Güvenilir Olmak- Güven Duymak – Güveni Kurmamak
Güvenilir olmak temelde Allah’ın ahlakıdır. Bu ahlak, “el-Mümin” olan âlemlerin Rabbinden Ruhu’l-emin olan vahiy meleğine, vahiy meleğinden “emanet” sıfatını haiz, geçmiş bütün peygamberlere, onlardan son peygamber Muhammedü’l-Emin’e, O’ndan da kendisine ve davasına inananlara (mümin) gürül gürül akan, membaı kurumayacak bir nehirdir. Geçtiği, değdiği yerlere hayat veren nehir.
Bir söze, bir davranışa, sahibine olan güvenimiz oranında itibar ederiz. Sözünün değer, hayatının itibar görmesini isteyen de niyetinden kelamına, duygularından ameline güvenilir olmak durumundadır. Güvenilir olmak bizi başkalarına sığınak kılar. Fitne ve fesadın sağanağından ‘güven’le koruyabiliriz kendimizi ve diğer insanları.
Güven kuran davranışlar, bir anda ortaya çıkıp kaybolan gel geç heveslerle değil; zaman içinde demlenerek oluşur, yinelenerek karakterimiz hâline gelirler. Bir defa büyük ikramda bulunana cömert denemeyeceği gibi bir defa adil, bir defa sadık, bir defa dürüst olana da güvenilir denemez. Bu bakımdan tutarlılık güven duygusunun mayasıdır. İnsanın geçmişi ve geleceği, özel yaşamı ve toplumsal yaşamı arasındaki duygu, düşünce ve davranış birliği, ahengi önce kişinin kendine güvenini (vicdani rahatlığını) sonra da ailesinden başlayıp topluma uzanan güvenilirliğini tayin eder.
Allah Rasulü’nün vahiy öncesi yaşadığı kırk yılın hasılası, o günün zihniyet aynasında “el-emin” olarak tanınmasıyla tebellür ediyordu. Özel çaba ve gayret göstererek, geleceğe yatırım planı olarak hesaplanmış, başkalarının telkini ve etkisi sonucu değil, bozulmamış fıtrattan beslenerek vicdana yaslanmış bir hayat yaşamakla elde edilen bir “emin” oluştu bu.
Efendimiz, ilk güven testinden amcasının ve diğer Mekkelilerin sürülerini sevk ve idare etmesiyle geçmiş, yavaş yavaş çıktığı ticaret yolculuklarıyla güvenilirliğini pekiştirmişti. Tüm hayatı boyunca zayıfların ve güçsüzlerin yanında yer almış, adaletsizliğin hükümferma olduğu yerde güvenliğin seraba dönüşeceğini ta gençliğinde idrak etmişti.
Güven duygusu için adalet ab-ı hayattır. Adaletin olmadığı yerde güven ağacı yeşermez. Gençliğinde Hılful Fudul antlaşmasına imza atan Rasulüllah (s.a.s.) adalet, merhamet ve sorumluluk arasında nasıl denge kurulacağını Medine dönemindeki pek çok uygulamasıyla ümmetine göstermiştir.
Nitekim şu olay, buna çok iyi bir misal teşkil eder: Bir gün Mahzunoğulları kabilesinden Fatıma adında asil bir kadın hırsızlık yapmıştı. O kadının cezalandırmaması için Peygamberimiz’in çok sevdiği Üsame b. Zeyd’i ricacı olsun diye gönderdiler. Bu duruma çok kızan ve üzülen Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Nasıl oluyor da bazı kimseler, Allah’ın kanunu karşısında aracı olmaya kalkışıyor. Sizden öncekilerin mahvolmasının sebebi şudur: İçlerinden asil, ileri gelen birisi hırsızlık yapınca, onu serbest bırakıyor, zayıf ve fakir bir kimse hırsızlık yapınca, onu cezalandırıyorlardı. Allah’a yemin ederim ki Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı, onun da cezasını verirdim.” (Buhari, Enbiya, 54; Meğazi, 53; Hudud, 11-12; Müslim, Hudud, 8-9.)
