* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: Çağımız İnsanının İnanç Problemleri  (Okunma sayısı 475 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı türkiyem

  • Administrator
  • *****
  • İleti: 2159
Çağımız İnsanının İnanç Problemleri
« : Mayıs 30, 2020, 07:54:57 ÖÖ »
Çağımız İnsanının İnanç Problemleri

Her insan, “insan” olması bakımından, nerede ve ne zaman yaşamış ya da yaşamakta olursa olsun, hangi kültürel ya da etnik yapıya mensup bulunursa bulunsun, ortak biyolojik özelliklere sahip olduğu gibi ortak duygu, eğilim ve değerlere de sahiptir. Aynı zamanda her insan, “toplumsal bir varlık” olarak kendi coğrafyasının ve döneminin çocuğu, kendi çağının evladıdır.

Dinler Tarihi araştırmaları bize, dinin insanlıkla yaşıt olduğunu, insan topluluklarının, tarihin her döneminde, çoğunlukla, metafizik anlayışlara sahip olduğunu, “kutsal” ve “kutsal”a ilişkin, bir biçimde inanç ve tapınma içinde bulunduğunu aktarmaktadır.

Bu tespit “vahiy” realitesiyle örtüşmektedir. Zira evreni eşsiz bir düzen ve güzellik içinde yaratan, insana özel bir donanım veren Yüce Yaratıcı, ilk insanı aynı zamanda ilk peygamber kılmış ve mesajlarını insanlara hem kendilerinden seçtiği elçiler hem de gönderdiği “suhuf” ya da kitaplarla iletmiştir.

Vahiy gerçeği akli bakımdan gerekçelendirilebilir olmasının ötesinde, insanlık tarihi açısından o kadar güçlü bir olgudur ki bazı araştırmacılar “insanlık tarihi peygamberler tarihidir” itirafında bulunmuşlardır. Ama öte yandan insan, ayetlerde işaret edildiği üzere, “zayıf”, “bilgisiz”, “nankör” “zalim” olduğundan vahiyle gelen ilahî mesajları bir süre sonra ya unutmuş ya tebdil ve tahrif etmiş ya da saptırmış, vahiyden bir biçimde uzaklaşmıştır. Bu tür durumlarda Yüce Allah yeniden vahiy göndermiş, böylece hem mesajlarının doğrusunu tekrarlamış, hem de anlayışı ve seviyesi farklılaşan toplumlara, bunu onların anlayış ve seviyelerine uygun şekilde aktarmıştır.

Vahiy zincirinin son halkası olan Kur’an-ı Kerim, muhafazası ilahî uhde altında olduğu için (Hicr, 15/9.) hiç kimse tarafından “tebdil” ve “tahrife” uğramamıştır ve asla da uğramayacaktır. Bu bakımdan İslam vahyi kıyamete kadar gelecek bütün insan topluluklarına hitap eden, zaman ve coğrafyaları kucaklayan ilahî, evrensel bir mesajdır. Bu kutlu mesaj insanların, öteki ihtiyaçları gibi temel inanç problemlerinin çözümüne ilişkin akli açıklamalarla doludur. Bunlara ulaşmanın ön şartı insanın, insani özelliklerini koruyarak bu ilahî beyanla sağlıklı, sürekli ve doğru bir iletişim içinde olabilmesidir. Başka bir ifadeyle vahiyle doğru “temas” kurabilmesidir. Bakara suresinin başında bu hususa şöyle işaret edilmektedir:

“Bu (Kur’an), kendisinde şüphe olmayan kitaptır; ittika sahipleri (insani özelliklerini koruyup Hakk’a karşı gelmekten sakınanlar) için yol göstericidir.” (Bakara, 2/2.)

Akide ve kelam âlimleri, vahyin kuşatıcı, evrensel açıklamaları çerçevesinde kendi dönemlerinde ortaya çıkan inkârcı akımları etkisiz bırakmakta zorlanmamışlar; söz gelimi, materyalistleri (Dehriyyun), tabiatçıları (Tabiiyyun), aşırı yorumcuları (Batıniler), nübüvveti inkâr edenleri (Berahime gibi) vb. akli temellendirmelerle başarılı bir şekilde reddedebilmişlerdir.

