* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: Ah'rete İman ve Hayatimizda Olumlu Etkisi  (Okunma sayısı 205 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı melek

  • Global Moderator
  • *****
  • İleti: 2334
Ah'rete İman ve Hayatimizda Olumlu Etkisi
« : Eylül 22, 2021, 03:00:54 ÖS »
Ah'rete İman ve Hayatimizda Olumlu Etkisi

        “O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek Allah'ındır.”  (Soran da cevabı veren de Allah’tır.)
                                                               Mü’min Sûresi,40/16

        Hz. Enes (r.a)’den, Rasûlullah (s.a.v.)’in şöyle dua buyurduğu rivayet edilmiştir:
        -“Allahümme lâ – ayşe illâ ayşü’l-âhireti”
                                                                (Riyazü’s-Sâlihîn)


         “Âkil isen can gözün aç, tut kulak bu sözüme

          Bir değirmendir bu dünya öğütür bir gün bizi.”

أعوذ بالله من الشيطان الرجيم           بسم الله الرحمن الرحيم                                 
                               إن  الساعة  لاتية لا ريب  فيها  و  لكن  اكثر  الناس  لا يؤمنون       

               Bütün mahlûkatın, Allah (c.c) tarafından tesbit edilmiş bir ömrü vardır. Takdir edilen bu ömrün sonunda, hepsi de yok olur. İlahi kanun gereği üzerinde yaşadığımız dünya da, bir gün son bulacaktır. Nitekim Kasas sûresinin 88. ayetinde şöyle buyrulmaktadır: “Allah (c.c.)’ın zatından başka herşey helak olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” Herşey yok olup, her canlı ölümü tadacak ve sonra ilâhi bir emirle tekrar dirilecektir. İşte bu tekrar diriliş gününe “Haşr veya Kıyamet Günü” diyoruz.

        Kıyamet gününe ve Âhiret hayatına inanmak, iman esaslarından olup dinimizin çok önemli bir rüknüdür. Haşr gününe ve Âhiret’e iman, gaybe iman cümlesindendir. Gaybe iman, insan idrakinin üstünde olan ve ancak işitmekle kabul edilen hususlardandır. Bunun da esası, Kitap ve Sünnettir. Kıyamet  ve ahiretle ilgili Kur’an ayetleri ve hadis-i şerifler ne kadar iyi bilinirse, buna iman da o kadar kuvvetli olur. Cenâb-ı Hakk’ın Kitabında ve Rasûlullah (s.a.v.)’ın hadislerinde yer alıp, iman esaslarından olduğunu belirtiğimiz Kıyamet Gününe ve Âhiret’e inanmayan, onda şüphesi olan kimse, dinden çıkar ve küfre gider. Bundan dolayı Haşr ve Âhiret’e iman zorunludur. Zaten iman esaslarından hiç birisi inkar edilemez. Çünkü onlar kabul edilmedikçe , hakiki iman gerçekleşemez.

        Böylece konuya kısaca bir giriş yaptıktan sonra “İman” ve “Âhiret” kavramlarını bilmekte yarar vardır. Şimdi bu iki kavrama bir göz atalım:

        İman: Sözlükte “güven içinde bulunmak, korkusuz olmak” anlamındaki emn (emân) kökünden türeyen îmân , “güven duygusu içinde tasdik etmek, inanmak” demektir. “Sağlamlaştırmak, kesin karar vermek, tasdik etmek” manasındaki akd kökünden türeyen i’tikâd da “iman” karşılığında kullanılır. Terim olarak iman genellikle “Allah’tan alıp din adına tebliğ ettiği kesinlik kazanan hususlarda peygamberleri tasdik etmek ve onlara inanmak” diye tanımlanır. Bu inanca sahip bulunan kimseye mü’min, inancının gereğini tam bir teslimiyetle yerine getiren kişiye de müslim denir. Ayrıca Türkçe’de müslim kelimesinin Farsça kurala göre çoğulu olan müslüman da (müslıman) bu anlamda kullanılmaktadır.

        Kur’an-ı Kerim’de iman kavramı 800’den fazla yerde geçer. İman etmeyi ve inananları nitelemek için “doğru söylemek” anlamındaki sıdk kökünün, ayrıca kalbin iman sayesinde huzura kavuşmasını ifade etmek için “şüpheden uzak olarak bilmek” manasında yakn (yakîn) kökünün  türevleri (el-Bakara 2/4; el-Maide 5/50) ve huzur bulmak, güven duymak” anlamındaki itmi’nan kavramı kullanılır.(el-Bakara 2/260; er-Ra’d 13/28) İbnü’l-Cevzî “kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve organlarla amel” şeklinde tanımladığı imanın Kur’an’da beş manada kullanıldığını kaydeder: Tasdik, sadece dilin ikrarı,tevhid, peygamberi onaylama, namaz.

        Âhiret, evvelin mukabili ve “son” manasındaki âhirin müennesi olup Kur’an’da 110 yerde geçer. Bunun yirmi altısında müzekker ve el-yevm kelimesine sıfat şeklinde el-yevmü’l-âhir (son gün), dokuzunda dâr ile sıfat veya isim tamlaması halinde ed-dârü’l-âhire, dârü’l-âhire (son ikamet mahalli), birinde en-neş’etü’l-âhire(ikinci yaratılış, son hilkat) tarzında, elli yerde de dünya ile (ikisinde dünya manasındaki ûlâ ile) mukabele edilmiş olarak zikredilir. El-Âhirenin , yalın olarak kullanıldığı yerlerde de ed-dârü’l-âhire tamlaması manasında kullanıldığı kabul edilir. Bu kullanış şekillerinden de anlaşılacağı üzere âhiret mefhumu ile dünya mefhumu arasında sıkı bir münasebet vardır. Âhiret dünya hayatını takip eden, ona benzer fakat daha değişik ve ölümsüz bir hayattan , ebediyet âlemine ait çeşitli merhaleler ve hallerden ibarettir.
                                           
        Dersimizin bu bölümünde de Kur’an-ı Kerim’in Âhiret hayatına bakış açısından bir kesit sunmaya çalışacağım.

        Âhiretin varlığı aklen caiz, mümkün ve naklen sabit, gerçektir. Allah Teala: “O ilkin mahluku yaratıp sonra iade edecek (öldükten sonra diriltecek) olandır ki, bu Ona göre pek kolaydır. Göklerde ve yerde  en yüce sıfatlar O’nundur. O yegane gâlip, yegane hüküm ve hikmet  sahibidir.”(Rûm 30/27)  ve “Şüphe yok ki Allah kabirlerde olan kimseleri tekrar diriltecek” (Hacc 22/7) buyurarak ölüleri mutlaka dirilteceğini, yeni bir hayata kavuşturacağını ve ahiretin gerçekleşeceğini kesin olarak haber vermiştir.

