Ahlakın Öznesi Olarak Birey
Modernizm bireye aşırı vurgu yaptı; onun iyi birey(sel)leşmesine katkı sağlamanın ölçüsünü kaybettiğinden ideolojik bireyciliğin/individualisme’in ve bencilliğin önünü açtı. Bireyleşme, bağımsız kişiliğe varma süreci iken, bireycilik bağımsızlık kılıfı altında bireyi iç ve dış faktörlerin esiri kıldı. Sonuçta, kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen, kendini merkeze yerleştirerek dünyayı algılamaya çalışan bencil, kendini beğenmiş/narsist bireyler yetişti. Bunun neden olduğu olumsuz sonuçları gören günümüz Müslümanlarından kimileri ise, buna karşı tepkisel bir refleks geliştirerek toplum kavramının altını özellikle çizmeye, bireyi silikleştirmeye başladılar. Fert/birey kelimesini ağızlarına almaktan korkar oldular. O kadar ki, fert kelimesi yerine İslam’da şahsiyet kelimesinin kullanıldığını iddia eder oldular. Adeta fert, ağza alınması sakıncalı görülen bir kavrama dönüştürüldü.
Oysa birey olmadan toplum olamaz. Dahası, toplumun niteliği, onu oluşturan birey(ler)in niteliğine bağlıdır. Kaliteli bir toplum oluşturmanın yolu, kaliteli birey(ler)e sahip olmaktan geçmektedir. Son tahlilde birey, toplumun sahibidir. Bu yüzden öncelikle bireye vurgu yapmak gerekmektedir. Elbette bireye vurgu yapmak, toplumu önemsememek anlamını içermeyecektir. İslâm, bireyi de toplumu da önemli görür. Bunlardan birinin önemini belirtmek için diğerini önemsiz kılacak değerlendirmeler yapmaz. Her birinin yeri farklıdır.
Meseleye ahlak açısından yaklaşınca da aynı tabloyla karşılaşmaktayız. Ahlak denince de hep toplum akla gelmektedir. Hâlbuki işlevleri açısından ahlak, toplumla, toplumsal hayatla ilgili olsa da kazanılması itibarıyla doğrudan bireyi ilgilendirmektedir. Ahlaklı olması gereken, ahlakı kazanma sorumluluğunu taşıyan, ahlaki tutum ve davranışları ortaya koyacak olan bireydir. Ahlak, bireyle/bireyde var olabilir. Ahlakı oluşturacak asıl mimar, onu üretecek emektar bireydir. Nitekim İslam, ahlak açısından öncelikle bireye vurgu yapar; ahlakı üretmesini ondan bekler. Gazzali gibi İslam bilgin ve düşünürlerinin tanımlarına göre ahlak, insan nefsinde yerleşen öyle bir melekedir ki, onun sayesinde bireyin tutum ve davranışları, fikrî zorlanma olmaksızın, kolaylıkla ortaya çıkıverir. Demek ki, ahlak gerçekte bireyin iç dünyasında oluşmakta, vücut bulmaktadır. Bireyin ahlaki tutum ve davranışları, gerçekte bu içte oluşan ahlakın dışa yansımasından ibarettir.
Kur’an bireye hitap eder. Birey Kur’an’ın istediği insani hasletlerle donanmış bir kişilik geliştirmekle yükümlüdür. Bunu bireyin bizzat kendisi gerçekleştirmek durumunda olduğundan dolayı, onun kendi kararını oluşturması esastır. Bu nedenle, bireyin zorlanmasını, baskılanmasını, dayatmaya maruz bırakılmasını İslam yasaklamıştır. “Din konusunda hiçbir zorlama yoktur.” (Bakara, 2/256.) “Rasulün görevi, sadece tebliğ etmektir.” (Maide, 5/99.) “(Ey Peygamber!) Sana sadece tebliğ etmek düşer.” (Ra’d, 13/40.) “Artık uyar. Sen sadece uyarıcı/düşündürücüsün; onlara hükmeden zorlayıcı değilsin.” (Ğaşiye, 88/21-22.)