Çağımızın insanı da, bugün birçok fikrî, felsefi anlayışın muhatabı olmuştur ve olmaktadır. Bu muhataplık kimi zaman vahiyle sağlıklı ve yeterli “teması” olmayan kişi ya da çevrelerde olumsuz izler bırakmış, inanç zayıflığına yol açmış, bazen de inançsızlığa kadar götürmüştür.

Sadece günümüzde değil geçmişte de değişik ad ve formatlarda varlığını sürdüren “din karşıtı” en önemli akım, ateizm olmuştur. Dünyanın değişik yerlerinde oranları %3’lerden %40’lara kadar varan bu akım mensupları metafiziği inkâr etmekte, uluhiyeti reddetmektedir. Oysa vahiy neredeyse baştan sona kadar uluhiyeti, akli temellendirmelerle ortaya koymakta, ateist düşünceye kapı aralayacak her çeşit şüpheyi yok eden güçlü, fıtri, akli deliller serdetmektedir. Bu bağlamda vahiy, fizik âlemdeki düzen, uyum ve güzellikten metafiziğe intikal edip, âlemdeki “yaratılılış”tan Yaratıcı’ya, yaratılıştaki ilim, hikmet ve kudretten Yaratıcı’nın “alîm”, “hakîm”, “kadîr” olduğuna pencereler açmaktadır. Söz gelimi, konuyla ilgili yüzlerce ayetten birisinde şöyle buyrulmaktadır: “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah’ın varlığı ve birliği hakkında) deliller vardır.” (Bakara, 2/164.)

Kur’an-ı Kerim uluhiyetin varlığını temellendirmekle yetinmemekte, onlarca ayetle Allah’ın birliğine dikkat çekmektedir: “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arşın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiya, 21/22.)

Diğer taraftan Kur’an-ı Kerim yüzlerce ayetinde uluhiyetle ilgili olarak Yüce Allah’ı, birliği yanında diğer nitelikleriyle de (isim ve sıfatlarını) tanıtıp tasvir etmektedir. Söz gelimi, “ayetü’l-kürsi” diye bilinen ve Müslümanların büyük çoğunluğunun ezbere bildiği şu ayet bunun bir örneğidir: “Allah kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. Diridir, kayyumdur (varlığı kendinden, kendi kendine yeterli, yarattıklarına hâkim ve onları koruyup gözetendir). O’nu ne bir uyuklama tutabilir ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar onun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup-gözetmek O’na güç gelmez. O, yücedir, büyüktür.” (Bakara, 2/255.)

Çağımız insanının, kutsalla ilişkisini olumsuz etkileyen diğer bir ekol, pozitivizmdir. Gerek 19. yüzyılda A. Comte tarafından ortaya atılan genel anlamdaki pozitivizm gerekse 1920’lerde Viyana Çevresi tarafından ileri sürülen mantıksal pozitivizm fiziki varlık ve olayları sebep-sonuç ilişkisine dayalı olarak açıklamayı esas almakta, metafizik ve teolojiyi devre dışı görmektedir. Bu yönüyle pozitivizm açıkça dine karşı cephe aldığını söylemese bile sebep-sonuç zinciri içinde uluhiyeti bir anlamda devre dışı bırakmaktadır. Oysa vahiy hiçbir zaman fiziki olayların seyrinde sebepleri yok saymamakta, ancak sonuçları sebebe bağlamayıp her şeyi sebep-sonuç ilişkisi içinde düzenleyen gerçek bir sebebin varlığının zaruri olduğuna dikkat çekmektedir. Söz gelimi, “İçtiğiniz suya ne dersiniz? Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz?” (Vakıa, 56/68-69.) ayetinde yağmurun yağmasında bir sebep olması bakımından bulut yok sayılmamakta, ancak bu olayın arka planına dikkat çekilerek ilahî irade ve kudrete işarette bulunulmaktadır. Esasen sebepler bu âlemde, yüce Allah’ın yaratma ve diğer fiillerindeki kanun ve düzenlemelerinden ibarettir. İnsanın yaratılmasında sperm ve yumurta birer sebep, bunların arkasından gelen tatlı bir bebek, sebeplerin etkinliğini akıl ve vicdan karşısında sıfırlayan mükemmel bir sonuçtur.

