Fedakarlık Duygusu
İnsan, yaratılışı ve ihtiyaçları gereği toplum halinde yaşamaya mecburdur. Çünkü o, ihtiyaçlarını bireysel olarak karşılama istidadına sahip değildir.
Onun sosyal bir varlık olarak nitelendirilmesi bu gerçeğin formüle edilmiş şekli olsa gerek. Dinimizin müminleri bölünme yerine birlikteliğe, beraberliğe davet eden emirlerini de insanın bu ihtiyacı paralelinde değerlendirmenin gereği ortaya çıkmaktadır, inancı, sosyal ve kültürel yapısı her ne olursa olsun toplum halinde yaşamanın insana yüklediği belli birtakım sorumluluklar vardır. Bu sorumlulukların temel dayanağını kamu yararı başka bir ifadeyle toplumsal fayda teşkil etmektedir. Toplumu teşkil eden bireylere fert olarak yüklenen sorumluluklar, onların toplum olarak faydalarına yöneliktir. Her sorumluluk, dolaylı ya da dolaysız bir şekilde yine bireylere hak olarak döner.
Sorumluluklarımızın yerine getirilmesi elbette belirli fedakârlıkları gerektirmektedir. Hak talebi veya toplumsal hayatın getirilerinden faydalanma, bir yönüyle sorumluluğun yerine getirilmesi ile ilintilidir. Şüphesiz toplum olarak yaşamanın belli ilke ve kuralları vardır.
Hemen her insanın hayatında fedakârlık yapmak durumunda hatta zorunda kaldığı anlar olabilir. Annenin yavrusuna, babanın ailesine, ülke evlatlarının ülkelerine karşı fedakârlıkları bunlardan sadece birkaçıdır. Fedakârlık, insanın yaptığı anda huzur duyduğu bir olgudur. Bir annenin uykusunun en tatlı yerinde uyanarak yavrusunu emzirmesi, yavrusunun huzuru için bir fedakârlıktır. Yavrunun hafif bir tebessüm veya gülücüğü bu fedakârlığın belki de arzulanan bedellerinden en güzeli. Şefkat, merhamet duygularıyla ilintili bu meşakkatli fedakârlık örneğinin sadece insana özgü olmayışı hemen bütün canlı türlerinde gözlemlenmesi İlâhî iradenin rahmetinin kısmen yansıması olarak değerlendirilebilir. Öyle ya insan aklı, tecrübesi ve duygularıyla yavrusuna böyle davranıyor, ya aklı, duyguları tartışılan diğer canlıların, bu davranış biçimi hangi kaynaktan besleniyor?
Tabii ki Yaratıcı Kudret, yarattığı her varlığa bir şekilde sahip çıkmakta, birilerini onun korunmasında aracı kılmakta, insan yapmış olduğu fedakârlıkla bir taraftan bir anını, bir imkânını, belki huzurunu kaybetse de, onun getirdiği haz insanı başka dünyalara götürür. Hele hele bu fedakârlığın temel dinamiği manevî/moral değerler ise, durum daha da farklı bir mahiyet kazanmakta ve sahibine ayrı bir haz vermektedir. Sevgide, ilimde, mal ve mülkte fedakârlık, uykudan fedakârlık... evet bunların hepsi ilk etapta insan nefsine zor gelen haller ve davranış biçimleri olarak algılanabilir ve değerlendirilebilir. Annenin hamileliği yabana atılamayacak ölçüde fedakârlıkta bulunmayı beraberinde getirmektedir. Bu zorlu süreç, doğumla zirveye ulaşmakta. Çocuğun kucağa alınmasıyla, onun o cilveli bakışlarıyla, çile yüklü fedakârlık, merhamete, sevgiye, huzura dönüşmektedir. Aslında her yönüyle hayat, paylaşımın bir başka çeşidi olan fedakârlık üzerine kurulmuş gibidir. Fedakârlık fedakârlığa bağlı... Arının bal yapmasından tutun da bir insanın kutsal değerleri, vatanı, bayrağı için gerektiğinde seve seve ölümü dahi göze alması, kelimelerle anlatılamayacak derecede bir fedakârlığın sonucu değil midir? İlim adamı olmak belli bir fedakârlığın sonucu değil midir? Bu bağlamda cennet, Allah rızası gibi bir mümin için önem arz eden ve hayat boyunca amaçlanan ideallere erişme fedakârlığı gerektirmez mi?