        Kur’an’da sadece âhiretin varlığı ve âhiret hakkında bilgi verilmekle kalmayıp, âhireti mümkün görmeyerek inkar edenlere karşı da en güzel şekilde deliller getirilir ve âhiretin varlığı isbat edilir. Bu husustaki Kur’an delillerinden bir kaçı şöyledir:

        a)Kur’an ilk yaratılışı kabul ettikleri halde, âhiretin varlığını kabul etmeyenlere ilk yaratılışla delil getirir. İnsanları ve bütün mahlukatı yoktan var eden Allah Teala’nın onları ikinci defa tekrar yaratmaya da kadir olacağı bildirilir. Nitekim elinde birkaç çürümüş kemikle Peygamber Efendimize gelip: “Çürümüş kemiklere kim can verecek?” diyene cevaben Peygamber Efendimize şöyle demesi emredilmiştir: “De ki; onları ilk defa yaratan tekrar diriltecektir. O her türlü yaratmayı bilendir” (Yasin, 36/78-79)

        Bir şeyi ilk defa yapmaya muktedir olan bir kimsenin aynı fiili ikinci kez yapmasının kendisine birinciden daha kolay geldiği herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. Aslında Allah için bir şeyin yaratılışının diğerinden kolay veya zor oluşu söz konusu değildir. Ancak “önce yaratan, ölümden sonra tekrar dirilten O’dur. Bu O’nun için daha kolaydır.” (Rum 30/27)  ayetinde insanlara bir hakikat kavratmak için insanlar nezdinde bilinen ve kabul edilen bir hususla delil getirilerek iadenin ilk yaratıştan daha kolay olacağı belirtilmiştir.

        b) Yine Kur’an, ilk yaratılışı kabul ettikleri halk ahireti inkar edenlere, ahiretin varlığından daha zor olan şeyleri yaratan Allah’ın ahireti yaratmaya da kadir olacağını bildirerek ahiretin varlığını kavratmak ister. Nitekim göklerin ve yerin yaratılması insanların ahirette tekrar yaratılmasından daha zordur. Allah teala : “Halâ (o kafirler) görüp anlamazlar mı ki, hem gökleri, hem de yeri yaratmış olan Allah, ölüleri diriltmeye muhakkak kadirdir. O, şüphesiz her şeye kadirdir.”    (Ahkâf 44/33)

        c) Maddenin öncesiz, kadim olduğunu iddia ederek ilk yaratılışı inkar eden ve “Biz ölüp toprak olduktan sonra tekrar mı diriltileceğiz?  Bu dönüş (ihtimali) ne kadar uzak bir şey?” (Kaf 50/3)      diyerek ölümden sonraki hayatı imkansız görenlere ise Cenab-ı Hak, kendi his ve müşahedeleriyle sabit birkaç hususu hatırlatarak, bunlar üzerinde düşünmelerini ister. Zira düşündükleri ve akıllarını kullandıkları zaman zikredilen şeyleri yapmaya güç yetiren Allah’ın ahirette insanları tekrar diriltmeye de kadir olduğunu kabul etmek zorunda kalırlar.

        Söz gelimi, bir şeyi zıddına çevirmek, onu benzerine çevirmekten çok daha zor, hatta bazan imkansızdır. Allah Teala’nın böyle imkansız gibi görünen şeyleri yaratmaya kadir olduğu bildirilerek, ahiretin varlığı ve ahirette insanların tekrar diriltilmelerine delil getirilir. “Allah Teala sizin için yeşil ağaçtan ateş çıkardı da  ondan ateş yakıyorsunuz.” (Yâsîn 36/80) buyuruyor. Aslında su ve ateş birbirine zıt şeylerdir. İkisi bir arada bulunmaz. Allah ise, suyun bol miktarda bulunduğu yeşil ağaçtan ateş çıkararak, sanki sizin imkansız gördüğünüz   şeyler bana göre çok kolaydır, demekte, öldükten sonra tekrar dirilmeyi ve ahireti imkansız görenlere cevap vermektedir.

        d) Kur’an’da ölümden sonra tekrar dirilişi ve ahireti inkar edenlere, insanın yaratılışı ve Allah’ın kışın ölü gibi olan yeryüzünü baharda tekrar canlandırması, yeşertip hayat saçmasıyla delil getirmektedir. “Ey insanlar, öldükten sonra dirilmekten şüphede iseniz, bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra da yapısı belli- belirsiz bir çiğnem etten yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız; sonra sizi çocuk olarak çıkartırız, böylece yetişip ergenlik çağına varırsınız. Kiminiz öldürülür, kiminiz de ömrünün en fena zamanına ulaştırılır ki, bilirken bir şey bilmez olur. Yeryüzünü görürsün ki kupkurudur, fakat biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır, her güzel bitkiden çift çift yetiştirir.” (Hacc 22/5)

        Bu hususla ilgili bir başka ayetin anlamı da şöyledir: “Rüzgarı gönderip de bulutları yürüten Allah’tır. Biz, bulutları ölü bir yere göndeririz. Sonra onunla, (bulutların yağmuruyla) toprağı ölümünden sonra diriltiriz. İnsanların dirilmesi de böyledir.” (Fâtır 35/9; ayrıca bkz. Rûm 30/ 19,50; Kaf 50/5-14; Hadid 57/17) .

        Şu dünya hayatında mahkemeler bulunduğu, suçlunun, suç işleyenin mahkemeye celb edildiği, hâkim huzuruna çıkarılıp muhakeme edildiği gibi, ahiret hayatının da mahkemesi vardır. Rabbül Âlemin bütün insanlara Azrail (A.S.) vasıtasıyla celb gönderip ruhunu almakta, huzuruna getirip yaptıklarından dolayı hesaba çekmektedir. Bundan kurtulmaya asla imkan yoktur. Herkes mutlaka huzuruna varacak, hesap verecek, dünyada her yaptığının , önrünü nasıl tükettiğinin, hatta almış olduğu her nefesin hesabını verecektir . Yapılan her şey melekler tarafından sağlam kayıtlarla tesbit edildiğinden hiçbir şey kaybolmaz. Alîm olan  Allah ise zaten her şeye vâkıftır. Her şeyi bilmektedir. Onun yanında hiçbir şey kaybolmaz. Nitekim ayeti-i kerimede: “Zerre miktarı hayır işleyen karşılığını görecek, zerre miktarı şer işleyen de karşılığını görecektir.” (Zilzal, 7-8)

        İnsan sinn-i rüşde ermesinden tâ ölünceye kadar yapacağı her hareketten, Allah’ın kanunlarına göre mesuldür.