Çağımız insanını inanç yönünden olumsuz etkileyen teorilerden birisi olan “evrim”, biyolojide, “Canlı türlerinin nesilden nesile kalıtımsal değişikliklere uğrayarak ilk hâlinden farklı özellikler kazanma süreci” olarak tanımlanmıştır. Bu teori, bazı çevrelerde, “evrimcilik” adıyla, giderek yaratılışı inkâr eden felsefi bir inanışa dönüşmüştür. Adı üstünde teori olan bu anlayışın irdelenmesini biyoloji ilminin mensuplarına bırakarak, İslam vahyi etrafında şu gerçeklerin altını çizmek gerekir: a) İlk insan Âdem’dir ve Allah onu insanlığın babası kılmıştır. b) Her türde kendi içinde bir tekâmül söz konusu olabilir ancak türler arası geçiş söz konusu değildir. c) Yaratılış en büyük ilahî gerçekliklerden birisi olup her an devam etmektedir. d) Hiçbir şey “tabii” olmayıp her şey ilahî irade ve kudret dâhilinde cereyan etmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de yaratılışa dikkat çeken, insanın “değerli” bir varlık olarak yaratıldığını belirten, Hz. Âdem’in yeryüzünde “halife” kılındığını beyan eden bütün ayetler bu gerçeklere atıflarla doludur.

Günümüzde insanları inanç açısından zaafa uğratan yaklaşımlardan birisi olarak “sekülerizm”e de işaret etmek gerekir. Dilimize “dünyevileşme” olarak aktarılan bu anlayışta, din ve dinî yükümlülükler bir tarafa bırakılıp dünya hayatına odaklanma önemsenmektedir. Bu anlayış doğrudan inanç alanına dokunuyor gibi görünmemekle birlikte gerçekte, vahiyle gelen birçok ilahî gerçekliğin üstünü örtmekte, insanın dinle ilişkisini negatif olarak etkilemektedir. Zira Kur’an-ı Kerim’e göre “ahiret hayatı dünya hayatından daha hayırlıdır.” (Duha, 93/4.), dünyadaki mal-mülk imtihan vesilesidir (Enfal, 8/28.) ve dünya hayatı (nefsin hevasına bakan yönüyle) aldatıcı bir metadan ibarettir. (Âl-i İmran, 3/185.) Dolayısıyla bir mümin, hayatı dünyadan ibaret görmeyecek, dünya-ahiret dengesini kuracaktır.

Diğer taraftan İslam vahyi, imanı, salt zihinsel formda kabul edilmesi gereken ilkeler olarak ortaya koymamıştır. İman, zihnin olduğu kadar kalbin, duyguların, kısaca bütün insani özelliklerin bu hakikatlerle içkin olması demektir. Kur’an-ı Kerim Fatiha suresinden sonra ilk ayetlerinde bu mesajların altını çizmiş, hidayeti tanımlayıp kurtuluşun anahtarlarını vermiştir: “Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar. Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar. İşte onlar Rab’lerinden (gelen) bir doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte onlardır.” (Bakara, 2/3-5.)

Fikrî-felsefi anlayış ve teorilerin ötesinde, belirtmek gerekir ki, çağımız insanı, teknolojinin sağladığı kolaylıklara rağmen modern hayatın getirdiği zorluklarla yorgun, yılgın, gergin ve belli ölçüde mutsuzdur. Özellikle Batı ülkelerinde boşanma oranlarının yüksekliği, aile hayatı sıcaklığının giderek azalması, stresin çağın hastalığı olarak anılması bunun somut bazı göstergeleridir. Öte yandan endüstrileşmeyle birlikte gelen ve insanın tabiatı hoyratça kullanmasının sonucu olarak her geçen gün derinleşen küresel ısınma, iklim değişiklikleri, çevre kirliliği gibi global problemler de insanımızın huzur ve mutluluğunu tehdit etmektedir.