O’nun dürüstlüğü, nezaket ve nezafetle taçlanan sadakat ve vefası, yıllar içinde toplumu bir felaketin eşiğinden döndüren güçlü bir emniyet formuna dönüşmüştü. Meşhur Kâbe hakemliği hadisesinde, avluya girerken herkesin “Muhammedü’l-Emin geldi” diye sevinmesi, akşamdan sabaha oluşan bir imajdan, zihinleri anlık bir parıltıyla aydınlatan mucizeden kaynaklanmıyordu elbet. Onun insanlar nezdinde yıllar boyunca oluşturduğu bu intiba bize, çeşitli yönlerden tefessüh etmiş bir toplumda temiz ve güvenilir biri olarak kalabilmenin mümkün olduğunu göstermekle kalmaz, her ne durumda olursa olsun toplumda iyilerin ve iyiliğin var olmaya devam edeceğine dair ümitvar olmayı da öğretir.
İleride ümmetine söyleyeceği şu sözler, Rasulüllah’ın ilk gençlik ahlakının da özeti gibidir: “Siz bana kendinizden altı şeyi garanti edin ben de size cenneti garanti edeyim: Konuştuğunuzda doğru söyleyin. Söz verdiğiniz zaman onu yerine getirin. Size bir şey emanet edildiğinde onu sahibine verin. Namusunuzu koruyun. (Harama) bakmaktan sakının. Elinizi (kötü işlerden) çekin.” (İ. Hanbel, V, 323.)
Aile ve yakın çevremizle ilişkilerimizde, kendimizi en doğal ve korunmasız halimizle gözler önüne seriveririz. Yabancılar önünde takındığımız maskelerin ağırlığından kurtulur, kontrol mekanizmalarımızı devre dışı bırakırız. İnsanın gerçek ahlakı ve karakteri, işte bu en yalın halindeki davranışlarında ortaya çıkar. Merhamet, saygı, nezaket vb. erdemler, en çok da ailesine gösterip göstermediğine bakılarak kişiye mal edilir.
Ailesi ve en yakınlarıyla ilişkilerini korku, haksızlık, kabalık ve zorbalıkla temellendirenlere yani ailesinin kendisinden emniyet içinde olmadığı kimselere hangi iş, hangi bilgi, hangi gelecek emanet edilebilir? Efendimizin gerek yakın akrabaları gerek mübarek eşlerinin hiç birinden O’nun şahsiyeti, insaniyeti ve ahlakı hakkında en ufak bir olumsuz hatıranın kayıtlara düş(e)memesi bize, yatay ve dikey boyutta hayatını ne kadar insicam, ahenk ve samimiyet içinde bütünleştirdiğini gösterir.
Vahye ilk muhatap olduğu demlerde, aldığı görevin şoku içinde olan Rasulüllah’ı Hz. Hatice’nin "Sen, yakınlarına yardım eder, aileni korur, hayatını şerefinle kazanır, başkalarına doğru yolu gösterir, yetimleri korur, sözün doğrusunu söyler, emanete riayet edersin. Öyle sanıyorum ki Allah seni mahcup etmeyecektir." sözleriyle teskin edişi, bir kadının eşini sakinleştirme çabasından çok daha öte manalar içermektedir.
Hz. Hatice dağ gibi sağlam duruşu, sonsuz güveni ve bağlılığıyla Hz. Peygamber’e derin ve köklü bir güven hissi vermiştir. Demek ki güven birbirinden beslenerek güçlenmektedir. “Güven, güven doğurduğunda birlikte erdem basamaklarını tırmanırız, güven ihanet doğurduğunda ise bir kısır döngünün içine gireriz.” diyor Kemal Sayar.
Temeli güven esasına dayanan aileler gelip geçici badirelerde yara almaz. Karşılıklı güven aile huzurunun teminatıdır. Sadakat bineğine binmeyenler huzur ve güven ülkesine ulaşamazlar. Güven ortamını baltalayan sadakatsizlik, yalan, riya, haksızlık, vefasızlık Rasulüllah’ın lügatinde kendine hiçbir zaman yer bulamamıştır.