Âkil baliğ olmadan evvelki hayatından sorumlu olmayan insan, âkil baliğ olduktan sonra yaptığı her işten, hayatının her dakikasından, hatta her saniyesinden sorumludur. Hesap vermek mecburiyetindedir. İster hayır olsun, ister şer olsun yapılan işler vazifeli melekler tarafından tesbit edilmekte, hayırlar da şerler de amel defterine yazılmaktadır. Tutulan kayıtlar huzur-u Rabbi’l-Âlemin’de  ortaya dökülür. Herşey ifşa edilir. İşte ayet-i kerime:

        “O gün ağızlarını üzerini mühürleyeceğiz. Elleri bizimle konuşur ve ayakları yaptıklarına şahitlik edecektir.”(Yasin , 65)

        Yeryüzü günahkârların vatanıdır. Günahsız olanlar, dünyaya hiç gelmeyenlerdir. Rabbın huzuruna aslında günahsızlıkla değil, günahlarımızdan temizlene temizlene gidiyoruz. Fazilet, dünyaya günahsız gelip, buradan günahsız gitmek değil, günahlardan temizlenmesini bilmektir. Ebediliği fetheden kahramanlar, günahlardan temizlenmenin en ulvî, en muhteşem vasıtalarını kullananlardır; günahtan sevaba, şerlerden hayra kahraman bir atlayışla geçebilen cesur ruhlardır.

        Dünya hayatı bir yolculuktur. İnsan ruh sahibi oluşu ile, hayvan olan bedenin üstünde hakimiyet kurmuştur ve bedenin ihtiraslarına hükmetmektedir. Ruhun da bir gayesi var: O, Allah’a doğru yolculuktadır. Ruhdan Allah’a götüren yolculuk, ruhun zaferlerle dolu yürüyüşüdür, onun ebediyet ülkesinde fetihleridir. Bu yolculukta her ric’at, her geriye dönüş, hatta bazen yerinde uzun bir duraklayış da günahtır. Günah böylece ruhtan bedene, maddeye doğru bizi çeviren hareketin vasfıdır.

        Çağın en büyük ruh problemi, fizik ötesi inancı problemidir.

        İnsanoğlu , “sonraki bir hayat”a inanmayı tümüyle yitirdiği anda, bir daha geri dönülmesi mümkün olmayan dipsiz ve sonsuz uçurumların karanlığına yuvarlanacaktır.

        İnsanoğlu, şu anda, o uçurumun tam ağzına, tam ucuna gelmiş durmuştur. Ufak bir itiş, bir ayak kayışı gibi bir durumda o korkunç sona varacak gibi durmaktadır.

        Böyle bir son, insanoğlunun “insanlık” devrini tamamladığını ve “hayvanlık” devrine girdiğini ya da düştüğünü gösterecektir, Allah korusun. Böyle bir durumda, Darvinizm tersinden olmaya doğru gitmiştir tezi gerçekleşir.

        Kuş da yuva yapar; insanın yaptığı saray diyelim, onun gelişmiş hali. Yeme, su içme, üreme, hayvanlar için de geçerli. Zekaya karşılık içgüdüleri vardı hayvanların; insanoğlunun hile dehasına yetişmese de yine bazı hayvanların kurnazlıkları karşısında insan parmağını ısırır.

        Görebildiğimiz kadarıyla, bir fizikötesi inancıdır, insanı diğer canlılardan kesinkes ayıran.
        Öteki dünya, ahiret âlemi, gelecek dünya, öbür dünya, ebedî âlem gibi isimlerle andığımız hakikat dünyası, varlığıyla birden, bu dünya yaşantısına ölümsüz tohumlar atmakta ve eşsiz renklerle onu kıvamlandırmaktadır. Bu dünyayı yaşamaya değer bir dünya kılmaktadır.

        Öteki dünyanın inkarı, bu dünyayı başı sonu belirsiz, tek katlı, tüm zulümlerin ve haksızlıkların yapanın yanına kâr kaldığı bir dünya, çekilmez bir dünya kılacaktır. Bu kişiler kaba kuvvetlerine güvenerek, güçlü olanın haklı olduğu düşüncesini itiraf etmeseler de prensip gibi benimseyerek hükümlerini yürüteceklerini sanırlar. İşte o zaman, Allah’ın intikam kılıcı kınından sıyrılır, şiddet rüzgârı eser, tahmin edilmeyen, önceden düşünülmeyen bir zamanda ve bir yönde, bütün o ebediymiş gibi görülen kurulu düzeni yakıp kavurur, târumar eder.

        İslâm Medeniyeti, 1400 yıldan beri , öteki dünya şuuru ile yetiştirdi insanını. Âhirete inanç, eğitimin temel taşlarından oldu.

        Biz müslümanlar öyle bir uygarlık ördük ki, ölüm denen duvarın ötesinde, simetri çizgisinin ötesinde, bunun som mutlaklıktan yapılma aslı var.

        Camilerin kapılarından içeri adım attığımız an, yüzümüze çarpan serinlik, sadece bu âleme ait olmayıp biraz, belki de daha çok öteki âleme aittir. Bu öyle bir esintidir ki, her mü’mine miracını tamamlatıyor.

        Su sizi burdan biraz öteye götürüyor abdestle. Sonra namaza teslim ediyor. Abdest bir cebrailse, namaz bir refreftir miracınızda. Abdest bir zemzemse, namaz bir kâbe bakışıdır yücelme etkinliğinde.

        Anayurttur öte dünya. Ordan geldik ve oraya dönüyoruz. Ora hesabına dünya tarlasında saban sürdük. Bu çölde, her kuru dikende bir tılsımın gülümsediğini gördük. Bir acı tattık ayağımıza batan her dikende. Dikenin her çıkarılışından sonra da duyduğumuz rahatlık, bir çağrışım yaptı bizde.

        Tohum gibi serpildik yeryüzüne. Gün vurdu, başaklar sarardı. Ekin toplanıp biçilince, öteki alemde yeniden doğacağız. Bu ekinin bir hesabı kitabı, bir eksiliş artışının hesabı olan o alemde.

        Bu dünyanın en büyük gerçeği, ölmeden önce ölüp ruhun gözleriyle öte dünyayı görebilmek. En büyük korku, en büyük muştu, en büyük umut ve sevinç, öteki dünyanın birkaç yaprağını çevirmiş olmak mutluluğunda yatıyor.


        Ölümün manası şimdiki hayattan başka ve yeni bir hayata girmek demektir. Çünkü ruh-u insanî ebedîdir. Eğer ruh-u insanî itaatkâr ise yani Hak’ka ve halka karşı emin ise sonu cennettir. Aksi taktirde sonu cehennemdir.

        “Her canlı ölümü tadacaktır. Ecirleriniz muhakkak  kıyamet günü tastamam verilecektir. (o vakit) kim o ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa artık o, muhakkak muradına ermiş olur. (Bu) Dünya hayatı aldanma metaından başka (Bir şey) değildir.” (Âli İmran 3/185)

        İmam Gazâlî Hazretleri hasta yatmakta iken birkaç kişi gelerek evinin yakınında bir bahçeye kendisini götüreceklerini ve orada biraz hava almasını teklif etmişler, evinden çıkararak bahçeye götürmüşler. İmam Gazâlî evinin yakınında böyle bir güzel bahçe olduğu halde kendisine meçhul kalmasını tefekkür ederek teessüf etmiş. Hanesinden de bir vâveyla, feryat koparak cenaze çıktığını görmüşler. Biraz sonra yanındakiler gitmeğe kalkışmışlar. İmam Gazâlî de beraber gitmek istemiş, fakat kendisine orada kalacağını ve öldüğünü söylemişler. İşte aşıkların ölümü böyle bir evden bir bahçeye nakildir.