İslam vahyi ve bunun Hz. Peygamber tarafından hayata aktarılan boyutu olarak sünnet, her çağın insanına olduğu gibi çağımız insanına da kendisiyle, çevresiyle, en önemlisi Rabbi ile barışık olabileceği formüller sunmaktadır. Bu, en kısa ifadesiyle “iman etmek” ve “salih amel işlemektir.” (Bakara, 2/25.) İman edip salih amel işleyerek yaşayan insanlar hem dünyasını huzurlu ve mutlu geçirecek hem de ilahî rızaya ererek ahiretlerini cennet kılacaklardır.

Doç. Dr. İlyas Üzüm.

Çevrimdışı türkiyem

  • Administrator
  • *****
  • İleti: 2159
Ynt: Günümüz İnanç Problemlerinin Nedenleri
« Yanıtla #1 : Mayıs 30, 2020, 08:00:07 ÖÖ »
Günümüz İnanç Problemlerinin Nedenleri

Uzay ve bilgi çağını idrak eden modernleşmeyle birlikte bireyselleşme sürecinde bulunan günümüz insanı, her yönden olduğu gibi manevi ve kültürel yönden de kendinden, varlığına neden olandan (Tanrı), geleneklerinden, dinî değerlerinden uzaklaşmakta egonun kucağına düşerek ruhsal-psikolojik bunalımlar yaşamaktadır.

Günümüz insanının içinde bulunduğu bunalımların temelinde hiç şüphesiz ki, pozitivist eğitim ve dünya görüşü, kapitalist düşüncelerin beslediği maddeci hayat anlayışı, dinî değerlere sırt çevirmiş maddeci ilim anlayışı ve âlemin mekanist açıdan izahı bulunmaktadır. Toplumda bu zihniyet yerleşince, diğer problemler kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Manevi ve psikolojik bunalımlara girmiş bireyler, sosyal yaşantılarında da bir tatminsizliğin içinde bulundukları için toplumsal sorunların kaynağını oluşturmaktadırlar. Bu şekilde, tatminsiz bireylerin içinde yaşadığı toplum düzeni parçalanmakta, huzursuzluk ve kargaşanın hâkim olduğu başka bir yaşam biçimi gelişmektedir. Bu bağlamda söz konusu psikolojik ve sosyolojik ve tabii ki itikadi bunalımlara neden olan felsefi ya da ideolojik akımları şu şekilde sıralayabiliriz:

Materyalizm, pozitivizm, evrimcilik/darwinizm, panteizm, freudizm, ateizm, deizm, sekülerizm, nihilizm, satanizm, varoluşçuluk/existentialism gibi genellikle Batı kaynaklı ideoloji ve felsefi akımlardır. Bunlardan kısaca söz etmek yararlı olacaktır.

Materyalizm: Karl Marx ve arkadaşı F. Engels’in ortaya koyup geliştirdikleri Tarihî Maddeciliktir. Ontolojide maddeyi değişmez, aktif ve dinamik bir prensip ve cevher olarak kabul eden, ruh ve fikir gibi manevi cevherlerin bu maddenin bir tezahürü olduğunu iddia eden yahut bunları yadsıyarak kabul etmeyen öğretiler. (Bolay, S. Hayri, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, Akçağ yay., Ankara 1987, s. 162.)

Pozitivizm: Fransız filozofu Auguste Comte (1798-1857) tarafından ortaya atılan gerçekliği beş duyu organının verilerine indirgeyen, metafiziği reddeden olgucu bir öğretidir. Bu öğretiye göre doğrudan doğruya deneyle sağlanamayan her bilgi teolojik veya metafiziktir; hayal ürünüdür.

Ampirizm ile sosyalizmin birleşmesiyle ortaya çıkan bu öğretiye göre düşünce, tarih sürecinde tekâmül etmektedir. İnsan zihni üç safhadan geçmektedir: Teolojik, metafizik ve pozitif hâl. Sonuncu aşamada Comte’a göre metafizike gereksinim kalmayacak, onun yerini müspet ilim alacaktır. (Bolay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, 213-214.)

Evrimcilik (Evolutionism): Darwin’in temsil ettiği evrim teorisidir.

