İman ve Sosyal Yansımaları
İnanan ve iman ahlakına sahip olan bir insan, bütün istidat ve kabiliyetlerini, bu iman ve ahlakın hâsıl ettiği nizama tabi kılar ve onun bütün hareket, davranış ve niyetlerini bu nizam sevk eder, bu nizam yönlendirir. Onun için de, böyle bir insan daima hem kendisiyle hem de toplumla barışık yaşar; huzur, sükûn ve güvenin temsilcisi ve savunucusu olur.
Vatanına olan muhabbeti, canını ve bütün varlığını seve seve onun uğruna verecek ölçüdedir. Çünkü o bilir ki, vatan sevgisi bir iman tezahürüdür ve o bu tezahürle bir ayniyet içindedir. Devletine olan bağlılığı, hürmeti, saygısı her türlü izahın ötesindedir. Çünkü sahip olduğu ahlak ona bunu öğretmiş, her vesileyle bunu telkin etmiştir. Fertler arası münasebetin odağında karşılıklı yardımlaşma, sahip olunan hayırları, güzellikleri başkalarıyla paylaşma bulunmaktadır. O, komşusu açken tok olmayı, tasalı birisi yanında ferah durmayı ayıp ve günah sayacak bir içtimai sorumluluk ve şuura sahiptir…
Hem, iman, sadece dini bir ikrar değil, kelimeyi tevhidin bağrında beslediği manalar yönünde tekevvün edip oluşan, gelişen, kemale eren ve erdiren bir hayat felsefesi, uhrevi olduğu kadar dünyevi yansımaları da bulunan bir prensipler manzumesidir.
Mümin, kelimeyi tevhidi bütün halinde söyler, bütünüyle ikrar eder. Bu sözlü ifade ve ikrar, önce onun kalbinde tasdik bulur. Böylece mümin, kalbinden geçirdikleriyle, dilinde ifade ettiklerini bütünleştirmiş olur. Bu bütünlüktür ki, onun fiillerine yansır. Onun içindir ki, mümin, ister maddi meselelerde, isterse manevi sahalarda hep bütünlüğünü koruyarak faaliyetlerini sürdürür. İcra ettiği meslek ne olursa olsun, mümin elinden çıkmış her işte, her eserde bu bütünlüğün izleri, bu bütünlüğün bereketi mevcuttur.
Ayrıca, mümin, kelimeyi tevhitten aldığı dersle, ret etmesi gerektiği ne varsa onların hepsini bütünüyle ret eder, ne kalbinde ne ikrarında onlara asla yer vermez; kabullenmesi, sahiplenmesi gereken ne varsa onları da yine bu ölçü içinde hiçbir ayırıma düşmeden, kabullenir, sahiplenir. Bu hal onun ferdi hayatında olduğu gibi içtimai hayatında da tezahür eder.
Zirvelerin, omuz omuza vererek meydana getirdikleri yüceler yücesi zeminde çok yönlü üstün vasıflarla bezenmiş böyle bir mümin, aşkınlıktan aşkınlığa yol vurup gittiği dönemlerde bile sıradan bir insan olmayı dahi kendisine elde edilmesi çok zor bir paye görme mahviyetini, tevazuunu da hiçbir zaman elden bırakmaz, hiçliğine olan imanını daima bir iffet gibi korur. O varlığını bütün insanlığa adamış talihlidir. Ne ki, bahtına düşenler sadece çile, ıstırap, hicran, gözyaşıdır. Ama o, bunları da sabırla, tevekkülle, tebessümle geçiştirmek zorundadır.
Nefsini ve nefsaniliğe ait talepleri çoktan unutmuş, davasının aşkından başka yanıklığı kalmamış bu efsane kahraman, nereye gitse dünyasını da oraya taşıma gibi bir imtiyazın da sahibidir. Çünkü o, sadece davasından ibaret olan dünyasıyla bir bütünlük içindedir. Herkese bezil ettiği bu dünyadan başka da hususi bir dünyası yoktur. Değil hususi bir dünyasının olması, kendisine ayıracak hususi bir vakti de yoktur. Bu yokluğa, en masum manevi hazların billur billur gönlüne akacağı anlar da dâhildir. Gözünden, gönlünden cennet sevdasını, cehennem korkusunu da silmiş ve her şeyini ilahi rızaya kilitlemiş bu hasbi ruhu, bu ihlastan yontulmuş abideyi, davasının aşkına mağlup bu yiğit kahramanı, ne en korkunç tehditler yolundan, emelinden, gayesinden döndürebilir, ne de ülküsü dışındaki en cazip teklifler kendine meylettirebilir.
Tek başına bütün bir millet, bütün bir insanlık, bütün bir medeniyet olabilmiş bu dehanın önüne dikilmek, elbette inkâr kültünün ham yobazları için en birinci meselesidir. Musa’yı bulmak, doğmadan boğmak adına Firavun nice beşikteki cana, nice kundaktaki bebeye kıymadı mı? Hâlbuki kader tuzağını ta ezelden kurmuştu. Firavun, can düşmanını kendi öz canında, saltanatının bağrında besleyecekti…
İmanın yerleşik bulunduğu bir yörede, ister ferdi planda, isterse cemiyet planında, kendiliğinden bir cennet huzuru da olagelmiştir. Fert, manevi ihtiyaçlarının bütününü ondan nasiplendirerek tatmin ile bu huzuru iliklerine kadar yaşadığı gibi, cemiyet de, en küçük birimi ve de temeli olan aileden, cemiyet binasının çatısı sayılabilecek kurum ve kuruluşlara kadar, onun bahşettiği endaze maharetiyle yoğrulan varlığında aynı huzuru duymuş, aynı huzuru yaşamıştır.
Hakiki saadet ancak ebediyete aşinadır. Onun, zevale mahkûm faniliklerle hiçbir tanışıklığı yoktur. Ebediyet ise bir iman muştusudur. İman olmadan, onun ikbale ve istikbale ait muştusundan ve böyle bir muştunun koruyucu himayesinden bahsetmek nasıl mümkün olabilir? Bu imkânsızlık durumu, fert için de aile için de hatta millet, devlet ve bütün bir medeniyet için de aynen geçerlidir.