        Hz. Mevlana da ölümü düğün olarak görmektedir. Şeb-i arus; Hz. Mevlana’nın, gönüller gencinin, şehzadeler şehzadesi bir güvey gibi ölümün lambalarıyla donatılmış bir fener alayını andıran bir düğün havası içinde uğurlandığı gece.

        Mevlâna Hz. Ölümün aslında kurtuluş olduğunu söyler:

        Padişahın adamlarından biri zindanın burcunu yıksa, zindanda bulunan kişinin gönlü, bu yıkılıştan incinir mi?

        “Yazıklar olsun, bu mermer taşı kırdı da canımızı, ruhumuzu hapisten kurtardı.

        O güzelim mermer, o muhteşem taş zindanın burcuna da yakışıyordu, ne de güzel uymuştu.
        Nasıl oldu da kırdı? Zindandakini de hapisten kurtardı. Bu suça karşılık onun elini kırmalı” der mi?
        Hapisten çıkarılıp darağacına götürülen kişiden başka hiçbir mahpus böyle bir söz söylemez.
        Birisini, yılanların zehirinden kurtarıp, şekerin bulunduğu yere götürseler, bu hal o adama hiç acı gelir mi?     
   
        Can beden kavgasından kurtulur; ayağı olmaksızın, gönül kanadı ile uçmaya başlar.

        Hani zindanın kapısında hapis edilen adamın, geceleyin uyuyup da rüyasında gül bahçesi görmesi gibi.
        O adam der ki: “Allahım beni tekrar bedene gönderme, tene döndürme şu gül bahçesinde gezip durayım.”

        Cenab-ı Hak da; “Duan kabul edildi, artık bedene dönme” der. Allah doğrusunu daha iyi bilir.
        Bak bu çeşit  rüya ne kadar hoştur. İnsan ölümü görmeden cennete gidiyor.

        Böyle bir insan, artık uyandığına, içi yanar mı? Hasret çeker mi? Kapının dibinde zincirlere vurulmuş olarak yaşamayı arzular mı?

        Eğer mü’min isen,  gerçekten inanmış bir kişi isen, nefis savaşı safına gir, senin meclisin, senin bulunacağın yer gökyüzündedir.

        Ey Hakk’ın kulu , göklere giden yolu bulmak ümidi ile kalk, mihrabın önünde bir mum gibi ayakta dur. İbadete başla.

        Başı kesilmiş mum gibi, bütün gece ağla; arayış istek uğrunda sıcak gözyaşları dök; yan, yakıl!

        Kıyamet günü haktır...Semalar , yıldızlar, dağlar, denizler, hayvanlar, bitkiler, madenler yok olup bir şey olmayacaktır. O gün semalar parçalanacak, yıldızlar dağılacak, yer ve dağlar toz olup atılacak...

        Bu yok olup tükenmeler, birinci nefhada olacaktır. İkinci nefhada ise; yaratılmışlar kabirlerinden kalkacak, mahşer yerine gidecekler.

        Sırat haktır... Mizan haktır... Hesap haktır... Bütün bunların haberini, Muhbir-i Sadık Rasûlullah (aleyhisselam) Efendimiz vermiştir.

        Bazı cahillerin, bu işlerin varlık haberini vermeyi, nübüvvet tavrından uzak görmeleri itibardan düşmüştür. Zira nübüvvet tavrı, aklın ötesindedir. Peygamberlerin bütün haberlerini akıl gözüne tatbik edip aralarında bir ayrılık aramak, hakikatta nübüvvet tavrını inkardır. Burada yapılacak iş, ancak uymaktır.

        Cennet ve cehennem, her ikisi de mevcuttur... Kıyamet günü, hesaptan sonra bir taife cennete girecek, bir taife de cehenneme girecektir. Cennet ehlinin sevabı ve cehennem ehlinin ikabı, ebedi iki şeydir; hiç kesilmezler. Kat’î tekidli nasslar da buna delâlet etmektedir.

        Günümüz aydınının, ölüm ötesi ile ilgili ciddi inanç problemleri vardır; Allah’a inananların dörtte biri cennete, yarısına yakını cehennemin varlığına inanmamaktadır. Dinin çerçevesini belirlediği ölümsüzlük düşüncesine uygun düşünmeyen biyolojik, sosyal, fiziki vb. ölümsüzlük anlayışına sahip olanlar, toplam sayının üçte biri kadardır. Bu bulgular, batıda da benzeri örneklerini gördüğümüz şekilde, çağdaş kültürün, ölüm ötesi ile ilgili olarak geleneksel dini inançların haber verdiği bilgilere karşı büyük bir güvensizlik geliştirdiğini ortaya koymaktadır.

        Ahiret ve ahiretteki durumlar, gayba ait konular olduğu için, insan aklı ve pozitif bilimlerle açıklanamaz.Bu konuda da tek bilgi elde etme vasıtamız vahiydir. Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde ne haber verilmişse onunla yetiniriz. Bunun ötesinde aklî bir yoruma gitmeyiz.

        Allah’ın ve âhiretin varlığı konusunda ihtimallere dayanan bir hesabın (probablity, passiblity) ortaya çıkmasına yol açtı. Âhiret konusu, ihtimaller hesabına göre şöyle izah ve tesbit edilir:

        Ahireti inkar edene denilir ki: Diyelim ki ahiretin varlığı da yokluğu da %50 imkan ve ihtimal dahilinde olsun. Şimdi bu ihtimali gözönünde tutarak mübâheseye giriyor ve bahs-i müşterek oynuyoruz.Âhiretin varlığı doğrultusunda tercihimizi yaparsak, hiçbir kaybımız olmayacak, fakat %50 kazanma şansımız olacak. Bilakis tercihimizi âhiretin mevcut olmadığı yönünde yaparsak, hiçbir zaman kazancımız olmayacak lakin %50 kaybetme ve zarara uğrama durunu muhakkak olacaktır. Bu ihtimaller karşısında aklı selim sahibi tercihini  âhiretin varlığını kabul istikametinde yapar. Zira bu durumda kazanma şansı %50’dir. Ayrıca kaybetme ihtimali de yoktur. Aksi halde kaybetme ihtimali %50’dir. Ayrıca hiçbir zaman kazanma şansı da yoktur.

        Bu mübâheseye girmeye mecbursunuz. “Bu konuda bahs-i müşterek oynamayacağım” diyemezsiniz. Zira dünyaya gelmiş  bulunmaktasınız ve muhakkak surette öleceksiniz. Bahis konusu olan da ebedi saadetiniz veya bedbahtlığınızdır. Ya daimî surette cennette veya ebedî olarak cehennemde kalmanızdır. Sizi bu kadar çok yakından ilgilendiren bir konuda ihtimal hesapları yapma zahmetine katlanmama doğru ve mâkul bir hareket tarzı değildir. Mübâheseye girmeye mecbur olduğunuza göre bunun neticesi açıktır.