Panteizm: Panteizm kelimesi ilk defa 18. asırda İrlandalı J. Toland tarafından kullanılmış olup Allah ile âlemi bir ve aynı, O’nu âlemin yegâne cevheri sayan felsefi akımlara verilen isimdir. (Bolay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, 201.)

Freudizm: Sigmund Freud, psikanaliz öğretisini geliştirmiş Avusturyalı bir nörologdur. Psikiyatride psikanaliz ismi verilen bir yöntem geliştirdi. O, ruhsal sorunların kaynağını, hastaların bastırdıkları ve bilinçaltına ittikleri sorunlarda aradı. Hastaların bilinçaltındaki duygularını yüzeye çıkarmaya dayalı psikoterapi adı verilen bir yöntemle hastalarını tedavi etmeye yöneldi. Dinî inançları bilginin gelişmesinin önünde engel olarak gördü. Şu sözü bu bilimsel veriler ve akli temellerden uzak görüşünü ifade etmektedir: “Bilgi hazinelerine ulaşabilen insanların sayısı ne kadar artarsa, dinî inançlardan kopuş da o kadar artar.”

Ateizm: Atheisme-Tanrı tanımazlık; Allah’ın varlığını yani âlemde deruni, harici ve üstün bir sebebi inkâr eden felsefi öğretidir. (Bolay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, 25-26.)

Deizm: Tanrı’nın varlığını kabul ettiği hâlde, vahyi, ilahî kitabı ve peygamberliği inkâr ederek, insanın aklıyla gerçeği bulabileceğini söyleyen felsefi öğretidir.

Sekülerizm: Yaşanan dünya hayatını önceleyerek, bu hayatın metafizik âlemle, dinle yani peygamberlik ve vahiyle ilişkisini koparmayı hedefleyen öğretidir.

Nihilizm: Nihilisme-hiççilik; cevheri hiçbir realite olmadığını ileri süren ve her şeyi inkâr eden bu felsefi öğreti, âleme ilişkin bu görüşü ile ontolojik nihilizmi, insanın reeli bilemeyeceğini ileri sürmesiyle de kritik nihilizmi meydana getirmiştir. Siyasette hiçbir otorite tanımamakla siyasi, ahlaki alanda hiçbir ahlaki değer, sosyal baskı ve kontrol kabul etmemesiyle de ahlaki nihilizm ortaya çıkmıştır. Neticede nihilizm gayesizlik, kötümserlik ve olumsuzluğu ifade eder. (Bolay, age, 188-189.)

Satanizm: Geleneğe bağlı İbrahimî dinleri protesto amacıyla ortaya çıkan, şeytanı Tanrı’nın rakibi olarak görerek ona tapanların kurduğu bir inanç sistemidir. Kara İncil adıyla din esaslarının yer aldığı kutsal kitapları ve Şeytan’ın Kilisesi adıyla mabetleri bulunmaktadır. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Güç, Ahmet, Satanizm Şeytan’a Tapmanın Yeni Adı, Ankara 2002, 47 vd.)

Varoluşçuluk/existentialism: İnsanın kendi kendisini var ettiğini ileri süren bilim dışı burjuva öğretisidir. Varoluşçu felsefe veya varoluşsal felsefe ismiyle de anılmaktadır. Öznel düşünceci, tekbenci/solipsizm, usa aykırı, bilime karşı ve bilim dışı bir burjuva doktrinidir. Bu öğretiyle birlikte dünyanın her tarafında sözde kendi kendilerini varlaştıran hippiler ortaya çıkmıştır. Hippi/Hippy’ler varlıklarını, toplumun kurulu düzenine başkaldırmak ve her türlü değeri hiçe saymakla oluşturdukları düşüncesindedirler. Kullandıkları uyuşturucu maddeler de onların bu anlayışlarının başyardımcısı olmuştur. (Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1989, 443; anılan akımlar hakkında ayrıntılı bilgi için Özarslan, Selim, Günümüz İnanç Problemleri, Nobel Yayınları, Ankara 2012, s.1-2.)

Ayrıca inananların çeşitli nedenlerle birbirlerine yönelttikleri tekfir salgını da inanç problemleri arasında sayılabilir. Biz kelamcılara düşen ise çağımız insanının dinî problemlerine çözüm getirmek, gereksinimlerine makul ölçülerde cevap vermektir.

