Doğru Bilgi Doğru İnanç
Bilgi; varlık ve olayları gerçek yönleriyle kavramak, gizlilikleri açığa çıkarmak, sevgi, nefret ve şehvet gibi duyguların etkisinde kalmayarak objektif tarzda eşya ve hadiseleri değerlendirmektir.
İnanç ise; güven duygusu içinde bir şeyi kabullenmek, doğruluğunu tasdik etmek demektir.
İslam’da sağlam bilgi ve düzgün inanç asıldır. İnancın düzgün olması bilginin doğruluğuna bağlıdır. Dolayısıyla ilim imandan önce gelir. Zira kişi; neye, nasıl inanacağına bilgisiyle karar verir.
İslamiyetin “Oku” emriyle başlaması bilginin önceliğine işaret etmektedir.
Bilgi edinme yolları; beş duyu organı, akıl ve vahiydir. Bilginin doğru olması için duyu organlarının sağlam, aklı selim, vahye bağlı haberin mütevatir, yani yalandan mutlak surette uzak olması gerekir.
Kesin bilgi edinip bu bilgiye tabi olmak Müslümanın en başta gelen görevidir. Zanlara, hayallere, hurafelere, gelişi güzel haberlere, dedikodulara, sünnetullaha aykırı iddialara inanmak vebaldir. Yüce Mevla bu durumdan sakındırmakta ve şöyle buyurmaktadır. “Hakkında kesin bilgin olmayan şeyin peşine düşme. Zira kulak, göz ve kalp, bunların hepsi yaptıklarından sorumludur.” (İsra, 36)
“Ey mü’minler! Şayet size bir fasık haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden birilerini rencide eder de sonra yaptığınızdan pişman olursunuz.” (Hucurât, 6)
Bir olan Allah’ı bırakıp da bilgisizce putlara tabi olanlarla ilgili olarak şöyle buyruluyor: “Deki: Allah, hakka iletir. O halde hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır yoksa kendisine yol gösterilmedikçe yol bulamayan mı? Size ne oluyor da böyle yanlış hüküm veriyorsunuz? Onların çoğu zandan başka bir şeye uymazlar. Zan ise hiçbir şekilde hakkın yerini tutmaz.” (Yunus, 36) Zanla ilgili bu ifade evrensel bir ilmi kuralı ifade etmektedir. Buna göre Kur’ân-ı Kerimi rehber edinenler inanç, düşünce, bilgi ve hayatların her türlü hurafe, safsata ve temelsiz anlayışlardan arındırmak durumundadırlar.
Kur’ân-ı Kerim akıllı olanlara hitap etmekte, sırf arzu ve heveslerine tabi olanları kınamaktadır:
“İşte aklını kullanacaklar için ayetlerimizi böyle açıklıyoruz. Gel gör ki, zulme saplanmış olanlar bir bilgiye dayanmadan arzu ve heveslerinin peşinden gitmektedirler.” (Rûm, 28-29) Arzu ve hevesler, aklın ve vahyin kontrolünde olmayan duygular daima yanıltıcıdır. Doğrulara duygulardan ziyade olgularla ulaşılır. Aşırı sevgi ve nefret, taraftarlık doğru görmeye, doğru düşünmeye engel olur. Hz. Peygamber (s.a.v.) de bu gerçeğe şöyle işaret buyurmuşlar: “Bir şeye karşı sevgin, seni kör ve sağır eder.” (Ebu Davud, Edeb; 125) Gazali merhum da insanoğlunun bu zaafına işaret ederek şöyle söylemiş: “İnsanoğlunun iki büyük zaafı vardır: Sevdiğinde kusur, sevmediğinde meziyet görmez.” Bu duygusal yaklaşımlar doğru bilginin önünde perdedirler.
İnsanlardaki taklid ve taassup saplantısı da doğru bilgi edinmenin en büyük engellerindendir. Sevgi, nefret ve menfaatin ötesinde ayrıca mensubiyet duygusu da gerçeği görmeye engeldir.
“Ne vakit onlara; Allah’ın indirdiklerine tâbî olun, dense onlar: Hayır, biz atalarımızın tâbî olduğu şeylere uyarız, derler. Ya ataları bir şey anlamayıp, doğru yolu bulmadıysalar?” (Bakara, 170) Böyleleri, bir sonraki ayette, sadece çobanın sesini duyup bir şey anlamayan sürüye benzetilmektedir. İslamiyet, toplumunun sürü pozisyonunda olmasını asla tasvip etmemektedir. Herkes kendi söz ve davranışından sorumludur. Kimse kimsenin günahını yüklenme durumunda değildir.
Başkalarına körü körüne uymanın hem dünyada hem de ahirette faturası ağırdır, ölçüp biçmeden, düşünüp taşınmadan, âmânın bastona tutunduğu gibi başkalarının peşinde gidenler ileride derin bir pişmanlık yaşayacaklardır. “Yüzleri ateşte yanıp çevrildiği günü ‘keşke Allah’a itaat etseydik, peygambere tâbî olsaydık’ derler. Yine derler ki; ‘Ey Rabbimiz! Biz yöneticilerimize, büyüklerimize uyduk onlar ise bizi doğru yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azabı iki kat ver ve onları büyük bir lanete uğrat.” (Ahzab, 66-68) Bu pişmanlık ayrıca şöyle dillendirilmektedir. “Biz uyarıcıların sözünü dinleyip akıl etseydik, bu alevli ateşe atılanlardan olmazdık.” (Mülk, 10)
Dini doğru öğrenip doğru anlatmak uzmanlık işidir.