        Cesetlerin ihyasına misal ise: Çok büyük bir şehirde, şenlikli bir gecede, bir tek merkezden, yüzbin elektirik lambaları, adeta, zamansız bir anda canlanmaları ve ışıklanmaları gibi, bütün Küre-i Arz yüzünde dahi ,  birtek merkezden yüz milyon lambalara nûr vermek mümkündür. Madem Cenab-ı Hakk’ın, elektirik gibi bir mahlûku ve misafirhanesinde bir hizmetkârı ve bir mumdarı, Hâlıkından aldığı terbiye ve intizam dersiyle bu keyfiyete mazhar oluyor. Elbette, elektirik gibi binler nurânî hizmetkârlarının temsil ettikleri, hikmet-i ilahiyyenin muntazam kanunları dairesinde Haşr-ı Â’zam tarfetü’l-ayn’da vücuda gelebilir.
       
        Sahabede  Ahirete  İman  Konusu:

        Peygamberimizin (s.a.v.) katiplerinden Hanzale el-Kâtip el-Üseydî (r.a.) anlatıyor: “Bir keresinde Rasûlullah (s.a.v.)’ın yanında iken bize cennet ve cehennemden bahsetti. Öyle ki cennet ve cehennemi gözlerimizle görür gibi olmuştuk. Sonra ben kalktım, ailemin , çocuklarımın yanına gittim, gülüp eğlendim. Derken Rasûlullah’ın yanında iken bulunduğumuz ruh haletimizi hatırladım, hemen dışarı çıktım. Ebû Bekir (r.a.) ile karşılaştım.

        -Ey Ebâ Bekir (r.a.), ben münafık oldum! Dedim.

        -Sebep? Diye sordu.

        -Biz Rasûlullah’ın yanında iken bize cenneti cehennemi hatırlatıyor, adeta onları gözlerimizle görür gibi oluyoruz. Ama onun yanından çıktığımızda hanımlarımızla ilgileniyor, çocuklarımızla eğleniyor, işlerimize dalıyor, âhireti unutuyoruz, dedim.

        -Biz de aynı durumdayız, dedi.

        Ben , Peygamberimizin yanına vardım, aynı düşüncelerimi ona da açıkladım.

        Allah Rasûlü (s.a.v.) :

        -Ey Hanzale! Eğer sizler çoluk-çocuğunuz arasında da benim yanımda olduğunuz gibi olsanız, melekler, yataklarınızda ve yollarınızda sizlerle tokalaşırlar. Ey Hanzale, bazen öyle, bazen böyle...”  buyurdu.

      Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor: “Bir defasında ateşi hatırlayıp ağladım. Rasûlüllah (s.a.v.) ağladığımı görünce:
        -Aişe neyin var? Diye sordu.

        -Cehennem ateşi hatırıma geldi de ağladım. Siz (peygamber)ler kıyamet günü aile fertlerinizi hatırlar mısınız? Dedim.

        Şu karşılığı verdi:

        -Üç yer vardır ki buralarda hiç kimse bir başkasını düşünmez:

        1-Mizan’da (ameller tartılırken) ki terazisinin hafif mi, ağır mı geldiğini öğrenmeden

        2-“Haydi amel defterlerinizi okuyun” diye amel defterleri verilirken defterinin  sağından mı, solundan mı, arkasından mı verileceğini öğrenmedikçe.

        3-Cehennemin sırtlarına sırat köprüsü kurulduğunda. Ki köprünün iki yanında pek çok kancalar ve haseke dikenleri (pıtraklar) vardır. Allah bu kancalar vasıtasıyla mahluklarından dilediklerinin cehenneme düşmesini engeller. İşte kişi bu sırat köprüsünden kurtulup kurtulamayacağını da öğrenmedikçe kimseyi düşünemez.

        Hz. Ömer (r.a.) geceleri etrafı dolaşır, teftiş ederdi. Bir gece dolaşırken kenar mahallelerden birinde bir evden çocuk ağlayışı duydu. Bir kadın ocağa bir çömlek koymuş, karıştırıyordu. Ömer kadına , çocukların neden ağladığını sordu. O da iki günden beri aç olduklarını, çömlekte su kaynatarak yemek yapıyormuş gibi onları avutmak istediğini söyledi. Ömer derhal geri döndü. Beytü’l-malden un, yağ, hurma alarak sırtına yüklendi ve onları kadına getirdi. Yanındaki arkadaşı taşımak isteyince:

        -Kıyamet günü benim yükümü sen taşımayacaksın, bırak kendim taşıyayım, diyordu.

        Kadın derhal bunlardan yemek yaparak çocuklarını doyurdu. Karınları doyunca yavrucaklar mışıl mışıl uykuya daldılar. Kadın teşekkür ederek:

        -Allah mükafatını versin, Ömer’in işgal ettiği makama asıl sen layıksın, dedi.

        Bu hadise İslam şairi Mehmet Akif Ersoy tarafından (Kocakarıyla Ömer) ünvanlı şiirde pek canlı tasvir edilmektedir. Şimdi bir kısmını size arzedeyim Cemaat-i Müslimin!

        Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa koyunu,
        Gelir de adl-i İlahi sorar Ömer’den onu!
        Bir ihtiyar karı bîkes kalır, Ömer mes’ûl!
        Yetimi, girye-i hüsran alır, Ömer mes’ûl!
        Bir âşiyan-ı sefâlet bakılmayıp göçse:
        Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse!
        Zemine gadr ile bir damla kan dökünce biri:
        O damla bir koca girdap olur boğar Ömer’i!
        Ömer duyulmada her kalbin inkisârından;
        Ömer kovulmada her mâtemin civârından !
        Ömer halife iken başka kim çıkar mes’ûl ?
        Ömer ne yapsın, İlâhî, beşer zalûm-u cehûl !
        Ömer’den isteniyor beklenen Muhammed’den...
        Ömer ! Ömer ! Nasıl aldın bu bârı sırtına sen ?
         
Ahirete  İmanın  Tesiri:

        Ahiret inancı, en iyi oto kontrol (kendi kendini denetleme) sistemi olarak kabul edilebilir. Bu inanca sahip olan kimse, kanun ve polis korkusundan uzak olan yerlerde dahi kötü söz ve davranışlarda bulunamaz. Daima insanlara yardım ve hayra koşmayı prensip edinir. Çünkü, kendisinin bir başı boşluk içinde olmadığını, kontrol edildiğini bilmektedir. Böyle bir durumda, mücadele gücünü kaybetmeden çalışmasına devam eder, sabretmesini bilir. Yine şuna emindir ki, ebedî ve sonsuz hayatta mutlaka hakkını alacaktır.

Kısacası bu inanç, kişiye moral ve irâde gücü verecektir. Böyle bir inanç, insanı her türlü israftan alıkoyar.