İslâm dininde fedakârlığa büyük ehemmiyet verilmiştir. Onun mübelliği Hz. Peygamber ve ona tabi olanların hayatlarında da gıpta ile karşılanacak türden fedakârlık örnekleri bulunur. Bazı nüanslar bulunmakla birlikte İslâmî kaynaklarda isar, feragat gibi kavramlar ile de ifade edilen fedakârlık, başkaları için özveride bulunmadır. İslâm bu yönüyle insanın sahip olduğu mal-mülk, ilim gibi nimetleri toplumun muhtaç kesimleri ile paylaşmasını önermekte hatta emretmektedir. Âl-i İmran sûresinin 1 34. ayetinde örnek müminlerin nitelikleri sıralanırken; "O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da (Allah için) infak ederler (harcarlar), öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah, iyilik yapanları sever." ifade buyurul- maktadır. Bu ayete bakıldığında, örnekliğin ölçütü olarak belirlenen hususların hemen hepsi belli bir fedakârlığı gerekli kılmaktadır. Fedakâr olmayan bir kimse, sahip olduğu "mal-mülk" ten belli bir miktarı karşılıksız, sadece Allah rızası için muhtaç kesimlere kanalize eder mi? Kendisine karşı yapılan herhangi bir hatada öfkesini yenip, hata sahiplerini affeder mi? Ayette sıralanan hususların yerine getirilmesi elbette belli bir fedakârlığa gereksinim duyabilmekle olur. Başka bir ifadeyle, bu fedakârlığın iman ve din gibi kutsal değerlerle beslenmesi, motive edilmesi kaçınılmazdır.
Allah’ın kendilerine lütfettiği nimetleri, olumlu ve olumsuz her türlü şart ve ortamda toplumun bireyleri ile paylaşabilmeleri, örnek/takva ehli müminlerin birinci özelliği olarak zikredilmektedir. insan topluluklarına bakıldığında, toplumdaki hemen her bireyin bir yönüyle diğer fertlere muhtaç olduğu görülür. Kimi insanın malına, kimi insanın ilmine, bilgisine, kimi insanın aklına toplumun bireyleri muhtaçtır. Bu yönüyle toplum, bütün uzuvları ile bir bedene benzer. Uzuvlar nasıl birbir fonksiyonunu tamamlıyorsa, toplum da zengini, fakiri, âlimi ve cahili ile birbirini tamamlamaktadır. Nitekim Rahmet Peygamberi, insanlığa aşkın değerler sunan Hz. Muhammed; "Birbirlerini sevmekte, birbirlerini acımakta ve birbirlerine şefkat hususunda müminler âdeta tek bir vücut (beden) gibidirler. Ondan bir uzuv şikâyet ederse, uykusuzluk ve ateşle vücudun diğer uzuvları da ona iştirak ederler." (Müslim, Birr, 67),
"Mü’minin mümine göre konumu, parçaları (bölümleri) birbirini destekleyen bir tek bina gibidir." (Buhârî, Salat, 88; Müslim, Birr, 18) sözleriyle bu bütünlüğe ve bu bütünlüğün gereğine vurgu yapmıştır. Bu açıdan bakıldığında Allah’ın, her ferde diğer fertlerin yararına sunulduğunda faydalanabileceği türden nimetler verdiği görülür. Ancak "Ben" merkezli düşünce sistemlerinin genel olarak kitlesel huzuru değil, bireysel huzuru hedefledikleri bir ortamda insanların paylaşım, fedakârlık gibi aşkın değerlere odaklanmaları hayli güçtür. Oysa insanlık bireysel huzurun kitlesel huzurdan geçtiğini artık çok iyi biliyor.