Yukarıda isimleri sayılan “izm”lerin birey ve toplum katmanları üzerindeki tesirli etkinliği, imanla aklın, imanla ilmin, imanla hayatın dengesinin bozulmasına ve bu durum da duyguların İstiklal şairimiz M. Akif’in dediği gibi, “Nefs-i emmare hizasında” kalmasına sebebiyet vermiş, daha yükseklere kanat çırpmasına engel olmuştur. (Bolay, S. Hayri, Eğitimden Doğan Gençlik Problemleri, Gençliğin Ruhî ve Manevî Problemleri, İstanbul 1987, 16.)

Yine bu “izm”lerin insanlığın gündemine soktuğu yalnızca dünyaya yönelik, içkin ve anlamdan uzak idealler, zevk türleri, soyut değerlerden uzaklaşarak, sırf somutlara bel bağlamak insanların sorunları için çözüm olamaz.

Bu tür inanç problemlerinin önüne geçmek, dini vahyî temellerine dayalı olarak yeniden anlamaya çalışmak ve Kur’an’ın da emrettiği ilmî araştırma ruhunu geliştirmekle mümkün olacaktır. Bu da aklımızı rasyonel ölçütler doğrultusunda kullanarak gerçekleşecektir.

Bilindiği gibi ilahî mesaj zincirinin son halkası olan İslam, akıl ve fikir dinidir. Hayal, vehim ve hurafelerle uzaktan yakından bir ilişkisi olmadığı gibi onları da yok etmek üzere tasarlanmıştır. “Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu?” (En’am, 6/122.)

İslam ancak akıllı olanları kendisine muhatap kabul etmiştir. Yani akıl, İslam dininde mükellef (sorumlu) olmanın birinci şartıdır. Bu sebepten bu din nazarında akıl, dinden, din de akıldan bağımsız ve ayrı olamaz. Dinin temel ilkeleri olan Allah’ın varlığı, birliği ve peygamberlik kurumu akılla ispatlandığı gibi dinin emir ve yasaklarının anlaşılıp kavranması da akılla gerçekleşmektedir. Bu nedenle aklın İslam dininde kendine özgü üstün bir yeri ve mevkisi vardır.

İlahî bağış olan akıl potansiyeline işlerlik kazandırarak günümüz insanlığını ve geleceğini tehdit eden bu inançsızlık ve ufuksuzluk furyasının önüne geçebiliriz. Bunun için de sağlam, Kur’ani temellere dayanan tevhit inancını yeniden insanlığın gündemine taşımamız gereklilik olarak önümüzde durmaktadır. Tevhit inancı insanın akıl ve his, ruh ve ceset, ibadet ve muamelat bakımından Allah’a tam teslim oluşunu ifade etmektedir: “De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim; hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. Onun hiçbir ortağı yoktur. Bana sadece bu emrolundu ve ben Müslümanların ilkiyim.” (En’am, 6/162-163.)

Bu inancın insanlık için değeri ve taşıdığı eşsiz önem bütün ayrıntılarıyla ortaya koyulmalıdır. Bu inanç sayesinde bunalım, karmaşa ve itikadi çalkantılar içerisindeki bireyler yaşantılarını anlamlandıracak ve tekrar güven duygusuna sahip olacaklardır. Çünkü Allah’ın birliğine ve yaratıcılığına inanan insanlar, bütün âlemin yok olmaz, yıkılmaz, sarsılmaz, anarşi ve kargaşaya düşmez bir sahibinin olduğunu, hiçbir gücün onu bozamayacağını benimsemiş olmakla kâinatın içindeki bir varlık olarak hem kendilerinin, hem de diğer varlıkların sarsılmaz bir garanti altına girmiş olacaklarını anlayacaklardır. (Bolay, a.g.m. 16, 49.) Bu şekildeki tevhit inancına sahip olan insanlar her şeyden önce güven duygusu içerisindedir. Artık şu anı ve geleceği için tereddütler ve açmazlar içerisinde kalmayacaktır. Ölüm dâhil hiçbir şey tevhit inancına sahip bireyi yıldırmayacak, karışıklık ve yalnızlığa sevk etmeyecektir. Çünkü o birey bilmektedir ki varlığı imanla birlikte güven ve emniyet içerisine alınmıştır.