Çünkü o kimse, hesap gününde her türlü nimetin hesabını vermenin güçlüğünü idrak ederek, ömrünü sıhhatini, zamanını , gençliğini iyi bir şekilde değerlendirmeye çalışır. Bunlar ölüm gerçeğini  düşünmekten ve hatırlamaktan da korkmazlar. Aksine ölümü sıksık hatırlamak suretiyle bencil duygularını ve aşırı ihtiraslarını dizginlerler. Ölüm onlar için korkulacak bir şey değildir. Onların korktukları şey, bu dünya imtihanını yüz akı ile veremeden gitmektir. Vatan, millet, din uğruna şehit olanlara Allah’ın en sevgili kulları olduğunu bildiklerinden, vatan , millet, din ve mukaddes tanıdıkları şeyler uğruna seve seve ölümü göze alabilirler. Şanlı tarihimiz bunun örnekleriyle doludur.

        Böyle bir itikada sahip olan insan, her işinde istikametten ayrılmaz: Para kazanıp zengin olmak isterse kazancını meşru yollarda arar; hile ve aldatma, irtikap ve irtişa yollarına yaklaşmaz. İlmî ve malî kazancını daima yerine ve faydalı işlere sarfeder. Kendi hakkını bilir, başkalarının hakkını gözetir,kendisine layık görmediği bir  şeyi başkalarına da layık görmez... Hakiki bilgi ve yüksek faziletler üzerine kurulmuş sabit bir medeniyete doğru yol almaya insanı götüren en büyük mürşid, en doğru kılavuz  ancak itikaddır. Adaletten ibaret bulunan doğru yolda hiç sapmadan gitmek, herkesin kendi haklarını bilerek başkalarının haklarını gözetmek esasına dayanan ictimaî heyetin devam ve bekası da bu itikadın varlığına bağlıdır.

        Milletler arasındaki bağların ve münasebetlerin sağlam bir hale gelmesini kolaylaştıracak olan en büyük vasıta da bu itikaddır. Bu itikad, fertlerin kalbinde ne kadar kuvvetli olursa,  cemiyetler arasındaki münasebetlerde o derece sağlam olur. Çünkü, herkesi kendi sınırında durdurup başkasının hududuna geçirmez.

        Bu itikad, insanların kalbine müsâlemet (barış) hisleri saçan ezelî bir ruhtur. Çünkü, müsâlemet hissi, adalet ve muhabbetin meyvesidir. Bunlar ise güzel ahlâkın husûle getirdiği şeylerdir. Güzel ahlak da, bu itikadın aşılamış olduğu bir şeydir.

        Bu itikadın ehemmiyetini anlama, güç bir şey değildir: Bir sınıf insanlar tasavvur edeniz ki, onlar bu itikaddan tamamıyla mahrum bulunsunlar! Bu itikad onların kalbine bulaşmamış bulunsun! Göreceksiniz ki, yalan, hile, münafıklık, irtikab, irşâ, zulüm haksızlık, cana ve namûsa tecavüz gibi ne kadar kötü huylar varsa hepsi onlarda mevcut! İnsanı hayrette bırakacak bütün fenalıklar onlardan fışkırmakta.

        Öyle ya, ilim ve irfan yoksulu, cehaletin verdiği körlükle, itikad bozukluğu ile inlemekte olan kimselerden, başka ne beklenir?

        Ahiret akidesi, hayat-ı ictimaiyye ve şahsiye-i insaniyyenin üssü’l-esası ve saadetinin ve kemâlâtının  esasatı olduğuna, yüzer delillerinden bir mikyas olarak yalnız dört tanesine işaret edelim Muhterem Müslümanlar!

        Birincisi: Nev’-i beşerin hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere karşı dayanabilirler ve gayet zayıf ve nazik vücutlarında bir kuvve-i maneviyye bulabilirler ve her şeyden çabuk ağlayan gayet mukavemetsiz mizac-ı ruhlarında, o cennet ile bir ümit bulup mesrûrane yaşayabilirler. Mesela, cennet fikriyle der: “Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü. Cennetin bir kuşu oldu. Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar.” Yoksa , her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri, o zaif biçarelerin  endişeli nazarlarına çarpması; mukavemetlerini ve kuvve-i maneviyelerini zîr ü zeber ederek gözleriyle beraber ruh , kalb, akıl gibi bütün letâifini dahi öyle ağlattıracak, ya mahvolup veya divâne bir bedbaht olacaktı.

        İkinci delil: Nev’-i insanın nısfı olan ihtiyarlar, yalnız hayat-ı uhreviye ile yakınlarında bulunan kabre karşı tahammül edebilirler. Ve çok alakadar oldukları hayatlarının yakında sönmesine ve güzel dünyalarının kapanmasına bir teselli  bulabilirler ve çocuk hükmüne geçen serîü’t-teessür ruhlarında ve mizaçlarında, mevt ve zevalden çıkan elim ve dehşetli me’yûsiyete karşı, hayat-ı bâkiye ümidiyle mükabele edebilirler. Yoksa, o şefkate layık muhteremler ve sükûnete ve istirahât-ı kalbiyeye çok muhtaç o endişeli babalar ve analar, öyle bir vaveylâ-i ruhî ve bir dağdağa-i kalbî hissedeceklerdi ki: Bu dünya onlara zulmetli bir zindan ve hayat dahi kasvetli bir azap olurdu.

        Üçüncü delil: İnsanların hayat-ı ictimaiyyesinin medarı olan gençler , delikanlılar, şiddet-i galeyanda olan hissiyatlarını ve ifsatkâr bulunan nefis ve hevâlarını tecâvüzattan ve zulümlerden ve tahribattan durduran ve hayat-ı ictimâiyyenin hüsn-ü cereyanını temin eden; yalnız cehennem fikridir. Yoksa cehennem endişesi olmasa “el-hükmü li’l-galip” kaidesiyle o sarhoş delikanlılar, hevesatları peşinde bîçâre zaiflere, acizlere, dünyayı cehenneme çevireceklerdi ve yüksek insaniyeti gayet süflî bir hayvaniyyete döndüreceklerdi.

        Dördüncü delil: Nev’-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cemiyetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir cennet , bir melce’, bir tahassungâh ise; aile hayatıdır ve herkesin hanesi, küçük dünyasıdır. Ve o hane ve aile hayatının saadeti ise; samimi ve ciddi ve vefakârane hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedakârane merhamet ile olabilir. Ve bu hakiki hürmet ve samimi merhamet ise; ebedî bir arkadaşlık ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hudutsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne, kardeşâne, arkadaşâne münasebetlerin bulunmak fikriyle, akidesiyle olabilir. Mesela der: “Bu haremim, ebedî bir alemde, ebedî bir hayatta, daimi bir refika-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünkü: Ebedî bir güzelliği var, gelecek ve böyle daimi arkadaşlığın hatırı için her bir fedakarlığı yaparım.” Diyerek o ihtiyar karısına, güzel bir hûri gibi, şefkatle, merhametle mukabele edebilir. Yoksa, kısacık bir-iki saat surî bir refakatten sonra ebedî bir firak ve müfarakete uğrayan arkadaşlık; elbette gayet surî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye manasında ve mecazi merhamet ve sunî bir hürmet verebilir ve hayvanatta olduğu gibi, başka menfaatler vesair galip hisler, o hürmet ve merhameti mağlup edip o dünya cennetini, cehenneme çevirir.