Nimetlerin paylaşımı fedakârlığı gerektirir. İslâmî terminolojide geniş kapsamıyla "infak" kavramı bu paylaşımı içermektedir. Allah için infakta bulunmanın, İslâm’da ne derece önemli olduğuna birçok ayet ve hadis delalet etmektedir. Öyle ki, Kur’an-ı Kerim’de en çok yer alan kelimelerden birisi de infak kavramı ve onun türevleridir. (Bkz. Abdülbâki, M. Fuâd, el- Mu’cemu’l-Müfehres li Elfâzı’l-Kur’âni’l-Kerim, "N-F-K" maddesi)
Yüce Allah; "Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye layıktır." (Bakara, 267) "...hayır olarak verdiğiniz ne varsa, karşılığı size tam olarak verilir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız." (Bakara, 272), "Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarfedenler var ya, onların mükâfatları Allah katindadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler." (Bakara, 274), "Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam! demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın." (Münâfikûn, 10) ayetleri infakı, Allah yolunda sarf etmeyi emreden başlıca delillerdendir.
Resûlullah (s.a.s.) da Allah rızası için muhtaç kimselere vermeyi önermiş ve kendisinden bu konuda müminleri" teşvik edtet mahiyette btf- çok hadis ve uygulama örneği nakledilmiştir. "Varım hurma (tasadduk) etmek suretiyle de olsa, cehennemden korunmaya çalışınız." (Bu- hârî, Edeb, 34, Zekât, 10; Müslim, Zekât, 66-70; Tirmizî, Kıyamet, 1; Nesâi, Zekât, 63); "Sadece şu İki kişiye gıpta edilir: Bunlardan birincisi, Allah’ın kendisine verdiği malı Hak yolunda harcamayı başaran kimse, diğeri de, Allah’ın kendisine ilim ve hikmet ile yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına Öğreten kimse." (Buhârî, İlim, 15, Zekât, 5;Müslim, Müsâfirîn, 268), "Allah rızası için sarf ettiğin şeyle muhakkak me’cûr olursun. Hatta ailenin ağzına koyduğun lokma yüzünden bile..." (Buhârî, İman, 41, Cenâiz, 363; Müslim, Vasiyyet, 5; Ebû Davud, Ferâiz, 3; Tirmizî, Vesâyâ, 1), "Kesenin ağzını sıkma! Allah da senin I rızkını daraltır. (Buhâ- ri, Zekat, 21; Müslim, Ze- I kât, 88; Ebû Davud, Ze kat, 46) hadislerini örnek olarak zikredebiliriz. Bütün bu âyet ve hadisler, bir Müslüman’ın infak gibi bir fedakârlıkta bulunabilmesini öğütleyen, onu bu yönde motive eden moral değerlerdir. Bu değerlerin bir Müslüman için ne derece önem arz ettiği izahtan vârestedir. Bir Müslümanın sahip olduğu belki de en önemli değeri canını, gerektiğinde din, vatan gibi değerlere bedel olarak verme fedakârlığının temel dinamikleri bu kutsal öğretiler değil midir?
Peygamber (s.a.s.), sadece sözleriyle değil, aynı zamanda her hususta olduğu gibi yaşam biçimiyle de müminlere ışık saçmış, örnek olmuştur. Öz olarak ifade etmek gerekirse, Allah’ın Peygamberi hiçbir zaman fedakârlıktan kaçmamış, hemen her hususta fedakârlıkta bulunmuştur. Yurdunu ter- ketmesi, nice ağır hakaretlere, saldırılara tahammülü fedakârlığın örnekleridir. O (a.s.), çağımız insanını âdeta hedefinden saptıran mal biriktirme sevdası, makam hırsı gibi duygulardan uzak yaşamış, ömrünü böyle geçici değerlere feda etmemiştir, işte Peygamberimiz Hz. Muhammed’e gönüllerde taht kurduran, onun övgüsünün tarihe nakış gibi işlenmesinde etkin olan olgu, onun insanlığın kurtuluşu için gösterdiği fedakârlıktır, mücadeledir. O’nun hayatına baktığımızda, onun evinde bazen açlığını giderecek derecede herhangi bir yiyeceğin dahi