NEFS TERBİYEYE MUHTAÇTIR
Mevlânâ Hazretleri Mesnevî’sinde, nefs ve terbiyesi husûsunda ibret dolu şöyle bir kıssa nakleder:
“Vaktiyle dağlarda yılan avlayıp, insanlara sergileyerek para kazanan bir yılan avcısı vardı. Yine bir gün bu maksatla gayet soğuk olan dağlarda dolaşmaktaydı. Birden o güne kadar görmediği büyüklükte bir ejderha ile karşılaştı. O ejderha, soğuktan kaskatı durduğu hâlde, yılan avcısının yüreği, onun dış görünüşünden dolayı korku ile dolmuştu.
Bir müddet sonra bu korkusu izâle oldu. Ölü sandığı bu ejderhayı, birkaç kuruş kazanırım diye sevinerek sürükleye sürükleye Bağdat’a getirdi. Halka da;
«Ben size ölü bir ejderha getirdim ama, onu yakalamak için çok zahmetler çektim.» diyordu.
Yılan avcısının ölü sandığı bu ejderha, aslında soğuktan kaskatı kesilmişti. Ölü gibi görünmesine rağmen, hakikatte diri idi.
Kısa bir zamanda koca şehir; «Bir yılan avcısı, görülmemiş, kocaman bir ejderhayı avlayarak Bağdat’a getirmiş.» sözleriyle çalkalanmaya başladı. Bunu duyan meraklı büyük bir kalabalık, çarşının ortasında birtakım kilim ve bez parçalarının altında duran ejderhayı yakından görmek için toplandı. Yılan avcısı da eline geçecek paranın artması için kalabalığın iyice çoğalmasını bekliyordu.
Fakat halkın toplanması beklenirken, zaman iyice geçti. Irak güneşi de yılanın üstüne vurmaya başladı. Sıcak memleketin güneşi ejderhayı ısıtınca, onun bedenindeki soğukluk, uyuşukluk gitmeye, ölü sanılan ejderha, kımıldamaya başladı.
Ejderhanın kımıldanışı yüzünden, halkın şaşkınlığı bir iken binlerce oldu. Seyirciler, şaşkınlıktan nâralar atıp bağrışarak kaçışmaya başladılar.
Bu esnâda o korkutucu büyük ejderha da, bağlı olduğu kalın ipleri, kükremiş bir arslan gibi kopardı ve örtülerin altından sıyrılıp çıktı.
Bu manzarayı gören yılan avcısı;
«Ben; dağlardan, kırlardan ne getirmişim?!» diye korkusundan olduğu yerde kaskatı kaldı, hiçbir yere kımıldayamadı. Ejderha da yılan avcısını bir lokmada yutuverdi.”
Bu hikâyede yılan avcısı; nefsin hevâ ve hevesine aldanan, dünyalıktan başka bir şeyi düşünmeyen gâfil kişiyi, ejderha ise; “nefs-i emmâre”yi temsil etmektedir.
Yine Mevlânâ Hazretleri, nefs-i emmârenin tuzaklarına aldanarak rehâvete kapılanları bekleyen hazin âkıbeti şu mânidar misalle anlatır:
“Timsah, ağzını açar, bekler; parçalayarak yediği hayvanların artıkları dişlerinin arasında kaldığından kurtlanmıştır. Dişlerinin arasında kurtlar kaynaşır!
Küçük kuşlar; timsahın dişleri arasındaki bu kurtları görürler, onları yiyerek karınlarını doyurmak için oraya girerler. Ağzı kuşlarla dolan timsah da, birdenbire ağzını kapatır, onları yutuverir!
Sen; ekmekle, yiyecek hoş şeylerle dolu olan dünyayı da, bir timsahın ağzı bil!”
İşte nefs, bu hikâyelerde zikredildiği gibi ölü sanılan bir ejderha veya dünyanın gel geç cazibelerine aldanarak kendini helâk eden aç gözlü kuşlar gibidir.
Fânî olan dünya nimetlerine tamah ederek, Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle kötülüğü şiddetle emreden[1] nefsin girdabına kapılmak, onu daha da azgınlaştırır, insanı ebediyet fukarâsı eder. Onun terbiye ve tezkiyesi, isteklerini tahdit etmek, arzularına muhalefet ederek onu tesirsiz hâlde tutmakla gerçekleşir. Nitekim Mevlânâ Hazretleri, ejderha hikâyesinden sonra okuyucusuna şu îkâzı yapar:
“Nefis ejderhası; yokluğa, yoksulluğa, fakirliğe düşerse, küçük bir kuvvet hâline girer. Fakat mal-mülk, yüksek mevkî yüzünden nefis sivrisineği âdeta bir çaylak kesilir.
Sen nefis ejderhasını ayrılık karları altında tut; aklını başına al da, onu güneşin altına getirme! Dikkat et ki, ejderhan donmuş bir hâlde kalsın; eğer o canlanırsa, sen onun bir lokması olursun!
Onu mat et de, mat olmaktan, mânen ölmekten emin ol! Ona acıma; o, acımaya ve iyiliğe lâyık değildir! Çünkü üstüne şehvet güneşinin harareti vurunca, o pis baykuş kanatlanıp uçar!