        İşte iman-ı haşrînin yüzer neticesinden birisi: hayat-ı ictimaiye-i insaniyeye taaluk eder. Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faydalarından mezkûr dört delile sairleri kıyas edilse anlaşılır ki: Hakikat-ı haşriyenin  tahakkuku ve vukuu; insaniyetin ulvî hakikatı ve küllî haceti derecesinde katîdir. Belki, insanın midesindeki ihtiyacın vücudu; taamların vücuduna delâlet ve şehadetinden daha zahirdir. Ve daha ziyade tahakkukunu bildirir ve eğer, bu hakikat-i haşriyenin neticeleri insaniyetten çıksa; o çok ehemmiyetli ve yüksek  ve hayattar olan insaniyet mahiyeti; murdar ve mikrop yuvası bir lâşe hükmüne sükût edeceğini isbat eder. Beşerin idare ve ahlak ve ictimaiyatı ile çok alakadar olan ictimaiyyûn ve siyasiyyun ve ahlâkiyyûnun kulakları çınlasın! (Bu konuya eğilmeliler diye düşünüyoruz) Gelsinler, bu boşluğu ne ile doldurabilirler ve bu derin yaraları ne ile tedavi edebilirler?

        Antropologlara göre insan homo kriminalis (suçlu) olur. Suç işlemeye yatkındır. Latin  dünyasında, seven-sevilen-sevecen kişilere homosuntos (aziz veli) derler. Hoşgörülü, bağışlayan kişiler veli olarak yaşarlar dillerde, gönüllerde.

        Suç işlemeye yatkın insanı ve insanlığı; “Yaratılmışı Yaratan’dan ötürü seven ve hoşgören”bir sevgi toplumuna dönüştürecek iksir imanda mevcuttur.

        Amerika’da her üç saniyede mala karşı bir suç işlenmektedir. Bu çeşit suçlar arasında zorla soygun, (her on saniyede bir); hırsızlık (her beş saniyede bir); araba çalma (her yirmi dokuz saniyede bir); ve kundaklama türü fiiller yer almaktadır. Kundaklama ile ilgili suçlara baktığımızda sadece 1986 yılında Amerika’da 100.000’den fazla fiilin gerçekleştiği görülmüştür. Bu tür fiiller özellikle bir başkasına zarar verme, ondan intikam alma ve sigortadan tazminat alma amacıyla işlenmektedir.

        Bu tür suçlar özellikle 16-25 yaş grubundaki gençler tarafından yoğunlukla işlenmektedir. Ülkemiz açısından da hapishaneye giren hırsızlık ve diğer suçlarla ilgili olarak giren nüfusun büyük çoğunluğu 11.327 kişi, 22-29 yaş grubunda bulunmaktadır.

        Batıda bu tür suçların artmasını etkileyen bir diğer faktör de uyuşturucu madde müptelalarının bu maddeleri bulmak amacıyla giriştikleri fiillerdir. Bilindiği gibi bu maddeleri elde etmek çok pahalı olduğundan bireyler bağımlı oldukları uyuşturucuları elde etmek amacıyla çeşitli suçlar işlemekte, böylece mala karşı işlenen suçlar da artış göstermektedir. Yine 1986 yılında Amerika’da Milli Adalet Enstitüsü’nün araştırmalarına göre, mala karşı suçları işleyen kimselerden %56’sının herhangi bir uyuşturucuyu en az iki yıldan beri kullanmakta olduğu saptanmıştır. Türkiye’de 1986 rakamlarına göre 8.307 kişi mala karşı işlenen bir suçtan dolayı tutuklanarak hapse girmiş, 10.415 kişi ise tahliye olmuştur. Bu rakam 1983 yılında 7.671, 1984 yılında 6.322, 1985 yılında ise 7.300’dür. (DİE 1989 verileri)

        Sunduğum bu istatistik veriler insanlığın ve globalleşme süreciyle birlikte bizim insanımızın imanın huzur verici etkisinden gerekli nasibi alamaması sonucu bir takım buhranlarla karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Özellikle gençliğimize imanı, ahirete imanı veremediğimiz müddetçe geleceğimizin pek fazla aydınlık olacağı kanaatinde değilim.

        Modern toplumlarda görülen ruhî bozukluklar ve sinir hastalıkları, genellikle ümidini ve manevi desteğini kaybeden inançsız ve ümitsiz insanlarda ortaya çıkmaktadır. İntiharların % 95’i de aynı şekilde, inançsız ve manevi desteğini kaybedenler arasında görülmektedir.

        İman sahibi kimselerin ruhî yönden huzurlu olmalarını, bizzat inam sağlamaktadır. Çünkü iman, kelime manası itibariyle de “kalbe emniyet, huzur ve sükûn vermek” demektir.

        Stres halinin yaygınlaşarak artışını şu iki sebebe bağlamak yerinde olur kanaatindeyim.

        Birincisi, teknolojinin süratle gelişmesiyle insan için ortaya çıkan yeni problemlerin insanlarda stres halini artırmasıdır. Şöyle ki: Gelişen medeniyet bir taraftan insan ihtiyaçlarını artırırken bir taraftan da onu hızlı yaşamaya mecbur ediyor. Hem artan ihtiyaçları karşılamak hem de devrin hızına ayak uydurmakta daha çok çaba sarfetmek gerekiyor. Çok sık değişen şartlara uymak, fertlerde bazı çatışmalar meydana getirmekte ve böylece dengeyi bozabilecek etkenlerin sayısı artmaktadır.

        İkincisi, stresin bir nevi panzehiri olan dinî inancın fertlerde zayıflayarak, toplumlarda gereği gibi değerinin korunmamasıdır.

        Demek ki, çağımızda bir taraftan stres doğuran unsurların çoğalması  diğer taraftan  stresi azaltacak başlıca unsurun etkisinin azalması stresin insanlar arasında yayılıp şiddetini artırmasına yol açmıştır.
        Şimdi de Allah’a iman öğretiminde dikkat edilecek birkaç hususa kısaca değinelim:

        Henüz mücerret kavramları, suç , ceza ve günahın  ne demek olduğunu kavramayan çocukların hayatında bir rol oynayan korku duygusunun Allah korkusu şekline dönüştürülmesi ve ebeveynin bundan faydalanma yoluna gitmeleri yanlış bir tutumdur. Daha önemlisi, çocuğun ilk eğitimcisi olan anne babaların çocuğun  herhangi bir yanlış hareketini gördükleri zaman “Allah taş yapar /gözünü kör eder/ cehennemde yakar vb.” ifadelerle vazgeçirmeye  çalışmaları, çocuğun gerek ruh hali gerek sonraki hayatı için zararlı olacaktır. Herşeyden önce, çocuğa,  Allah’ı cezalandıran, azap veren biri  olarak tanıtmak ,  İslam eğitim sistemine ters düşmektedir. Çünkü Allah’ın Celal (zalimleri kahreden, kötüleri cezalandıran)  sıfatlarının yanında pek çok Cemal (kullarını seven, koruyan...) sıfatları da vardır. Gerçekten  kullarını seven ve onlara sayılamayacak nimetler veren Allah’ı, çocuğun henüz işlenmemiş , temiz ve sade olan zihninde kızan, ceza ve azap veren biri olarak şekillendirmenin hiçbir doğru tarafı yoktur.