İnsanın var oluş gayesi, kendini ve âlemi bilmesi, yaratanını tanıması, eşyanın hikmetini ve hakikatini kavramasıdır. İnsan ancak bu gayesini gerçekleştirebildiği ölçüde mükemmel olabilir.

Varlıkların en şereflisi (eşref-i mahlukat) olarak yaratılan insandan (Tin, 95/4: “Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.”) beklenen şey, kendisini koruması, insani niteliklerini geliştirmesi, diğer insanlara hizmet ve sevgi ile beraber yaratıcıya muhabbet ve ibadet etmesidir. (İzmirli, İsmail Hakkı, İslam Dini ve Tabii Din, Sadeleştiren: Osman Karadeniz, İzmir 1998, 42.) Yani kendisini ve yaratanını bilmesi ve bu dünyadaki yaşantısına anlam kazandırmasıdır. Ancak insan bunu gerçekleştireyim derken insan olması ve iktisadi, sosyal, siyasi, kültürel vb. çeşitli dış faktörlerin etkisiyle bu amacından uzaklaşarak başta itikadi olmak üzere, amelî ve ahlaki yönlerden çıkmazların ve açmazların içerisine düşmüştür. İnsanlık tarihi Allah’ın insanoğluna doğru yolu ve inancı gösterdikten sonra tekrar inançsızlık ve sapıklık yoluna dönüşlerinin örnekleriyle doludur.

Kur’an-ı Kerim’de kendilerine doğru yol ve inanç gösterildikten sonra aralarından peygamberlerinin ayrılmasıyla birlikte bu yoldan sapan, inançsızlık ve sapıklık girdabına düşen milletlerin kıssalarıyla doludur. Bunlardan birkaç tanesini hatırlamak yerinde olacaktır kanaatindeyiz.
Yemen’de yaşayan Âd kavmine Hz. Hud, Şam ve Hicaz arasında bulunan Hicr bölgesinde yaşayan Semud kavmine de Hz. Salih peygamber olarak gönderilmiş ve onları Allah’ı tanımaya ve O’na kulluk etmeye davet etmişlerdi. (bkz. Sa’lebî, Ebu İshâk Ahmed b. Muhammed b. İbrahim en-Nîsâbûrî, Arâisu’l-Mecâlis, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, trs. 53, 57.)

Kovulmuş şeytanın ve nefislerinin emrine uyarak doğru yoldan çıkan Âd ve Semud kavminin durumu şu şekilde betimlenmektedir: “Âd ve Semud’u da (helak ettik). Sizin için (onların başına nelerin geldiği) oturdukları yerlerden apaçık anlaşılmaktadır. Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip onları doğru yoldan çıkardı. Oysa bakıp görebilecek durumdaydılar.” (Ankebut, 29/38.) Yine Ankebut suresinde Hz. Nuh, İbrahim, Lut, Şuayb, Salih gibi peygamberlerin kavimlerini hidayete çağırdıkları fakat onların büyüklük taslayarak bundan yüz çevirdikleri ve saptıkları konu edilmektedir.

“Semud’a gelince onlara doğru yolu gösterdik, ama onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler. Böylece yapmakta oldukları kötülükleri yüzünden alçaltıcı azabın yıldırımı onları çarptı.” (Fussılet, 41/17.)

Peygamberlerinin hem hayatlarında hem de vefatlarından sonra küfür, isyan, inat ve iftiraları sebebiyle doğru yoldan ayrılarak sapıklığa düşen ehlikitabın bu tutumu Kur’an’da tenkit edilmekte ve kınanmaktadır: “Gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi geldikçe ona karşı büyüklük tasladınız. Size gelen peygamberlerden bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz. (Yahudiler peygamberlerle alay ederek) “kalplerimiz perdelidir” dediler. Hayır; küfür ve isyanları sebebiyle Allah onlara lanet etmiştir. O yüzden çok az inanırlar.” (Bakara, 2/87-88.)