Kur’an’da evrendeki bütün varlıkların isteyerek (tav’an) veya istemeyerek/farkına varmadan (kerhen) Allah’a kulluk ettikleri belirtilmekle birlikte (Bk. Âl-i İmran, 3/83; Ra’d, 13/15.) insanın isteyerek, bilinçle, farkında olarak kulluk etmesi istenmektedir. İnsan Allah’a itaat etmeye olduğu kadar isyan etmeye de elverişli bir potansiyele sahiptir ve bu alternatiflerden itaati özgür iradesiyle tercih etmesi beklenmektedir: ”Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirene, ardından da ona fücurunu/bozukluğunu ve takvasını ilham edene ant olsun ki, benliğini temizleyip arındıran gerçekten kurtulmuştur. Onu kirletip örten ise zarar etmiştir.” (Şems, 91/7-10.) Hakikat tebliğ edildikten sonra, “İsteyen inanır, isteyen inanmaz.” (Kehf, 18/29.) Kur’an, bireyin ahlaki özgürlüğünü yerinde kullanmasını engelleyecek her türlü iç ve dış (heva, heves, beşeri zaaflar, şeytan vb.) faktörlere dikkat çekmekle kalmaz, emaneti taşıma görevinin çok büyük bir ahlaki çaba gerektirdiğini belirtir: “Gerçek şu ki, insan için sadece çalışıp çabaladığı vardır. Ve şüphesiz onun çalışması(nın ürünü) ileride görülecektir." (Necm, 53/39-40.)
İnancını, din anlayışını belirleme yeteneğine sahip olan birey, bunun sorumluluğunu da bizzat kendisi yüklenmektedir. Hesabını kendisi verecektir. Sorumluluğu başkalarının sırtına yükleme imkânı yoktur. Yani İslam’a göre sorumluluk da bireyseldir. Herkes kendi yapıp ettiklerinin sorumlusudur. (Müddessir, 74/38.) Hiç kimse, bir başkasının yaptıklarının sorumluluğunu taşımamaktadır. (En’âm, 6/164.) “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz, kalp/gönül, bunların her biri ondan sorumludur.”(İsrâ, 17/36.)
Bireyin bu özgürlüğünü gerçekleştirmesi ve sonuçlarının sorumluluğunu taşıyabilmesi, fıtraten sahip olduğu insani potansiyelini etkin ve verimli kullanmasına bağlıdır. Onun için Kur’an’da pek çok ayette bireyin bu insani yeteneklerini etkin kullanmasının gerekliliği hatırlatılmaktadır: “Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed, 47/24.) “İşte akıllarınızı kullanasınız diye Allah size ayetlerini böyle açıklıyor.” (Bakara, 2/242.) “Aklınızı kullanmıyor musunuz? (Bakara, 2/44, 76.) “Bir de akıllarını kullanmıyorlarsa sağırlara sen mi duyuracaksın? Kalp gözleriyle görmeyen körlere sen mi kılavuzluk edip hidayete ileteceksin?” (Yunus, 10/42-43.) “Bak, ayetlerimizi nasıl inceden inceye açıklıyoruz ki iyice anla(mlandır)sınlar.” (En’am, 6/65.) Varlık dünyasına, hayata, tarihte olup bitenlere insanların dikkatlerini tekrar tekrar çeken çok sayıda ayette, insanları bakmaya, görmeye, düşünmeye, araştırmaya, incelemeye, anlam(landırm)aya, sorgulamaya çağıran şu tür ifadelere özellikle yer verilmektedir: “Görmüyor musun(uz)/düşünmüyor musun(uz)?” (Lokman, 31/20; Nuh, 71/15; İbrahim, 14/19; Fecr, 89/6.) “Görmüyor mu/düşünmüyor mu? Görmüyorlar mı?” (Enbiya, 21/30; Ra’d, 13/41; Nahl, 16/79.) “Bakmıyorlar mı?”, “İnsan/lar bakmaz/lar mı?” (Ğaşiye, 88/17; Kaf, 50/6.)
Tabii ki, birey doğuştan sahip olduğu insani potansiyeli geliştirdiği oranda merak etme, araştırma, sorgulama, düşünme, anlam(landırm)a, kavrama, analizler yapıp sentezlere ulaşma gibi yeteneklerini etkin kullanabilir ve insanilik düzeyini o ölçüde yükseltebilir. İnsani yetilerini geliştirdiği takdirde birey, bütünlüğü içinde varlığı ve hayatı daha gerçekçi ve sağlıklı biçimde anlamlandırabilir. Bu bütünsel anlamlandırma, doğal olarak bireyin kendi varlığını ve bu arada ahlaki varoluşunu kavramayı da içerecek ve birey kendi varoluşunu yeniden inşa edecek, ahlakını üretecektir.