        Bunun yanında, entelektüel tabakada rastlanan diğer bir hatalı telkin örneği de çocuğun “Allah baba kızar, seni cezalandırır” ifadesiyle korkutulmasıdır. Bu ifade tarzının Hristiyanlıktaki teslis inancının bir taklidi olduğu ve İslam akîdesine tamamen ters düştüğünü de eklemek gerekecektir.

        Özellikle son yıllarda çocuk psikiyatrisi kliniğine başvuran pek çok hasta çocuğun, aşırı baskılı ve ürkütücü din eğitimi veren kurumlardan olduğuna dikkat çeken uzmanlar, “...çocuklara , Allah’ın seven, koruyan, hoşgören, affeden, cezadan çok ödüllendiren bir varlık olarak tanıtılması ve konunun  bu yanının etkin biçimde işlenmesi gerektiğini ifade etmektedirler. Şurası unutulmamalıdır ki, çocuk ruhunu Allah korkusuyla disipline etmek –bir müddet için- mümkündür ama bu kalıcı olmadığı gibi bir takım zararlı sonuçlar da doğuracaktır. Onun ruhunu Allah’a bağlamak için yegane duygu vardır; o da sevgi, bir başka ifadeyle , “Allah sevgisi” dir.

        Ahiret hayatını bir nebze yansıtan bir şiirle dersimi noktalamak istiyorum:
       
        Sonsuz günde ruhlarla birleşir bedenler;
        Büyük duruşa doğru akar yoğun seller,
        Mutîlere cennetlerden gülümser güller
        Rahman’a uzanır o anda tüm kutsal eller.

Sırattan alevlere doğru bir gidiş var.
Ve yürekleri parçalayan korkunç ah ü zâr
Kabaran bir iştahla nâsı arar nâr
Heyhat; ne dost kalmış, ne sevgili, ne de yâr.

        Ey nefsim büyük bir olaydır ahiret;
        Haydi durma vakit geçmeden tevbe et!
        Güzel amellerdir cehenneme barikat ve set,
        Şu fani alemde her an Rızay-ı Bâri’yi gözet.                                                                                 
                                                                                               
---------------------------------------------------------------------------------------

BİBLİYOĞRAFYA

Zeynü’d-din, Ahmed b. Ahmed b. Abdi’l-latif ez-Zebidî, terc. Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih, D.İ.B. 4. Baskı, Ankara,1976
D.İ.B. Hutbeler, Ankara, 1981
Sinanoğlu Mustafa, “iman” D.İ.A. c.XXII, İst. 2000
Topaloğlu Bekir, “Ahiret”  D.İ.A, c.I, İst. 1998
Gölcük Şerafettin, Toprak Süleyman, Kelam, Konya, 1998 (Tekin yay.)
Hüseyni Abdülhakim, Sohbetler, İst. 1987 (Umran yay.)
Topçu Nurettin, Var Olmak, İst, 1997 (Dergâh yay.)
Karakoç Sezai, Fizik Ötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi, İst. 1995 (Diriliş yay.)
Çetin İsmail, İnsan ve Vazifesi, Isparta, 1980 (Dilârâ  yay.)
Sami Ramazanoğlu, Muhasebe, VI, İst. 1983 (Erkam yay.)
Karakoç Sezai, Sütun, İst. 1989  (Diriliş yay.)
Mevlana, Mesnevi,Trc. Şefik Can, İst. 1999 (Ötüken yay.)
Rabbani İmam, Mektûbat , Trc. A.kadir Akçiçek, İst. 1985 (Cümle yay.)
Hökelekli Hayati, Uludağ Üniv. İlahiyat Fak.Der. Yıl: 4 , sayı: 4 Bursa 1992
Kılavuz Saim , Anahatlarıyla İslam Akaidi ve Kelama Giriş, İst, 1997, (Ensar neş.)
Uludağ Süleyman ,İslam’da İnanç Konuları ve İtikadî Mezhepler,İst. 1992 (Marifet yay.)
Nursî Said, Sözler, İst. 1987 (Sözler yay.)
Kahdehlevi M.Yusuf ,Hayatü’s-Sahabe,Trc. Sıtkı Gülle, İst. 1987 (Divan yay.)
Keskioğlu Osman ,Hulefa-ı Raşidin, Ankara, (Kılıç yay.)
Ersoy M. Akif, Safahat, Nşr. Haz. M. Ertuğrul Düzdağ, İst. 1989 (Gonca yay.)
Cerrahoğlu İsmail ,Kur’an-I Kerim’den Öğütler,  Ank. 1991 (D.İ.B. yay.)
Akseki  A. Hamdi , İslam Dini, Ank.1983 (Nûr yay.)
Güvenç Bozkurt, Antropoloji, Eskişehir, 1993 (Anadolu Üniv. Yay.)
Özkalp Enver, Sosyoloji, Eskişehir, 1992 (Anadolu Üniv. Yay.)
Ay M. Emin ,Çocuklarımıza Allah’ı Nasıl Anlatalım, İst. 1995 (Timaş yay.)
Öner Necati ,Stres ve Dinî İnanç, Ank. 1998 (Diyanet Vakfı Yay.) 

 


* BENZER KONULAR

Allah’ı Ne Kadar Seviyoruz Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:40:07 ÖS]


Böyle Sevdik Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:35:30 ÖS]


Dostluk Üzerine Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:27:16 ÖS]


Sevmek-Sevilmek Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:21:12 ÖS]


Sermayemiz takvamız olsun Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:14:00 ÖS]


Bize De Dua Yâ Rasulallah (S.A.V) Gönderen: anadolu
[Bugün, 08:09:36 ÖS]


Çoban Deyip Geçmeyelim 2 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 08:04:55 ÖÖ]


Çoban Deyip Geçmeyelim 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:57:14 ÖÖ]


Yabancılaşmadan Değişmek ve Gelişmek Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:44:43 ÖÖ]


Suriye Olaylarının Perde Arkasında Neler Var 8 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:34:29 ÖÖ]


O insanı Yetiştiremezsek 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:25:16 ÖÖ]


Mutluluğun Sırrı Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:12:56 ÖÖ]


Murada Ermek İçin Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:07:00 ÖÖ]


Bize Kalana Bakın Siz Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 06:02:09 ÖS]


Âlemler O’na Hayran Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:34:39 ÖS]


Dünya Nedir Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:25:53 ÖS]


Gönül Allah (CC) 'ta Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:22:44 ÖS]


İmani olgunluğun sırrı - Teslimiyet Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:15:04 ÖS]


İnsanın Manevi Yapısı (Ruh, Kalb, Akıl ve Nefs) İle İlgili Meseleler Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:06:24 ÖS]


Esat Kabaklı - Sürgün - 320 KBPS Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 04:50:26 ÖS]