Her doktorum diyene muayene olunmadığı gibi adı hocaya çıkmış herkesten de din öğrenilmez. Pek çok şey pek çokları tarafından istismar edildiği gibi din ve dini değerler de şöhret, şehvet ve servete tapan dindar ve hoca kisvesine bürünmüş bazı kurnaz ve sahtekârlar tarafından istismar edilir.
Dün olduğu gibi bugün de, yarın da bu tehlike daima söz konusudur. Kuzu postuna bürünmüş bu sahtekârların dine ve dindarlara içerden verdikleri zarar, dışarıdan âşikar dinsizlerin verdiği zarardan kat kat fazladır. Nifak en tehlikeli silahtır. Zira bir şeyin sahtesiyle gerçeğini ayırmak son derece zordur. Dış benzerlik aldatıcıdır. Altının sahtesiyle gerçeğini ancak sarraf bilir. Herkes sarraf olamayacağına göre güvenilir sarraf arayıp bulmak, aldanmamak için şarttır.
“Sözü dinleyip en güzeline tabi olan kullarımı müjdele. İşte onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir. İşte onlar aklı başında olanlardır.” (Zümer, 18)
Kürsülerde Rasûlullah tavrı ve üslubuyla din anlatmak yerine çeşitli şaklabanlıklarla kendilerini pazarlayanlar, her daim Allah ve Peygamberle görüştüğünü söyleyenler, sahte göz yaşları dökenler, zoraki fesahat ve belagat sergileyenler, avurtlarını şişirerek lügat parçalayanlar, firavnî enaniyetlerini tevazu perdeleriyle gizleyenler din yolunu kesen haramilerdir. Bu tip din eşkıyası evliya kılığında bizim maddi manevi değerlerimizi yağmaladılar. Bu işi yaparken düşmanlarla ortaklık yapanlar bile zuhur etti. Mevla böylelerinin şerlerinden bu ümmeti muhafaza etsin.
Müslüman olmakla Müslüman gözükmek elbette aynı şey değildir. Bu ümmeti en fazla Müslüman gözükenler aldattı. Dindarlık reklam konusu değildir. Yalnızken ağlamayıp cemaat önünde ağlayan en büyük sahtekârdır. “Rabbinize gizlice yalvararak dua edin. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.” (Âraf, 55)
Rüya, ilham, keşif, keramet iddiasıyla ortaya çıkıp insanımızı aldatan nice şaklabanlar, nice şarlatanlar zuhur etmiştir. Rüyayı, ilhamı, keşfi, kerameti inkâr ediyor değiliz. Fakat bunlar herkes için bilgi aracı değildir. Peygamberlerin, sıddıkların, salihlerin rüyası ile zındıkların, fâsıkların rüyası elbette bir değildir. Şeytani rüyalarla rahmani nüyalar nasıl ayırdedilecek?
Kur’ân-ı Kerimle, sahih sünnetle, tecrübe, deney ve ilmi verilerle çek edilemeyen, faraziyelere ve zanlara dayandırılan iddialara ne derece bel bağlanır?
Sünnetullaha aykırı olan şeyler kitap ve sünnete de aykırıdır. Mucizeler peygamberlere tanınan olağanüstü yetkilerdir. Akılları ve gönülleri perdeli olanları ilzam için gösterilen istisnai hallerdir.
Aslında gören için her şey mucizedir. Her şey Mevlâ’nın varlığına ve birliğine işaret etmektedir.
Kainat bütünüyle Mevlânın eseridir. Mevlanın gönderdiği din Mevlanın eserine asla ters düşmez.
İki türlü kitap vardır. Birisi harfsiz ve sessiz kainat kitabı, diğeri ise bu kitabın tefsiri mahiyetinde olan harfli ve sesli Kur’ân kitabıdır.
İnsanoğlunun olağan üstü şeylere karşı derin bir merakı vardır. Bu merakı istismar eden pek çok sahtekâr zuhur etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) daima mütevazi bir kul olarak yaşamış, abartılara müsamaha etmemiştir. “Hristiyanların, Meryemoğlu İsa’yı aşırı yücelttikleri gibi beni yüceltmeyin. Ben ancak Allah’ın kuluyum. Bana:
Allah’ın kulu ve elçisi olarak hitap edin.” (Buhari, Enbiya, 48)
Efendimizin oğlu İbrahim’in öldüğü gün güneş tutuldu. İnsanlar bunu İbrahim’in ölümüne yordular. Efendimiz ise; “Şüphesiz güneş ve ay Allah’ın âyetlerinden iki âyettir, hiç kimsenin ölümü veya hayatı için tutulmazlar.”
Doğru bilgi ve doğru inanç sağlam kaynaklardan ve normal insanlardan öğrenilir. Kendisinde insan üstü vasıflar olduğunu vehmettiren, doğruluğu test edilemeyecek şeyler ileri süren, taazzum ve tekellüf sergileyenlere asla itibar edilmemelidir.
Dini en doğru şekilde öğrenip uygulayabileceğimiz rehber “üsve-i hasene” olan Hz. Peygamber ve onun varisleri olan samimi ve ehil alimlerdir.