Kur’an genel manada Allah’ın emirlerinden uzaklaşarak, onlardan yüz çevirmeyi sapıklık olarak değerlendirmektedir. İtikadi alanda inanılması gereken temel ilkelerden uzaklaşmayı ise tam ve derin bir sapıklık olarak nitelemektedir: “Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği kitaba iman (da sebat) ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse tam manasıyla sapıtmıştır.” (Nisa, 4/136.)

Bu sebepten olacak Mekki ayetlerin konusunu daha çok inanç ve itikat meseleleri teşkil etmektedir. Çünkü dinin aslını ve özünü inanç ilkeleri oluşturmaktadır. Bu dönemde indirilen ayetlerin vurgusu, Allah’ın varlığı ve birliği yani tevhit akidesi ve ona ulaştıracak kâinatta meydana gelen olaylar üzerinde düşünme, tefekkür ve tezekkürde yoğunlaşmaktadır.

Sonuç olarak Ateizm ve ona benzer çeşitli “izm”lerin besleyip büyüttüğü maddenin ezeliliğini savunan, dolayısıyla her şeyin yaratıcısı olan mutlak bir varlığın olmadığını iddia eden bu inançsızlığın sağlam ve köklü dinî birikime sahip olmayan gençlerimiz ve insanlarımız üzerindeki olumsuz etkisine karşı Kur’an’da vurgulanan tevhit inancı yeniden ele alınmalıdır. Çünkü tevhit inancı insanın akıl ve his, ruh ve ceset, ibadet ve muamelat bakımından Allah’a tam teslim oluşunu ifade etmektedir. Bu inancın insanlık için değeri ve taşıdığı eşsiz önemi tekrar gündeme getirilmelidir. Bu inanç sayesinde zihni bunalım, karmaşa ve itikadi çalkantılar içerisindeki bireyler yaşantılarını anlamlandıracak ve tekrar güven duygusuna sahip olacaklardır.

Prof. Dr. Selim Özarslan.

 


* BENZER KONULAR

Rahîm Ve Rahmân Gönderen: türkiyem
[Bugün, 11:28:55 ÖÖ]


Davranışlarımız Kaydediliyor Gönderen: türkiyem
[Bugün, 11:22:46 ÖÖ]


Biliniz Cesedin Öyle Bir Et Parcası Vardır Ki Gönderen: türkiyem
[Bugün, 11:18:08 ÖÖ]


Melek Girmeyen Evler Gönderen: türkiyem
[Bugün, 11:04:30 ÖÖ]


Doğru Çalışma Methodu Gönderen: türkiyem
[Bugün, 10:59:59 ÖÖ]


Başınızı Çevirip Gitmeyin Gönderen: türkiyem
[Bugün, 10:39:23 ÖÖ]


Ozan Birgül 320 kbps - 2 kısım Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 09:15:33 ÖÖ]


Ozan Birgül - İlahiler 320 kbps Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 09:04:09 ÖÖ]


Dualarımız Neden Kabul Olmuyor Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 08:10:43 ÖÖ]


Birlikte Hizmet Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:59:59 ÖÖ]


Gizli Halleri Açık Hallerinden Daha Hayırlı Adamlara İhtiyacımız Var Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:40:31 ÖÖ]


Mücahitler Kazandığınızı Kaybetmeyiniz Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:32:32 ÖÖ]


İnsanlardan Övgü Beklemek Ateşle Oynamak Gibidir Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:24:29 ÖÖ]


Zamanın Kıymetini Bilmek Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:17:13 ÖÖ]


Allah’ı Ne Kadar Seviyoruz Gönderen: anadolu
[Dün, 08:40:07 ÖS]


Böyle Sevdik Gönderen: anadolu
[Dün, 08:35:30 ÖS]


Dostluk Üzerine Gönderen: anadolu
[Dün, 08:27:16 ÖS]


Sevmek-Sevilmek Gönderen: anadolu
[Dün, 08:21:12 ÖS]


Sermayemiz takvamız olsun Gönderen: anadolu
[Dün, 08:14:00 ÖS]


Bize De Dua Yâ Rasulallah (S.A.V) Gönderen: anadolu
[Dün, 08:09:36 ÖS]