Peygamberimiz aile hayatında sevgi, saygı, merhamet, adalet ve hoşgörüyü daima ön planda tutmuştur. Validelerimizin her biri güçlü karakteri olan kadınlar olduğu için zaman zaman aralarında çeşitli vesilelerle anlaşmazlıklar, kıskançlıklar vb. gündelik problemler çıkardı. Böyle anlarda Efendimizin suhuletle duruma müdahil olması, ailesinin kendisine sonsuz güven duymasını sağlamıştır.
Kendi üzerine düşen sorumlulukları hakkıyla yerine getiren, ailede huzur ve mutluluğun tesisi ve sürdürülmesi hususunda son derece hassas olan Hz. Peygamber (s.a.s.) kendi yapabileceği işini kendisi yapar, eşlerinin kişisel özelliklerini çok iyi tahlil ederek onları değişmeye zorlamadan iyi geçimin yollarını bulur, her gün sabah ve ikindi namazından sonra tek tek onları ziyaret eder, bir ihtiyaçları olup olmadığını sorar, onlara asla kırıcı ve kaba konuşmaz, her akşam onlarla toplanarak sıcak bir aile ortamı oluştururdu. Onun bu samimi tarzı, hanesinde yetişen çocuk ve gençlere, her davranışını takip etmeye çalışan ashabına “güven ve huzur vermeye en yakınlarından başlanması” gerektiğini göstermiştir.
Güvenilir olmak başkaları için bizi nasıl sığınak kılarsa güven duymak da bize sığınak olur. Güvenilir olmak kadar güven duymak da aranandır. Güven duyma konusundaki hassasiyetimiz bize güvenilir kalmak konusunda sorumluluk yükler. “O nasıl söylediyse öyle davranacak ve ben bunu bileceğim. Ben nasıl söylediysem öyle davranacağım ve o bunu bilecek.” diyebilmektir güven.
Günümüzde “kimseye güvenmeme bir çeşit erdem ve akıllılık kabul ediliyor. Oysa dinimizde insanlara hüsnüzanla yaklaşmak esastır. Risk almayı, bir diğerine güvenmeyi göze alamayanlar, aile hayatında ya da iş hayatında tedbirli ve temkinli olmakla paranoyayı karıştıranlar, kendilerini daralan ve küçülen bir dünyada yaşamaya mahkûm ederler. İnsanların güvenlerini suiistimal edenler her zaman ve zeminde görülebilir ancak yanlışın ve kötünün varlığı, doğrunun ve iyinin gayretini artırmalıdır. Unutulmamalıdır ki toplumda güvenilir insanlar ve güven ortamı arttıkça, kontrol mekanizması kendiliğinden gelişir.
Her insan canının, malının, namusunun emniyette olduğu, temel hak ve özgürlüklerinin özel olarak korunduğu, özgür ve güvenli ortamlarda yaşamak ister. Güven ortamı insani olandır, can emniyetinin olduğu yerde, hayat anlamını bulur. Emniyet ve huzuru dinamitleyen, insanların kalbini, zihnini tedhiş eden, itibarını zedeleyen her tür düşünce ve eylemin şiddetle kınanması bundandır. İnancımız bize fert fert doğruluk, ahde vefa, sadakat ve bağlılık libaslarımızı giyip dünyayı daha güvenli bir yer haline getirme sorumluluğunu yükler.
Güven, insanlar arasında köprüler kurar. Korkutmak ve sürekli eleştirmek bu köprüleri yıkar. Yapıcı eleştirilerde bulunmak, kişiselleştirme ve genelleştirmelerden kaçınmak, muhatabımıza güvende olduğunu hissettirir. Hakkının ve itibarının zayi olmayacağını bilmek insana güven verir.
“benden alacağı olan varsa gelsin alsın” diye ashabını haklarını arama konusunda cesaretlendiren peygamberin ümmetine haklarının peşinde koşmak kadar sorumluluklarına sahip çıkma, güvenilir kalma gayret ve cesareti de yakışır.
Meral Günel