıkaran,/ Yedi yüz yıllık eserlerle bu dinin hala, ihtiyacatını kabil mi telafi? Asla. / Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,/ Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.”
Öte yandan Müslümanlar; “Dinlerini parçalayan, bölük pörçük olanlardan olmayın. Bunlardan her grup kendilerinde olanla böbürlenecektir” (Rum 30,32) ilahi ikazını adeta görmezden gelerek ve tek doğru görüşün kendi görüşleri olduğu iddiasıyla, hem aralarında çeşitli gruplara bölünmüş hem de bir taraftan “Din elden gidiyor”, diğer taraftan “Din geliyor” gibi 2 ayrı söylem ve yersiz korkuya kapılmalara da kapı aralamışlardır.
Bütün bu olup bitenlerin, yaşanan İslam’a yansımasının olması tabiidir. Tarihi seyri içerisinde süregelen kadim tartışmaları bir yana bırakarak, günümüzdeki uygulamaya kısaca bakalım.
Yaşanan İslam; vahiy kaynaklı mı, gelenek kaynaklı mı?
Din, insan için olduğuna ve insana gönderildiğine göre doğru anlaşılmalı, gereği gibi de yaşanmalıdır. Bunun için öncelikle “Allah Resulü dışında(vahyin gözetiminde olduğu için) bütün insanlar yanılabilirler, günah işleyebilirler, eksik ve kusurları vardır. Buna alimler, arifler, şeyhler, kutuplar, başkanlar, liderler, okumuşlar, okumamışlar dahildir” anlayışı kabul edilmelidir. Maddi-manevi problemlerin halledilmesinde; evrende olup biten her şeyin sevk ve idaresinde Yüce Allah’tan başkasının tasarrufta bulunabileceği izlenimi veren ifadelerin de şirke kapı aralamak anlamına geleceği özellikle bilinmelidir. Birilerini, bir din büyüğünü Allah’ın yakın dostu sayma, ona hayali güç ve yetkiler verip Allah’a onun aracılığıyla ulaşma inancı,