Onunla yiğitçe savaşa giriş de, buna karşılık Allah, sana mânen kendisi ile buluşmayı ihsan etsin! Sen o nefse cefâ etmeksizin, riyâzatlar ve mücâhede çektirmeksizin, onu uslu, vefâlı bir hâlde tutmayı mı umuyorsun? Her kişiye nefsi zabtetmek nasîb olur mu? Ejderhayı öldürmek için Mûsâ olmak gerek!”
Bu sebeple büyükler demişlerdir ki:
“Nefse tâviz vererek, yani nefsin arzularını yerine getirerek onun şerrinden kurtulmak mümkün değildir. Bundan kurtulmanın yegâne çâresi Allâh’a sığınıp, O’nun emirlerine sarılmaktır.”
Zira Allah Teâlâ muhafaza etmedikten sonra hiçbir kalp, dünyanın tuzaklarından, nefsânî arzulara meyletmekten ve şeytanın vesveselerinden emîn olamaz, kendi kendini koruyamaz!
Dolayısıyla bir kul olarak bizlere düşen;
Nefsimizin hîlesinden hiçbir zaman emîn olmayıp dâimâ teyakkuz hâlinde bulunmak ve bu husustaki acziyetimizi müdrik bir şekilde Allâh’a sığınmaktır. İçinde yaşadığımız imtihan âleminde, îman ve İslâm elbisesini, günahların, haramların dikenlerine takılıp parçalanmaktan muhafaza etmektir.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Kim Rabbinin makâmında durup hesap vermekten korkar da nefsini hevâ ve heveslerden alıkoyarsa, şüphesiz onun varacağı yer Cennet’tir.” (en-Nâziât, 40-41)
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, mânevî hayatının merhalelerini temsîlî bir üslûpla şöyle ifade eder:
“On iki yıl nefsimin demircisi oldum, onu riyâzat körüğüne koyup mücâhede ateşiyle kızarttım. Kınama örsüne koyup melâmet ve mahviyet çekiciyle dövdüm. Sonra beş yıl nefsimin aynası oldum. Yani onu murâkabeye aldım. Türlü türlü ibadet ve tâat ile bu aynayı cilâladım. Sonra bir yıl ibret gözüyle baktım ve rûhumda, gururdan, ibadetlerime güvenmekten ve amelimi beğenmekten meydana gelen büyük bir iptilânın mevcut olduğunu gördüm. Bu musîbeti kesip atmak için beş yıl daha gayret ettim ve nihâyet îmânım kuvvet buldu, İslâm’ın o rûhânî lezzetine yeniden nâil oldum.” (Attâr, Tezkire, s. 174; Sehlegî, en-Nûr, s. 97)
Seyyid Emîr Külâl Hazretleri de şöyle der:
“Nefsin isteklerini terk ediniz ki âhirette utanıp mahcup olmayasınız… Bu dünyada ne yaparsak, âhirette onun karşılığını bulacağız.
Ey dostlar! Dikkat ediniz ve uyanık olunuz! Bir kişi hevâ ve heveslerinden vazgeçmedikçe, tuzağına av düşmeyen ve eli boş dönen avcı gibidir. Eğer insan Allah Teâlâ’yı unutur, gaflete dalarsa, belâ ve musibete dûçâr olur.
Ne yazık ki ömür bitmek üzere olduğu hâlde insan dünyalıklara dalmış, nefsinin esiri olmuş ve âhiret yolculuğunu unutup ihmâl etmiştir.”
Günümüzde insanı, nefsinin esiri olmaktan kurtaracak olan hususlardan biri de, takvâ üzere yaşamaya gayret edip sâdık ve sâlih insanlarla beraber olmaya çalışmaktır. Bu Rabbimiz’in mü’minlere bir emridir. Zira buyrulur:
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119)
Çünkü insanın ahlâkı, bulunduğu muhite göre şekillenir. Gâfil insanların içinde bulunan ve onlarla ülfet eden güzel ahlâklı bir kimsenin, bu beraberliği neticesinde güzel hasletleri zaafa uğrar, nefsânî ve şeytânî vasıflar ona sirâyet etmeye başlar.
Son olarak; Mevlânâ Hazretleri’nin şu îkazlarını hatırımızdan çıkarmayalım:
“Ey insanoğlu; senin nefsin de bir ejderhadır! Ölmüş görünse bile ölmemiştir; günah işlemek için eline fırsat geçmediğinden ötürü, gamdan uyuşmuş bir hâlde, donmuş gibi beklemektedir!
Nefis güçlense, fırsat bulsa hemen Firavunluğa başlar; yüzlerce Mûsâ’nın, yüzlerce Hârun’un yolunu keser!”
Cenâb-ı Hak, göz açıp kapayıncaya kadar dahî olsa bizleri nefsimizin eline bırakmasın. Râzı ve hoşnud olacağı bir kulluk hayatı yaşamayı cümlemize ihsân buyursun.
Âmîn.
-----------------------------------------------------------------------------
[1] Bkz. Yusuf, 53.