Bu noktada birey, bir vesayet altında ahlakı pasif kabullenen değil de, bizzat kendisi üretip sahiplenen özne konumunda olacaktır. Çevreden öğrendiği ahlaki değerleri sorgulayarak anlamlandırıp kendi ahlaki değerlerini kendi iç dünyasında inşa edecektir. Başka ifadeyle birey, ahlakı oluşturma/kazanma sürecinin içinde, onun öznesi olacaktır. Bu birey, dinlediği, gördüğü her şeyi olduğu gibi kabullenme edilgenliğini benimsemeyecek; hakikat olduğuna kanaat getirdiği görüşleri, tutum ve davranışları benimserken böyle olmayanları reddedecektir. “Sözleri dinleyip en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın hidayete eriştirdiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.” (Zümer, 39/18.) Bu birey, kişisel hayatını tamamen kendi iradesiyle oluşturma mücadelesini verir; kendi hayatına başkasının yön vermesine izin vermez. Böylesine bir etkin/üretken duruşu sayesinde birey, toplumun kültüründen, değerlerinden beslenerek kendi kişiliğini oluşturmakla kalmaz, toplumun değerlerini çeşitli biçim ve içeriklerle yine topluma sunar. Böylece toplumdan yararlanarak kendini, ahlakını geliştirdiği gibi, toplumun ahlakça gelişmesini etkiler, yönlendirir. İslam da mümin bireyden bunu bekler.
Bireysel yetkinlik, ahlaki yetkinliği doğuracaktır. Birey(sel)leşmede esasen ahlaki bir eğilim vardır. Bu yüzden bireysel yetkinlik düzeyi yükseldikçe birey, ahlaki zaaflardan sıyrılma imkânını kazanacaktır. Bencillik, başkalarını düşünmeme, kendini merkeze koyarak hareket etme, başkalarının haklarına tecavüz etme gibi kötü davranışlar, iyi bireyleşememenin sonucudur. İnsanın, bu tür ahlaksal yetersizliklerden kurtulmasının yolu öncelikle kendisini aşmasına bağlıdır. Allah Rasulü (s.a.s.)’nün, "büyük cihat" diye tarif ettiği insanın kendi nefsi ve benliği ile olan mücadelesi, bunu başarmayı amaçlamaktadır. İslam, öncelikle ferdin, kendini gerçekleştirmesini öngörmektedir.
Özgürlükler ve imkânlar arttıkça insanın kendini yönetme ve denetleme becerisini, öz disiplinini artıracak bir yüksek bilince sahip olması daha da önem kazanmaktadır. Küreselleşme sonucu oluşan açık toplumda artık yasaklarla yönetilen bireylere değil; kendi kendini çekip çevirebilen bireylere ihtiyaç vardır. Konunun yasaklarla savuşturulamadığı bu şartlarda çözüm, kişilerin bilinç düzeylerini yükseltmektir. Hakikat dünyasından koparmayacak, sanal ortamlara mahkûm etmeyecek kadar muktedir bir bilinç, disiplinli bir benlik oluşturmak için de, bireyleşme sürecini işletmek gerekmektedir. “Kendi kararlarını alabilen, kendi aklıyla düşünebilen birey"in ortaya çıkmasına izin veren yapılara/örgütlenmelere ihtiyaç var. Kendini gerçekleştiren birey, kendine saygı duyar. Kendine saygı duyan ve kendini önemseyen birey “başkalarını” da önemser ve saygı duyar. Kendine saygı duyan kimse kendiyle de çevresiyle de barışık olur. Bu bireylerin oluşturduğu toplumda huzur/barış boy atar.
Unutmayalım, bireyleşmenin önü kesilerek ahlaklı insanlar yetiştirilemez. Düşünme, sorgulama, anlamlandırma, yeteneklerini geliştirmek için emek harcamamış kişinin ahlak üretmesi düşünülemez. Eğitim (özelde de din eğitimi) anlayışımızı/sistemimizi bu açıdan irdelemek zorundayız.