bulunmadığı, açlık sebebiyle zaman zaman uyuyamadığım görürüz. (Bkz. Buhârî, Et’ime, 23, Rikâk, 17; Müslim, Zühd, 22, 28; Ibn Hanbel, Müsned, III, 21 3; Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahabe, II, 732 vd) Hatta müminlerin annelerinin bu durumdan bazen şikâyet ettikleri de nakledilmektedir. Hakkın ve halkın temsilcisi olmak, şüphesiz Haktan ve halktan bir şeyleri paylaşmakla mümkün olabilirdi. O dileseydi, saraylarda yaşayabilirdi. İdaresinde bulunan kitle bunu seve seve yapmaya hazır ve muktedirdi. Ancak o, sade bir insan olarak yaşamayı tercih etti. Zira onun için düşünmek doğru değil ama, sırça köşklerde yetişip, halkın hayatından, nefesinden birşeyler teneffüs etmemiş insanlar, insanı anlamakta ya çok yoz düşünecek ya da idaresindeki kitleyi hiç anlamayacaktır. Onun huzuru bozulmadığı sürece idaresindekilerin huzuru hiç de önemli değildir. Ama Hakkı temsil eden gerçek insanın, huzur ve mutluluğu, idaresindekilerin huzur ve mutluluğuna endekslidir. Kitlenin huzur ve mutluluğu, kişisel mutluluk ve huzurun habercisidir. Hz. Peygamber (s.a.s.)’i, Hz. Ebû Bekir’i, Hz. Ömer’i, Hz. Osman’ı, Hz. Ali’yi ve daha nice tarihe örnekliği
ile damgasını vuran şahsiyetleri, örnek yapan olgu ve anlayış bu noktada odaklanmaktaydı. Başka bir ifadeyle bu yolun temsilcileri, insanı gelip geçici, onu süfli duyguların esiri konumuna düşürecek değerlere değil, onu özgürleştirecek aşkın değerlere yönlendirmişlerdir. Fedakârlık da özünde paylaşım hâkim olan aşkın bir değerdir.
Ömrünü âdeta mal biriktirmeye adayan, gözünü, gönlünü şehvet ve makam hırsı bürüyen, kendinden başka hiçbir kimseyi düşünmeyen başka bir deyişle fedakârlık yapmaktan uzak insanların, hayatlarını verimli ve Allah’ın istediği doğrultuda geçirdiklerini söylemek ne derece isabetli olabilir? Şu kadar var ki, insanları ölümsüzleştiren, eserleri ve işledikleri salih amellerdir. Karşılaştığı çeşitli açmaz ve imkansızlıklar sebebiyle hayata küsmüş insanların problemlerini, rahatımızdan, uykumuzdan, malımızdan, ilmimizden fedakârlık göstermek suretiyle çözerek onları tekrar hayata, ümide döndürmek, herhalde en güzel eser ve amellerden birisi olsa gerektir.
Çağımız insanı maddeyi âdeta putlaştıran ve onu nihaî araç ve amaç olarak gören zihniyetin bombardımanı altında ezilmektedir. Böyle bir ortam fedakârlık gibi daha nice özgün ve aşkın değerlerimizin aşınmasına hatta kaybolmasına sebebiyet vermektedir. Nice insanın yavrusu, anne-babası, yakınları, komşuları ve kutsal değerleri için fedakârlık göstermesi söz konusu olduğunda bundan uzak durduğunu gözlemlemekteyiz. Şurası unutulmamalıdır ki, bugün sahip olduğumuz hemen her değerin temelinde birilerinin fedakârlığı yatmaktadır. Dinî değerlerimizden, vatanımıza, bayrağımıza, özgürlüğümüze, malımıza, mülkümüze kadar sahip olduğumuz değerler bütünü birilerinin canından, hayatından, gençliğinden, uykusundan, rahatından fedakârlık ve feragat etmesi ile ilintilidir.
Hayat, acısı ve tatlısıyla bir imtihandır, mücadeledir. Acınızı, hüsranınızı, ümitsizliğinizi birilerinin fedakârlığı ile hafifletir, yenebilirsiniz; sevginizi birileriyle paylaşmakla ona ayrı bir güzellik katarsınız, işte sahip olunan değerlerin paylaşımına dinimizin yaptığı vurguyu bu eksende bir daha değerlendirmek gerekir. Yine birlikte yaşamaya verilen değerin bazı fedakârlıklarda bulunmayı beraberinde getireceği unutulmamalıdır.